Doğadan kopuş hızla sürerken, şehir hayatının başkalaştırdığı benliklerle tabiatı yok etme güdüsünün, damarlarımıza sirayet eden ısrarcı istilası ile yaşıyoruz. Kimlik bunalımı yaşadığımız ve aslında yaşadığımız bu bunalımın ne anlama geldiğini bir türlü çözemeyerek, girdiğimiz anlaşılmaz davranışlara yakıştırdığımız ruh hallerini isimlendiriyor ve ‘doğru’ diye yaşıyoruz. Sürekli arayış içinde olduğumuz ancak neyi aradığımızın farkında olamadığımız, dizginleyemediğimiz arzuların bizi getirdiği eşiğin anlamını da bilmiyoruz. Bu ruhsal çalkantının doğayla alışverişinde mutlak hâkimiyete ve bu hâkimiyetin susup sessiz kalan doğanın tüm bileşenlerini kontrol altına aldığımız sanrısına kapılarak hazırladığımız sonumuzun bir işareti belki de. Binlerce yıl önce doğanın bir parçası olarak başlayan yolculuğunun içinden sıyırdığı bedenine zamanla yüklediği kibirle; içinden çıktığı doğanın gerçek duruşuna ve kendi doğallığına da isyan etmiş insanoğlu. Gönlünün söylediğini aklına, aklının söylediğini gönlüne dinletememiş. Kapana kısılmış her seferinde. Asırlarla keşfettiği doğruları inkar ederken, hükmetmenin, boyunduruk takmanın büyüsüyle bir süre sonra avlanıp karnını doyurduğu hayvanlardan farklı görmemiş kendinden olanı. Elinde sopayla diğerine çoban olmuş, başkasının elindeki daha büyük sopaya köle olmuş. Bilemedim, içinden çıkamadım çünkü, “insan ne karmaşık bir hayvan, anlaşılması mümkün olmayan bir et yumağı. İnsani duygu ne, hayvani duygu ne? Hangisi doğru farkında bile değil ki...”
‘SUS BARBATUS’
Bir romanın yazım evrelerini aşama aşama yazarının ruh haliyle birlikte hissettiren bir sergiye ilk kez şahit oldum. Bir doğa, hayvan ve insan romanı ‘Sus Barbatus’; aslında sakallı bir yaban domuzu türünün de adı. Yazar Faruk Duman’ın Yapı Kredi Yayınları’ndan yayınlanan üç ciltlik “Sus Barbatus” romanını yazarken kullandığı karalama defterleri, sayfa kenarlarına aldığı notlar, kafasında canlandırdığı sahne veya figürlerin çizimleri, romanın kronolojik gelişimine göre sergilenmiş. Çizimlerine hayranlık duyduğum Farabi’deki ‘Tosca Art Galeri’nin küratörü ressam ‘Selin Saygılı’ kitabın hem kapağı hem de içeriğindeki resimleri çizmiş. Henüz okumadım ama Orhan Kemal ve Cevdet Kudret roman ödüllerine layık görülmüş olması mutlak okunması gerektiğine işaret. Bir modern zaman masalı lezzetindeki romanın damağa bırakacağı tadı merak ediyorum. Serginin tanıtım metnindeki “Doğanın tahrip edilmediği, ütopyaların geçerli olduğu, emeğin ve adaletin saygınlığını yitirmediği, masumiyetin egemen olduğu zamanlar…” cümlesi, romanın özlediğimiz insani duyguları yeniden yeşertmesi anlamında uyarıcı olduğu izlenimi veriyor. Sergiyi gezerken Yazar Faruk Duman’ın bedeniyle karşılaşamadım ama ruhu Barbatus’la birlikte neredeyse serginin her köşesindeydi, hissettim. Sevgili Selin ruhen ve bedenen hep orada. ‘Tosca Art Galeri’deki sergi 3 Nisan’a kadar devam edecek. Gidin ve Barbatus’un peşine takılın, seveceksiniz.
Dışarı çıkmadan aynaya bakmayanımız var mı? Bakıyoruz, hem de her fırsatta baktığımız yüzümüzün fiziki durumunu, kırışıklıkları, döküntüleri, siyah noktaların gelişimini yakından biliyoruz. Yüzümüzü yıkarken, dişlerimizi fırçalarken, kadınlar makyaj, erkekler sakal tıraşı olurken aynayla haşır neşir hallerimiz var. Yüzünüzün dışarıdan görünen ve farklı duygularda aldığı şekli ayna karşısında sürekli deneyimlerken, aynada görünmeyen iç yüzünüzün şeklini merak ettiğinizi düşünmüyorum. Ya da şöyle bakmakta fayda var “Bir iç yüz var mı ve ne işe yarar?” Bu soru ve benzeri niceleri ile yüzleşmekten kaçtığımız için ne işe yaradığını unutmuş olma ihtimalimiz yüksek. Giydiğimiz kıyafetlere, işimize veya yaşadığımız sosyal çevreye uydurduğumuz yüzümüzün, gerçek duygularımızı temsil etmeyebileceğini düşündüğünüzü de sanmıyorum. Fiziki cazibesini ön plana koyduğumuz görünümümüzün içimizde kalan kısmını saklıyor olmamız da muhtemel. Birine güzel şeyler söylediğinizde dışarıdaki yüzünüzün içerdeki yüzünüzle hem fikir olduğundan emin olamamak da cabası. Dışarıya yansıttığımız tercihlerimizle, içimizde yerleşik yaşayan asıl fikirlerin çelişmesinden rahatsız olmamak nasıl bir samimiyetsizliktir ki, insanlık onurunu unutturuyor? Aynaya bakarken kendinizden kaçırdığınız gözlerinizin aslında size bir şeyler anlatmaya çalıştığını düşündüğünüz oldu mu hiç? Olmadıysa; aynaya iyice bakın... cesaretiniz varsa, gözlerinizi gözlerinizden kaçırmadan bakın ve hangi yüzle yaşadığınıza siz karar verin.
HER ŞEY “EKMEK ARASI”
Başkent Oto Sanayi Sitesi, yani bilinen adıyla ‘Şaşmaz’daki Bizim Köfteci, Nurettin ustanın cadde kenarı lokantasında oğlu Cesur usta duruyor. Aylar önce babasının mekânını yazmıştım, tadı damağımda kalan döner ve köftenin aşkına bu sefer de Cesur’un yerine gittim. Sevgili Cesur, babasının geleneksel esnaf lokantasının tabaklarla servis edilen et ve ürünlerinin aksine her şeyi ekmek arasına koyarak ayaküstü iştah açıyor. Cız ve bız sesleri, kalabalığın arasından sıyrılarak kulağınıza değdiğinde ağzınız sulanıyor, damağınız etin tazeliğine kavuşmak için sabırsızlanırken yayılan kokuyla teselli bulmak pek de kâr etmiyor. Çok fazla beklemeden avuç içine yerleştirdiğiniz ekmeği ısırırken aldığınız hazza siz de inanamıyor daha elinizdeki bitmeden ikincisine göz kırpıyorsunuz. Köftesi de döneri de nefis ve şehir merkezine uzak olmasına rağmen tüm Ankara biliyor. Ben ekmeğin arasına koyduğu bifteğe de kokusuna da bayıldım. Bifteğin sulu pişiriminin ustalık, damağa bıraktığı keyfin, etin lezzetiyle alakalı olduğunu anlıyorsunuz. Sonrasında klasik tatlılar, bol fındıklı keşkül ve fıstıklı supangle var.
Her şeye sahip olma hırsıyla yanıp tutuşurken; hükmetme, elde etme ve ne olursa olsun kontrol etme arzusunun esir aldığı ruhumuzun, sessizliğe bürünmesi hayra alamet değil. Fiziki bedenimiz açgözlülükle ortalıkta dolanırken; ruhumuzu kaybetmişiz de haberimiz yokmuş gibi davranıyoruz. Sevgiden, güzellikten, iyilikten beslenen ruhun açlıktan ölmek üzere olduğu gerçeğini görmezden gelerek sadece birer beden olarak yaşamaya alışmanın anlamını düşünsenize? Ruh kaybolunca gönül gözü de kapanıyor ve artık; ağacı kütük, denizi su, toprağı bina, hayvanı et, güneşi sıcak, karı soğuk, yağmuru sel, barışı savaş, hayatı para ve en önemlisi kadını beden olarak gören bir akıl tutulması ile zihniyet karmaşasına kapıldık. Kaybolan ruhumuzu aramak yerine, yokluğuna alışmaya çalışmanın bizi götüreceği yeri tahmin edersiniz sanırım. Durum hiç iç açıcı değil, ruhunuzu geri çağırın ya da siz ona geri dönün.
KADIN EMEĞİNE DESTEK GİRİŞİMİ ‘ALFA ARGE’
Şehirde doğmuş büyümüş, faklı alanlarda profesyonel olarak çalışmış ve halen çalışmakta olan, doğru ve temiz beslenmenin önemine inanmış bir grup duyarlı kadın tarafından kurulmuş bir kadın kooperatifi ‘Alfa arge.’ Kendilerini ifade etmek için kullandıkları şu cümlelere bayıldım. “Dalında kalan limonun, tarlada çürüyen patatesin hepimizin geleceğinden bir şeyler çaldığını biliyoruz. Üretmek, üretilene değer katmak, kadın emeğini hak ettiği yere ulaştırmak ve dünyayı daha yaşanabilir kılmak en büyük hayalimiz...” Yürekten desteklediğim bu bakış açısıyla umutlarımızın da tazelendiği hissine kapıldım.
SİYAH SARIMSAK
Çok fazla bilinmeyen siyah sarımsak aslında normal sarımsağın 45-60 gün özel yöntemlerle mayalanarak elde edilmiş halidir. Fermantasyon sürecinden sonra bildiğimiz koku ve tadını kaybetse de bilinen faydaları katlanıyor (Çok güçlü bir antioksidandır. Kanser hücrelerinin büyümesini engeller. Kan şekerini düşürerek obezite ile mücadeleye katkı sağlar. Bağışıklık sistemini destekler.) Kuru meyve tadında lezzetlenen siyah sarımsağı yemeklere katabildiğiniz gibi, tek başına da tüketebiliyorsunuz. Kadın girişimi ‘Alfa arge’nin Kastamonu’daki kadın üreticilerle birlikte coğrafi işaretli ‘Taşköprü Mürdük (Tek diş)’ sarımsağından işleyip satışa sunduğu siyah sarımsağı www.alfaarge.com internet sitesinden edinebiliyorsunuz.
Anılarla yürüyünce kayboluyorsun. Yürümenin bedene verdiği fiziksel dinginlikle, ruha yansıttığı huzurun ahengi; kalben yayılan enerjiyle adımlara, oradan da sokaklara nüfuz ediyor. Senden önce aynı sokaklarda adımlayanların ruh halinden sokaklar gibi sen de etkileniyorsun. Yaşanmışlığın, sokaklara verdiği hüznü, melankoliyi ya da mutluluğu algıladığında tuhaf oluyorsun. Adımların kalp atışlarına ayak uydurmaya başlıyor, bazen hızlanırken bazen de yavaşlıyorsun. Hele bir de ilkbaharsa mevsim, zihninde sararmış anıların yeniden yeşeriyor. Birden havanın kokusu değişiyor, arabaların gürültüsünden, kuşların cıvıltısına, hatta kalp atışlarının bile; renk ve ses tonları, anılara, yani siyah ve beyaz’a bürünüyor. O zamanki hislerin seni sürüklediği geçmişin sokakları, binaları ve insanlarıyla yürümeye başlıyorsun. Şimdiki zamandan daha doğal, daha sade ve insancıl duygulara bürünüyor; yürüyüşün anlam kazanıyor, mutlu oluyorsun. Zihninde canlanmaya başlayan anıların görüntülerini dondurmak ve doyasıya koklamak istiyorsun aslında. Donuk görüntünün içine giriyorsun sonra da. Yürüyüşün yüzündeki gülümsemeyle sürüyor, belki de hüzünleniyorsun. Geleceği, geçmişin içinden seçtiğin anekdotlarla kurguluyor; adımladığın sokakların yaşanmışlıklarından alıntıladığın ipuçlarıyla aydınlatarak önünü görmeye başlıyorsun. Senden önce bu sokaklarda yürüyenleri düşündüğün gibi, senden sonra yürüyecek olanlara bırakacağın güzel duyguları şekillendirip, donuklaşan görüntüyü gelecek hayallere koyuyor ve renklendiriyorsun.
SİYAH BEYAZ ŞÖMİNELİ EV
1984 yılında Mimar Faruk Sade ve Fulya Sade çiftinin kurduğu Ankara’nın en eski çağdaş sanat galerisi ‘Siyah Beyaz’ın 30. yıl anısına hazırlanan ‘Simsiyah Bembeyaz’ isimli belgeseli izledikten sonra kapıldığım duyguların yazıya dökebildiğim kadarını yukarıdaki giriş paragrafında okuduğunuzu umuyorum. İzlemek isterseniz YouTube’da var. Galerinin alt katındaki barına indiğinizde belgesel devam ediyor. Barın ismine ilham kaynağı olan siyah beyaz mermer şömine halen yerinde, bar tezgâhı, bar tabureleri, tonet sandalyeler, sahne, kurulduğu günden bu yana sahne alan efsanevi gurup ‘Exit’ ve renkler ilk günkü gibi taze ve siyah beyaz. Dünyanın her yerinden ünlü, ünsüz ama hem duygusu hem de kendisi orijinal; stüdyolardan toplanmış tam bin 97 siyah beyaz fotoğraf; asılı oldukları yerden anılara ve gönüllere göz kırpıyorlar. Kurucu Faruk Sade, müzisyen Gürbüz Barlas, oyuncu Tunçel Kurtiz ve unutulmaz gazeteci Uğur Mumcu’nun fotoğrafları ışıklardayken, diğer müdavimlerin fotoğrafları hayata gülümsemeye devam edip yüreklere su serpiyor. Ankara sokaklarında siyah beyaz yürüyüşe çıkın. Son kırk yılın çağdaş sanatına ev sahipliği yapmış 1954 yılında inşa edilen Kavaklıdere Caddesi’ndeki, Kavaklıdere Apartmanı’na vardığınızda ilkbahar ve Ankara kapıyı açacak.
Kafamız çok karışık. Her anlamda çok karışık hem de. Hayat, dünya, evren, maneviyat gibi ağır ve felsefik konular var, onlar hep bir köşede duruyor. Geçmişin hatıraları, geleceğin hayalleriyle epeyce oyalanıyoruz, Allah’tan çok sık değil, arada yokluyorlar. Geçim derdi, anı yaşamak, yarını planlamak değişkenlik gösterse de her an aklımızda. Komşunun kızı, kaynımın oğlu, arkadaşın eşi dedikoduları bir nebze ferahlatıyor ama bazen de kabak tadı vermiyor değil hani. Armudun sapı, üzümün çöpü, ciğercinin kedisi alınganlıkları var; o ayrı bir dert zaten. Aşk, meşk, güzeldi, yakışıklıydı, baktıydı, bakmadıydı gibi ince meselelere de kapılıyor; en çok da bunlara kafa yoruyoruz. İlk tanıştığımız gün, ilk buluştuğumuz gün, doğum günü, sevgililer günü, bayram günü, seyran günü gibi ayrıcalık oturtarak özelleştirdiğimiz günler var bir de. Hatırlaması, hazırlanması, sürprizi, egosu, kaprisi ile girdiğinde içinden çıkamadığın bir labirent, adeta bambaşka bir dünya. İyi hissetmek, mutlu olmak, huzuru duyumsamak için sürekli yeni duygular, ritüeller ya da totemler deneyimlerken bir türlü kendimizi mutlu edemiyoruz. Ne kendimizden hoşnut, ne de bir başkasından memnunuz. Şikâyetler diz boyu ancak çözümsüzlük ya da çözümlememe arzusu adam boyu neredeyse. Ben içinden çıkamadım, bir de siz düşünün... Neden?
‘CHIT CHAT’ (GEYİK SOHBETİ)
Ağır olmayan gırgır, şamata konular, çokça abartı ve bolca hayal ürünü barındıran ‘Geyik muhabbeti’ vazgeçemediğimiz ve içine girdiğimizde kendimizden de geçtiğimiz bir sohbet türü değil midir? Hiç bir şey öğrenmeden, boşa harcanan zaman olarak değerlendirilse de aslında çoğu insanın yapmaktan hoşlandığı faydasız geyik muhabbetini faydalı hale getirmenin bir yolunu buldum sanki. Kavaklıdere, Farabi Sokak’ta rastladığım kafenin adıydı ‘Chit Chat.’ Logosunda İngilizce yazan ‘English course in a cafe’ yani ‘Kafede İngilizce kursu’ ilgimi çekti. Merak mı, geyik özlemi mi seçemedim ama sohbetin de kafenin de içine girmek istedim, girdim de. Kafenin uyguladığı geyik sohbetiyle İngilizce öğrenme fikrinin genç yaratıcısı sevgili ‘Umur Yollı’ ile geyik muhabbeti konusunda hemfikirdik. “İnsanlar sevdiği konuları konuşarak daha çabuk dil öğreniyor” tespitiyle yola çıkmış. Dershane fikrinin iticiliğini, kafe fikriyle rahatlatmış, içine girdiğimde ben de rahatladım. Kafe havasının yanı sıra camekanlardan oluşturulan bölmelerde İngilizce seviyelerine göre ayrılan öğrencilerin; hayal ettikleri şehir veya ülkedeymiş gibi canlandırdıkları geyik muhabbetine keyifle kapıldıklarını gözlemledim. Kafede isteseniz de Türkçe konuşamıyorsunuz, kahve veya kek siparişini verdiğiniz barista Türkçe bilmiyor, tarzanca da olsa kahveyi nasıl istediğinizi anlatmak zorundasınız. Kursa kaydınızı yaparsanız haftanın üç günü ders niteliğinde keyif, diğer günler kafenin yabancı uyruklu müdavim ve hocalarıyla kahve çay eşliğinde İngilizce ‘Chit Chat’ yani geyik muhabbeti serbest. Bu muhabbete de fikre de bayıldım, uğrayın derim.
“Neyi sevdiğinizi biliyor musunuz?” Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle “sevmeyi” biliyor olmanız gerek. O zaman doğru soru bu olmalı “Sevmeyi biliyor musunuz?” Bildiğimizi zannettiğimiz çok şey olduğu gibi sevdiğimizi sandığımız birçok şeyin hayatımızı yönlendirdiği aşikâr.
Her güzel duygunun sevgiye dönüşme olasılığı olduğu gibi her hissettiğiniz güzel duyguyu sevgi sanıyor olma ihtimalini unutmamak gerek. Samimi olduğunuz zaman, sevdiğiniz ya da sevdiğinizi sandığınız şeyleri ayrıştırabiliyorsunuz. Hepimizin çok iyi bildiği ancak çoğu zaman bilmezden geldiği temel değerin “saygı” olduğu konusunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Peki, sevdiğinizi sandığınız şey her ne ise saygı duyuyor musunuz? Buna cevap verebilmek için çimdiklenmeye ihtiyacınız olmadığını umuyorum. Bilip de çoğu zaman unuttuğunuz ya da bilmezden geldiğiniz bir başka gerçeğin “sevgide koşulsuzluk” olduğunun farkında mısınız? Değilseniz, farkına varmak için ne yapmak gerektiği konusunda kafa yormak yerine, akıllı telefonunuzla sosyal medyada dolaşmayı yeğlemeniz de olası. Burada duraklayıp yukarıda bahsettiğim “saygı ve sevgide koşulsuzluk” örneklerini düşünerek içinizden, “Bildiğimiz şeyler” ya da “Klişe” diyerek burun kıvırmış da olabilirsiniz. İşte asıl sorun da bundan kaynaklanıyor. Klişeleştirdiğiniz ama uygulamayı zül saydığınız temel değerler yerine, kendinizi kandırmayı ve kandırılmayı daha pratik bulup yüzleşmekten kaçtığınızda, sevginin gerçek tadını unutuyor, kalbe göre değil, şekle göre sevmeye başlıyorsunuz. Ne acı...
SANAT, YEMEK, AŞK ‘DEPPO 29’
Gözlerden ırak ama gidip tadına vardığınızda gönlünüzden ırak olmayacak bir mekân “Deppo 29.”
Ne isteriz hayattan? Mutluluk, sevgi, huzur, sağlık, başarı, bol para ya da hepsi birden sanırım. Peki! biz hayata ne verdik? Düşündünüz mü hiç? Yukarıda sıraladığım hayattan beklentilerimizin hepsi olmasa da en azından bir kısmını hayatın kendisine geri verdik mi hiç? Bir kısmından da vazgeçiyorum sadece bir tanesini, en samimi olması gerekeni, yani ‘sevgiyi’ yeterince verebiliyor muyuz? Hiç sanmıyorum... Sevgi sandığımız birçok yanlış duyguyu hayata enjekte ettiğimizi biliyorum. Karşılık bekleyerek yaptığımız her şey sevgiden yoksundur mesela. Şefkat barındırmayan yardımlarda da sevgiyi bulamazsınız. Bir kedinin karnını doyurduğunuzda, başını okşamıyorsanız, sevgiden bahsedebilir misiniz? Acı çeken birine sarılmıyorsanız ya da sevgilinize götürdüğünüz bir çiçeği dalından kopardığınızda içiniz cız etmiyorsa; sevgiden bahsetmenin anlamı var mıdır?
Sistemsel olarak sevgi, kalp, aşk kelimelerinin en çok kullanılacağı bir haftaya giriyoruz. ‘Sevgililer Günü’ hashtag’leri açılacak, mağazalar kampanyalar başlatacak, restoranlar özel programlarla müşterilerini mutlu etmenin yollarını arayacak. İçerisinde sevgi ve aşk sözcüklerinin olduğu birçok cümle sadece bir gün için ayyuka çıkacak. Peki ya sonra ne olacak? Sevgi, sadece bir gün yaşanan bir duygu olsaydı, sizce hayat akar mıydı? Her günü ‘sevgi’ duygusuyla yaşamak için herhangi bir engel var mı acaba bilmediğimiz?
RUHUNUZA İYİ GELECEK ‘CAFE PİAF’
Göz kamaştıran, hayatımızın tam da odağına yani zihnine yerleşerek esas can alıcı noktası kalbini ele geçiren sanal dünyanın gerçeklikten uzak atmosferi, insanın genetik kodlarındaki doğal ve içgüdüsel davranışlarına kadar sızarak, insanlıktan çıkaracak raddeye getirebilmesine verdiğimiz tepki de sanal olsa gerek.
“Ay inanmıyorum, bunu da mı yaptılar!” ya da “İnsan gibi düşünüyor, her şey gerçekmiş gibi sanki...” diyerek verdiğimiz tepkilerin, sanal olduğunun farkında olamayacak kadar sanallığa kapılmış olmamız ürkütücü değil mi?
Bu durum karşısında kendimizi sorgulamamız gerekirken, hayret ve hayranlık uyandırmış olması, düşünce yöntemimizin de sanallaşmaya başladığının bir kanıtı sayılmaz mı?
İnsanın ruhunu pas geçip, bir türlü dizginleyemediği açgözlülüğünü hedef alan, giderek sahteleşen gıda, tekstil, makine fark etmez tüm endüstriyel üretim ve tekniklerinin kurduğu sahte dünyada, doğal olabilmenin bedeli olarak “üretim hatası” muamelesi görüp defolu mallar gibi bir kenara ayrılıyorsak vay halimize.
Sosyal medyada tek tık’la attırabildiğimiz kalple, sevdiğimizi gördüğümüz anda hızlanan gerçek kalp atışlarını bir tutabilir miyiz? Mesajlaşırken bilgisayara veya telefona yazılanla, mektuplaşırken ifade edebilmek için yazılan onlarca sayfanın sonunda anlaşılan “Seni seviyorum” cümlesi aynı kefeye konabilir mi?
Yıllarca belki de asırlarca biriktirilen deneyimle, sevgiyi söz söylemeden gösterebilmenin duygusunu öğrenen insan nasıl olur da böylesi kolay aldanabiliyor? Neşet Usta demişti:
“Ah yalan dünyada, yalandan yüzüme gülen dünyada...”