Bilmek acıtır

KENTTE duygusal yolculuklar bazen eskiden çok iyi bildiğin bir sokakta sabah güneşindeki bir yürüyüşe benziyor.

Tıpkı Ayrancı’da Gelincik Sokak’ta güneşin doğuşunu, balkona kollarını uzatmış bir kayısı ağacındaki çağlaları yiyerek karşıladığımız ilk gençlik günlerimizdeki gibi.
Bayramda iki gün İstanbul’daydım.
Arkamda neler neler bırakmadım ki o iki günde... Gündem saptırıcı içki tartışmaları, büfelere yapılan gece baskıları, katledilen şehircilik anlayışları, üzeri kazınan cumhuriyet değerleri, çoğu zaman kızgınlıktan mide bulantısına dönüşen hastalıklı tartışmaları unuttum...
İstanbul, fantastik, bir o kadar da insanı zenginleştiren bir şehir.
Kimi zaman bilmek acıtıcıdır, acıtır.
İstanbul’u görmek de bazen Ankara’nın kaybettiklerinin acıtıcı gerçeğini çarpıyor insanın yüzüne.
Bir Ankara aşığı olarak zor kabullenilecek bu gerçeği bize yaşatanları bu kent nasıl anacak bilemiyorum. Ama kabullenmeliyiz ki, Ankara artık sürprizlerini kaybetti. Sevdalarını, deliliklerini, coşkularını, taşkınlıklarını, tutkularını da...
Ankara’nın zenginleştiren, çoğaltan bir yönü kaldı mı?
Edebiyatçılarını, müzisyenlerini, aydınlarını, bilim adamlarını İstanbul’a ihraç etti çoğunlukla. Ve direnen bir kaç Ankara aşığı dışında artık ne bir sanatçı yetişiyor ve kalıyor Başkent’te ne de bir bilim adamı.
Çünkü bu kentin dinamikleri, sanatsal ve kültürel üretimi körüklemiyor, köstekliyor.
Asmalı Mescit’in canlı sokaklarını gördüğümde bir kez daha anladım.
Deliliklerimizi yok ettiğimizi ve bu yok ettiğimiz deliliklerimizin aslında bu çorak topraklara inşa edilmiş hayallerimizi yıktığını...
O delice birbirini takmayan kalabalık bizleri rahatsız edebilir.
Ama orada gerçek bir ruh ve valör var.
Eskiye öykünmeyi ne hastalıklı bir nostalji gibi algılamalı ne de geçmişe tırnaklarıyla sarılmış ve geleceğe uzanamayan mülkiyetçi bir yapı olarak düşünmeli.
Aynı sokakta, tıpkı on yıllar, ya da kimbilir üç gün önceki anılarımızı arıyor, bulmak istiyoruz. Adı üstünde onlar anı. An’dan türemiş.
Ama artık o “anı”lar başka “an”lardan türeyecek, doğacak, gelişecek, eskiyecek, eskidiği kadar lezzetlenecek...
Ama anlaşılan o eski anları hatırlamamız için, iz bırakacak ve geleceğe uzanan bir şehir aradığımızda bu Ankara olmayacak.
O zaman bizler de Cemal Süreya ustanın Hür Hamamlar Denizi’ndeki Süleyman’ı gibi, geçirdiğimiz gibi başımıza şapkamızı kalkıp dosdoğru Eskişehir’e gideceğiz belki.
Bir çok Ankaralı’nın yaptığı gibi Porsuk kenarında otururken kahvemizi yudumlayıp kendisini değil şehri seven bir yönetim anlayışının kıymetini anlayacağız.

Doksan öncesine mi dönmek istiyorsunuz

SANIRIM 80’li yılların sonu, 90’ların başıydı.
Demetevler’de bir bakkal vardı. Geceleri sigara ya da içki alacak “nöbetçi” bir yer arandığında o ışıkları karartılmış dükkana gider elinizdeki bozuk parayla cama hafifçe vururdunuz:
“Çıt çıt...”
Karanlıktan bir çift göz önce sizi süzer, sonra simanız tanıdık gelince hafifçe kapının kilidini açar, istediğiniz neyse onu verirdi. Çünkü geceleri bakkalların ya da büfelerin açılması yasaktı. Bundan dolayı o bakkalın adı “Çıt Çıt” kaldı.
Ama sonraki yıllarda geceleri alışveriş yapabileceğiniz bir çok market, büfe açıldı.
Yine o yıllarda her siyasi tartışmada klişe bir cümle kurulurdu:
“Seksen öncesine mi dönmek istiyorsunuz?”
12 Eylül öncesi karışık dönemlere yapılan bu göndermeydi bu cümle. Ben de şimdi soruyorum:
“Doksan öncesine mi dönmek istiyorsunuz?”
Hani geceleri bir şişe bira, bir paket sigara, meşrubat yahut da bisküvi almak için böyle Çıt Çıt büfelere ihtiyaç duyulan o 90’lı yıllara?
Değişen bürokratik ve siyasi yapısı nedeniyle içkili lokantları kayboluyor zaten Ankara’nın birer birer, geceleri insanlar evlerine tıkılmak isteniyor.
Biraraya gelmelerinden, eğlenmelerinden, konuşmalarından, sosyal ilişkilerden duyulan bir korku bu belki.
Tıpkı Ankara’yı meydansız bırakan agorafobik anlayış gibi yeni dönem zihniyeti de bizleri geceleri köy yerinde gibi erkenden “uyutmak” istiyor.
Yazarın Tüm Yazıları