Yediklerimizin içindeki ‘karmaşık’ isimli kimyasal katkıların kattığı zehir ve sinsice türeteceği hastalıklar, vücudumuzda yuvalanıp uygun zamanda ortaya çıkmayı hedeflerken; bizler market raflarından veya internet sitesinden seçmeye çalıştığımız endüstriyel gıda ürünlerinin düşük fiyat performansını kurnazca incelemekle oyalanıyoruz.
Son tüketim tarihine bakmayı yeterli görmekle müsterih oluyor, göz alıcı ambalajına aldanıp “Koy sepete” diyoruz.
Bir tık’la veya basit bir kol hareketiyle sepete koyduğumuz ürünü aynı kolaylıkla midemize indirirken, sepet muamelesi yaptığımız bedenimizin de son kullanma tarihini sepete koyduğumuz her ürünle birlikte daha da netleştirdiğimizin farkında bile olmuyoruz.
Beslenirken tükettiğimiz gıdanın ‘nasıl elde edildiğini’, ‘nasıl hazırlandığını’, ‘geçtiği aşamaların doğallığını, ‘doğayla ilişkisini’, ‘insan sağlığına katacağı değer veya değersizlikleri’ araştırmak bize çok karmaşık geldiğinden olsa gerek; ne yediğimizin detaylı içeriğinin karmaşasına girmeden kolayına kaçıyoruz.
Süslenirken, yediklerimizin vücudumuzdan salgıladığı kimyasal kokuları bastırmak için kullandığımız kimyasal parfümün verdiği geçici rahatlığın aynısını yediğimiz şeyler için de uyguluyor; kimyasal aroma ile lezzetlendirilen sosların sahte dünyasına kapılıp keyifle her şeyi yiyoruz. Kimya laboratuvarı gibi kokmak var, içinden dere geçen kır çiçeklerinin süslediği çayır gibi kokmak var.
Ne yiyorsak oyuz...
Karar sizin.
Yaşadığınız anların kıymetini bilememekten çoğalır keşkeler. Kıymet bilmediğiniz o anlar; uyanık bir uyku hali, ölümsüz hissetme sanrısıyla fevrilikten, egolardan beslenerek büyür ve “o anı” unuttururlar. Bir süre sonra uyanıp kendinize geldiğinizde doyasıya değerlendiremediğiniz o anlar dönüşür, “keşke” olurlar. Yürüdüğünüz hedefi kovalarken ardınızda bıraktığınız geçmişin “keşke” lerini de peşinizden sürüklersiniz. Ayaklarınıza dolanırlar çoğu zaman, hatta takılır düşersiniz bazen. Geçmişi sorgulamaya başlarsınız sonra da; o anların farkında olamadığınız için kendinizi suçlarsınız. Suçluluk duygusu ile geçmişe takılı kalır, depresyon haliyle çevrenize verdiğiniz ve vereceğiniz huzursuzluklar kol gezer, iyice yalnızlaşır ve yalnızlaştıkça hayattan uzaklaşırsınız. Gerek var mı bunlara? Hayatın sizi nereye götüreceğini kestiremezsiniz; ölümsüz olduğunuz hissine kapılarak yaşadığınız hayat hiç beklemediğiniz bir anda bitebilir. Yaşadığınız her anı duyumsayarak ve samimiyetle yaşamak; gelecekte muhtemel “keşke” kâbusunu azalttığı gibi “iyi ki” kelimesinin verdiği huzurun hayatınıza katacağı anlamın da farkına varacaksınız. Ne yazık ki, geçmişi geriye saramıyorsunuz, geleceği de göremeyeceğinize göre yapacağınız tek şey kalıyor, o da “şimdi”; sevdiğiniz şeylere ve sevdiklerinize sıkıca sarılmak. Paulo Coelho, Elif isimli kitabında sarılmayı şöyle anlatır; “İnsanlık kadar eski olan bu hareket, iki vücudun kavuşmasından çok daha fazlasını ifade eder. Sarılmanın anlamı şudur; sende bir tehlike sezmiyorum, yanında olmaktan korkmuyorum, rahatlayabilir, kendimi yuvamda hissedebilirim, beni koruyan ve anlayan birisi var. Bizde birine isteyerek her sarıldığımızda ömrümüzün bir gün uzadığına inanılır. Lütfen, şimdi sarıl bana.”
BANGLADEŞ YEMEK GÜNLERİ
Ankara HiltonSA’nın Pandemi dolayısıyla uzun zamandır ara verdiği, Ankara’da elçiliği bulunan ülkelerin geleneksel yemeklerini tanıtım günleri yeniden başladı. Benim de çok önem verdiğim bu etkinliğin yeniden hayata geçmesi, geleneksel yemeklerin yaşam alanı bulması anlamında şahane bir düşünce. Bangladeş’in ülke babası “Bangabandhu”nun yüzüncü doğum yılı etkinlikleri kapsamında düzenlenen bu yemek etkinliğinde; Büyükelçi Mosud Mannan’ın kullandığı “Bir kişinin kalbine giden yol midesinden geçer” deyiminin aslında evrensel bir deyim olduğunun de altı çiziliyor. Basmati pirinci, tavuk veya kuzu etiyle pişirilen bol baharatlı “Biryani” başta olmak üzere; nohut, yumurta ve patetesle hazırlanan “Chotpoti” ,patates, karnabahar, patlıcan gibi sebzelerin baharatlarla haşlanıp, hardal sosla zenginleştirildiği vegan yemek “Chorchori”, yoğurt ve çeşitli baharatların karışımından elde edilip, her yiyeceğin yanında mutlaka tüketilmesi gereken “Borhani” ile süt, peynir, kakule ve safranla pişirilen nefis süngerimsi tatlı “Rasmalai” mutlak tadılması gerekenler. Konuk şefler Mamun Mia ve Habib Mia’nın pişirdiği “Bengali Lezzetler” , Ankara HiltonSa’nın ev sahipliğinde 17-22 kasım arası 19.00-22.30 saatlerinde “Greenhause Restaurant”ta sizleri bekliyor olacak. Sevdiklerinizle gidin.
ANKARA’YA “KEBAP” GELDİ
Ankara’da en çok eksikliğini hissettiğim yiyeceklerin başındaydı “Kebap.” Kebap vardı aslında, iyisi ve güzeli de vardı belki ama doğrusu ve olması gerektiği gibi yapılanına pek rastlamamıştım. Geçtiğimiz ay Oran’daki “One Tower” da açılan Urfalı “Necip Özbek Restaurant”ın açılışına götüren eski dostum sevgili Serdar Ali Somuncu’ya teşekkür borçlanmış oldum. Normalde AVM’lerde açılan restoranlara mesafeli yaklaşırım ancak, Serdar’ın ısrarına yenik düşüşüm, gerçek kebabı da keşfetmeme sebep oluşuyla zafere dönüştü. Böylesini yemediğinizi biliyorum, kebabın Urfa’ya ait olduğuna en az çiğ köfteden emin olduğunuz kadar inanabilirsiniz. Tattığınızda şimdiye kadar kuşbaşı ve tavuk şiş de yemediğinizi varsayacaksınız. Ustabaşı sevgili Selçuk’un Urfa Siverek havasıyla yellediği kebapları yerken iliklerinize kadar lezzetleneceğinizi garanti ederim. Ağzınızı sulandırmak için bu seferlik bu kadar yeter, Necip Özbek’te tatmadığım daha bir sürü Urfa işi var; tattıkça yazmaya devam edip sizleri iştahlandıracağım. İyisi mi siz önce gidin. sevdiklerinizi de yanınıza almayı unutmayın...
“Şu üç günlük dünyada...” diye başlayan cümleler kurduğumuzda içlenmişizdir. Cümle de deyim de klişedir ancak halk ağzının duygusal lügatinde, karşınızdaki kişiyi etkilemek veya ikna etmek için, her durumda sahtekarca da samimiyetle de kullanılır. Kulağa hoş gelen cümle başlangıçları yaparak şiirsel akışkanlık devreye sokulur, o anın değerinin anlaşılması gerektiğinin altı çizilir. Yoğunlaştığımız o anın duygusal patlaması bittiğinde, önce derin bir boşluğa girer, sonra da anlam karmaşası yaşarız ama “dünya nasılsa üç günlük değil, daha uzun” diye düşünüp rahatlatırız kendimizi. Hatta nefsimiz öne çıkar, üç günlük dünya yakıştırmasına karşı sonsuza kadar yaşamayı bile umarız. Kabullenmeyiz! Hırsımız galip gelir, kaldığımız yerden zamanı harcamaya, maneviyatı tüketmeye ve kalp kırmaya devam ederiz. “Değer mi?” Sorusu sorulduğunda duraksarız. Önce üç gün için değmez deriz ardından yine kibir sinsice yanaşır, ölümsüzlüğü sokar kafamıza. Ve her şey birden değerlenir. İnsanlık insana seslenir, kulak veren yok... Diyor ya Halil Cibran; Ben dışarıdaki kalabalıktan ‘Cenaze geldi’ seslenişini duydum. Oysaki; adamdı... Yürek, merhamet ve sevgiydi. Dosta yaren, kardeşe candı. Türkiye’ydi, Cumhuriyet, Atatürk ve Fenerbahçe’ydi. Benim kardeşim, Nehir’in de babası “Metin’di.” Metin olamadık! Göz pınarlarımız kurudu.
***
Yemek yazılarıma önümüzdeki haftadan itibaren devam edeceğim.
Suyun yaşamsal önemini bilmekten ziyade, suyu anlamak, hatta tüm benliğinizle sahiplenmek daha önemli. Suyun, oturduğunuz gökdelenin manzaralı banyosuna ulaşana kadar yaptığı yolculuğu bilseydiniz, konforlu mutfağınıza ya da çatıdaki yüzme havuzuna gelene kadar feda edilenleri görseydiniz, aynı gönül rahatlığıyla çeşmenizi açar mıydınız? Bilemiyorum…
Hayat tüm bileşenleriyle doğal akışındayken, su ve çevresinde barındırdığı yaşamın, yıllar içinde gelişimini de kazıdı belleğine. Hayatın da, doğanın da hafızası oldu. Biz ölümlülerin tüm ayıplarını örttü, günahlarını yıkadı. Ölüme de hazırladı, doğuma da, can da oydu, ruh da o. Kıyısında köklenen salkım söğütle, gölgesinde çamaşır yıkayan Kezban’ı unutmadı. Güğümlerini dolduran Osman’ı, patlıcanı sulayan Ahmet emmiyi de hafızasına belledi. Suyunu içen allı turnayı, karakaçanı, sarıkızı da... Keyfana’nın çorbasına lezzet, karakeçinin sütüne beyaz oldu. Minaredeki ezanı, kilisedeki çanı, gün batımında yüzünü güneşe, ardını suya veren şamanı da unutmadı. Karakılçık başağındaki taneye, sulayan çiftçi Hasan’a, Hasan’ına su götüren güzel Ayşe’ye, yar oldu, yaren oldu, hayat oldu… Aşk oldu… Biz ne mi olduk ? Set olduk önünü kestik, yolunu savdık, şehir yaptık savurduk ama yine de susuzluğumuzu gideremedik. Ağaç da şaştı, toprak da... Evini baraja kurban eden Mahmut dede de şaşkın. Ne sulu hayallerimiz, ne de susuz kalacak çocuklarımızın geleceği kaldı. Hepsini daha yüksek binalar, daha büyük şehirler ve daha çok para için feda ettik. Suyun belleği olduğunu sakın unutmayın! Su yolunu bulur elbet….
Farabi’deki ‘Tosca art’ sergi salonunda, ressam ve akademisyen sevgili Ceren Tekin Karagöz’ün, suya insan müdahalesinin yol açtığı çıkmazı resimlediği ‘Suyun belleği- Fırat’ sergisini gezdikten sonra hissettiklerimi yazdım. Siz de gidin... Çok etkileneceksiniz.
Endüstriyel ürünlerin miktarı, paketlenmesi, sevkiyatı ve hızlı tüketiminden kaynaklanan atıkların boyutunu düşündüğünüzde dehşete kapılmıyorsanız, başta çocuklarımız, doğa ve diğer tüm canlıların geleceği ile ilgili ilerde karşılaşacağımız sıkıntıların da henüz farkında değilsiniz. Makinenin girdiği herhangi bir üretim bandının göstereceği yüksek performans, aynı oranda doğaya vereceği tahribatla da eş değerdir. Hızlı yaşam alışkanlığının önümüze koyduğu ve koyacağı hedefler, bizi giderek daha da süratli bir yaşama sevk ediyor. Bununla da yetinmeyerek, yediğimiz, içtiğimiz, giydiklerimizin kalitesini de süratle düşürüyor. Çok fazla tüketimle tembelleşmeye yönelten ‘Kullan-At’ akımını zihnimize sokuyor, eşya tüketir gibi duygularımızı da tüketiyoruz. Market raflarında paketlenmiş ürünlerin naylon kamuflajıyla sizi mutluluğa çağıran sunumu; ürünün raf ömrünü uzatıyorsa da tükettiğinizde ne yazık ki sizinkini kısaltıyor. Çok popüler tanınmış isimlerin, giydiği pantolon, süründüğü parfüm, bindiği araç ve yediği dondurmanın sosyal ve görsel medyadaki görüntüleri gözlerimizi kamaştırıyor; geleceğimizle birlikte ruhumuzun da pazarlandığı gerçeğine ise gözlerimizi yumuyoruz. Geçmişte bir çeyiz sandığına sığan, bir ailenin tüm kıyafetleri, şimdilerde giyinmek için yapılan kocaman giyinme odalarına bile sığmıyor. Lütfen yavaş olun! Bu sürat, bu savurganlık, bu acele neden?
SOUL KITCHEN (RUHUN MUTFAĞI)
Günümüz koşullarında kullanmayı unuttuğumuz ancak herkesin içinde barındırdığı bir ruhu ve bu ruhun içgüdüsel tasarımlarla ürettiklerinin lezzetlendirildiği bir mutfağı var. Gözünüzde canlandırdığınız, bildiğiniz anlamda bir mutfak değil burası. Tencere, tava yok mesela, kepçe, kevgir ya da süzgeç yok, fırın da yok, blender da. Sevgi var en başta, saygı var, yaratıcılık var, sabır, anlayış, özen ve tüm olumlu duyguların bir arada ilmek ilmek işlendiği bir yürek var. Pişirdiğiniz yemek, diktiğiniz kıyafet, resimlediğiniz tablo ya da bestelediğiniz şarkı, sevdiğinize karşı biriktirdiğiniz duygular, hepsi ruhunuzun mutfağında lezzetleniyor. Geçenlerde, Kavaklıdere, Göreme Sokak’ta tesadüfen, sadece ruhun mutfağında üretilen ürünlerin sergilendiği bir mağaza-kafe ile karşılaştım; ismi haliyle tahmin ettiğiniz gibi ‘Soul Kitchen.’ Sevgili Nazlı ve Onat Tamergil’in güleç yüzlerine yansıyan ruh haliyle verdikleri bilgiler, ruhumu etkiledi, ben de gülümsedim. Sergilenen tüm ürünler tamamen el emeği, doğaya saygılı ve geleneksel bakış açısıyla ‘Evladiyelik’ denen cinsten ürünlerdi, hepsine ayrı ayrı kapıldım. Kafe kısmındaki ürünler yine ruhun mutfağından. Çok yakından bildiğim ‘Kakule Fırın’ın nefis tatlıları ile iyi kahve kavurucusu ‘Coffee Manifesto’nun kahveleri ruhunuzu mest edecek.
Yaşam... Karıncaların zarif ayaklarıyla toprağa işleniyor... Bal arısının çiçeğini döllediği elma, içindeki çekirdek tohumu ile yeniden yeşeriyor.
Doğada yaşayan tüm canlılar, doğanın alfabesini oluşturur. Doğanın binlerce harfinden sadece “insan” olanıyız biz. Henüz ne olduğunun farkında olmasak da bize yüklenen anlamın önemini kavramaktan kaçınıyor, anlamaya dahi çalışmıyoruz. Doğanın alfabesinde yan yana koyarak oluşturduğumuz kelimelerle kurduğumuz cümlelerde, kendimizi öznenin yerine koyup diğer canlılara karşı sağladığımız üstünlüğün zafer sarhoşluğuyla yaşıyoruz. Kendimize yüklediğimiz anlamın doğru olduğundan emin değilim. Doğanın ruhunu keşfedebildiğimiz ölçüde kendi ruhumuzu da keşfederiz. Yaşamın gizemi, doğayı anlamakla çözülür. Doğanın dili yaşamdır, anlamak gerek. Ölüm de ölümsüzlük de doğadadır. Ölümü hazmetmenin zayıflık olduğunu düşünürken, zayıflığın aslında ölümsüzlüğün de gizlendiği doğayı öldürmek olduğunu göremiyoruz. Ağaç, meyvesinin ölümüne üzülmez, yeniden yeşerteceği günlerin farkındadır çünkü. Yeniden doğacağımıza inanıyoruz ancak bu yeniden doğuşun bir havucun kökünde, bir asmanın yaprağında ya da bir buğday tanesinde olabilme ihtimaline inanmak istemiyoruz. Oysa ki ruhumuzun yeşereceği doğanın her parçasında kendimizi bulabiliriz. Ruhumuzun kirlenmemiş saf hali, toprağın özütüyle harmanlarken, toprak altındaki yolculuğunda toprakla arınan suyun saflığı ile ruhumuzun saflığı aynıdır. Suyun da ruhun da eşsiz lezzetine kavuşması bu saflığın sonucudur. Yaşamın öznesi durumuna gelmek, doğanın dengesini ve adaletini bozarken, kabullenemediğimiz doğal döngünün tersine adımlar atarak aslında kirlenmişliğin de altını çiziyoruz.
RUHUN KAPISI
Kapıların verdiği hisler gizemlidir. Çaldığımız kapının önünde beklerken, arkasında barındırdığı bilinmezliğin de heyecanına kapılırız. Kapı, sır ve giz çağrıştırırken, insanın da içinde gizlediği belki de varoluşunu sürdürmenin içgüdüsel dürtüleri, keşif ve merak arzusu devreye girer. Farkında olmadan kurguladığımız kapı arkasındaki muhtemel dünyanın kendi iç dünyamızla bağlantılı olduğunu bilmek, beklentilerimizin duygularımızı da yönlendirdiğini bilmektir. Son çaldığım kapı, daha önce açtıkları iki kapıdan yansıttıkları güzel iç dünyalarını iyi bildiğim anne Dilek İnaç ile kızları Göksu Cebi ve Side Gür’ün, Gaziosmanpaşa Hafta Sokak’ta yeni açtıkları “ruhun kapısı” diye nitelendirdiğim kapıydı. “Kapı Niki”ye gittiğimde farkına vardım ki, aslında hepimizin bir şekilde kafasında canlandırdığı bahçeli bir ev hayalinin, zihnimize verdiği dinginliğin ruhumuza da açılan kapı olduğuydu. Aile olmanın şahane duygularını fazlasıyla hisseden başta Furkan Cebi ve Sinan Gür olmak üzere, Kapı Niki’nin genç ve dinamik ekibi hakikaten göz kamaştırıyor. Açtıkları kapı’lara aile olgusunu yansıtmayı bilen, benim de gönülden desteklediğim bu anlayışın, ruhunuza da açılan kapı olduğunu gittiğinizde hissedeceksiniz.
Ruh, tüm canlılarda lezzet anlamına da gelmeli. Zira canlılık; lezzetin de ta kendisidir. Yemek de canlıdır ve elbette ruhu vardır, olmalıdır. Pişirilen yemeğin içeriğindeki detaylar, coğrafya, iklim, habitat ile pişirenin kültürü, görgüsü yemeğe ruhunu yani lezzetini verir. İnsanın lezzeti; ruhunu belirginleştiren en önemli ayrıntıyken, yemeğe ruh katan ayrıntıların; doğallık, samimiyet ve ahenkle bir araya gelişinin kaynağı, insan ve insanın özgün lezzetiyle doğru orantılıdır. Sosyoloji, kültür ve edebiyat, gelenekleri oluştururken, yaşam sanatının geleneklerden türeyen sağlıklı ağız tadıyla zenginleşmesi binlerce yılın deneyimlenmiş mirası ve sonucudur. Toprağın ruhunu bilen gelenekler, yer altından başlayarak yer üstüne yansıyan doğurganlığın dönemsel gelişimi, sağlık ve lezzetin hem doğrusunu hem de doruğunu hesaplayabilme özelliğine de sahip olurlar. Saygı ve sevgi, geleneği olan mutfakların baş aşçıları olmalıdır ve tüm Anadolu mutfaklarında da öyledir. Geleneksellik barındıran efsunlanmış ellerin, ruhun lezzetini temsil ettiği ve hak edene devredildiği, ‘El almak, el vermek’ deyimleri yemeğe ve pişirene duyulan saygıyı gösterir. Yemeği de yemeyi de önemseyin. Geleneklerinizde var, özünüze dönün. Hatırlayacaksınız...
MEZOPOTAMYADAN GELEN “HALAF”
‘Halaf kültürü’, Mezopotamya coğrafyasında fırınlanmış boya bezemeli çanak ve çömleğin yoğun kullanılmaya başlandığı bir döneme deniyor. Arapçada ‘miras veya varis’ anlamı da var. ‘Şef Anadolu’ olarak tanınan, halk mutfakları araştırmacısı sevgili ‘Adnan Şahin’in Ankara’mıza kazandırdığı bir geleneksel lokanta’nın da adı ‘Halaf’. Halk mutfağını yakından tanıyan usta şef Adnan Şahin’in sevgili eşi ve aynı zamanda İstanbul, Nişantaşı’ndaki ‘Sade Beşdenizler’ lokantasının da şefi ‘Deniz Çevik Şahin’le birlikte derledikleri geleneksel yemeklerin, pişirimi ve sunumları nefes kesici. ‘Kuzu möhre, selekli, çalma pekmezli tavuk, huruştu, elma kavurması, körpe gelin salatası’ gibi geleneksel yemeklerini, isimleriyle birlikte tadını da bilmiyor olma ihtimaliniz yüksek. Saydığım ve sayamadığım yemekler her gün pişmiyor ama gittiğinizde herhangi biri ya da birkaçıyla karşılaşma ihtimaliniz var. Halaf’ın usta başı sevgili Özcan usta, muhtemelen Adnan Şahin’den ‘el almış’ olmalı. Yemeklere verdiği nefasete hayran kaldım. Geleneklerimizin mirası yemeklerin, özüne uygun piştiği lokantanın varlığını; kendi kültürümüzün yemeğine duymamız gereken saygının, yeniden yeşermesi açısından önemsiyorum. Geleneklerimize yabancılaştığınızın farkındayım ama Köroğlu Caddesi’ndeki ‘Lokanta Halaf’a gittiğinizde özünüzü hatırlayacak, yabancılık çekmeyeceksiniz.
Siz yetişkinler ne kadar rahatsınız... Üretmeden tüketiyorsunuz. Hava bedava, su bedava, güneş, gökyüzü bedava. Okyanuslar ve deniz bedava. Ormanlardaki huzur, kuşların cıvıltısı bedava. Ağaçtaki meyve, dalındaki çiçek ve o çiçekten topladığı özütleri bal yapan arı bedava. Sütünü içtiğiniz inek, yününü giydiğiniz koyun, tüylerini yastık yaptığınız kuşlar bedava. Oh yan gel yat, Öyle mi? Cidden bedava mı sanıyorsunuz? Aşk olsun! Kimin adına ağaç kesiyorsunuz? Kaynağında kuruttuğunuz sularımızı kimin adına har vurup harman savuruyorsunuz. Su kaynakları kuruduğu için binlerce hayvanın susuzluktan öldüğünü, belki de yüzlercesinin ilerde neslinin tükeneceğinin farkında mısınız? Sıra biz insanlara geldiğinde mi akıllanacaksınız? Doğaya attığınız plastiklerle dünyamızı kimyasal çöplüğe çevirdiniz, neden? Ormanları yakarken düşünmediğiniz canların; sizinkinden önemsiz olduğunu mu sanıyorsunuz? Doğanın beleş nimetleri sayesinde yaşadığınızı unuttunuz mu? Düzelteyim, siz beleş sanıyorsunuz; hepsinin bedelini “biz” yani çocuklar, sizin çocuklarınız, bütün dünyanın çocukları ile birlikte ödeyeceğiz. Neden? Ağaç dikmek yerine kocaman binalar diktiniz; bizi göstermelik birkaç park alanına ve evimizin balkonlarındaki saksılara mahkûm ettiniz. Neden? Doğamızı, yani her şeyimizi tükettiniz de ondan. Yok öyle! Hesap ödemeden sıvışmak yok. Sizi dinlemiyoruz, siz bizi dinleyin artık. Ayağa kalkın ve bize yardım edin. Doğayı yeniden yeşerteceğiz.
CAN ATA O KADAR HAKLI Kİ
Can, birkaç ay sonra 10 yaşına girecek. Doğa ve sevgisi ile ilgili sohbet ederken sesindeki tını ve kurduğu sitemkâr cümlelerden küçük bedenindeki kocaman yüreğiyle; biz yetişkinlere vermek istediği mesajları yukarıdaki giriş yazımda tercüme etmeye çalıştım. O kadar haklıydı ki, konuştukça büyüyordu, telefonun diğer ucundaki ben küçülüyordum. Evinin balkonunda çimlendirdiği meyveleri ve yöntemlerini anlattığında çocuk aklından ziyade bir bilgenin derin izlerini taşıyordu. Ata tohumlarının öneminden bahsetti, çiftçilerimizin bilinçlendirilmesi ve desteklenmesine kadar vurgu yaptı. 5 yaşında kapıldığı doğa sevgisini borçlu olduğu TEMA gönüllüsü Tanfer Dinler’e buradan teşekkür etmemi istedi hem Can adına hem de kendi adıma teşekkür ediyorum.