29 Şubat 2004
<B>HAZIR</B> <B>Kotler</B> ve <B>Trias De Bes</B>'in <B>Yanal Pazarlama</B> kitabından söz açılmışken <B>‘‘Yanal pazarlama da ne ola ki?’’</B> sorusunun yanıtını verelim.‘‘Yanal Pazarlama’’ adını, dünyanın ünlü ‘‘yaratıcı düşünce’’ gurusu Edward de Bono'nun önerdiği bir fikir üretme tekniğinden alıyor. Bu tekniğin özeti şu: ‘‘Bir konuda o zamana kadar düşünülenlerden farklı düşün! Kalıpları kır!’’ Örnek: Anne-babaların tatlı-korkulu rüyası, çocukların sevgilisi yumurta çikolata Kinder Surprise.
Kinder Surprise ilk kez 1972 yılında İtalya'da piyasaya sürülmüş. Daha sonra 1975'te Kanada'da üretilmeye başlamış ve hızla tüm Avrupa çocuklarını zaptetmiş. Yumurta çikolata fikrinin babası Ferraro isimli bir İtalyan girişimci. Kinder'den önce ‘‘atıştırma pazarı’’ şekerlemeler, sakızlar, çerezler, cipsler ve diğer tuzlular, dondurmalar ve çikolatalardan oluşuyormuş. Ferraro, çikolata pazarına yeni bir ürünle girmek istemiş. Düz düşünen bir firma ne yapar? Hemen yeni bir tad, yeni bir içerikle klasik kategorilerdeki çikolatalardan birini üretir. Ferrora ise bugün bize çok sıradan gelen yeni bir ürün konsepti geliştirmiş: İçinden oyuncak çıkan, çocukların koleksiyon merakını gıdıklayan yumurta çikolata!
Ferraro'nun bildiği şu: Çikolata aile onayıyla alınan bir şey ve ailelere bir çikolata alırken ek bir neden verirsen, onların onayını daha kolay alırsın! İşte farklı düşünmenin gücü, işte yanal pazarlama!
Bugün çocuğu olmayan bir yetişkin için Kinder Surprise ile diğer çikolatalar arasında bir fark yoktur. Siz bu farkı bir de çocuğu olan birine sorun. O size Kinder nasıl ‘‘oyun’’ gereksinimini karşıladığını anlatır. Çikolata işindekiler de sıkça şöyle söyler: Kinder'den sonra çikolata pazarı eski çikolata pazarı değil! Yeni bir şey üretip zengin olma peşinde koşanlar size sesleniyorum:
Amacınıza ulaşmak istiyorsanız, önce insanı iyi analiz edin, sonra kalıpların dışına çıkıp düşünün. Her şeyi daha önce yapmış olduğunuz gibi yaparak nasıl fark yaratabilirsiniz?
5 bin ev şart!
TÜRKİYE'deki televizyon ölçümlerini yapan AGB Anadolu 1951 olan ‘‘peoplemeter’’ takılı hane sayısını 2004'te 300 artırarak 2 bin 251 yapmayı planlıyor. Bu hergün ortalama net 2 bin evden (yaklaşık 8 bin 500 kişi) veri çekmek demek. Ne yazık ki bu rakam artık televizyon dünyasında girdiğimiz kısır döngüden çıkmak için yeterli değil. Türkiye'de bazen 100 bin, bazen iki 200 bin, bazen 500 yüz, hatta 1 milyon insan ‘‘kitle programları’’ dışındaki birçok programı izliyorlar ama alt hücrelerdeki denek sayıları bu izleyici büyüklüklerini sağlıklı saptamaya yetmiyor. Günün sonunda bu programlar tercih edilmiyor gibi görünüp, buradaki izleme potansiyeli de ‘‘kitle programlarına’’ tahvil ediliyor. Böylece hem satın alma gücü yüksek olan bir kesime reklamverenin ulaşma kanalı tıkanıyor, hem de daha yüksek seviyeli kültür ürünlerinin üretimi engelleniyor. Burada sorunun kaynağı AGB değil. AGB bu yıl ekleyeceği 300 cihazı bile TİAK'a eşantiyon veriyor. Sorun Türkiye'deki reklam yatırımlarının istendiği şekilde artmaması, ölçümün sponsorları olan televizyon kanalları ve reklam ajanslarının araştırmanın genişlemesi için gerekli parayı ödeyememeleri. Oysa hem yüksek seviyeli kültür ürünlerinin yaşaması hem de ıskalamayan medya planları için 5 bin haneye çıkmak şart! Zaten plan da bu değil miydi?
Alameti Farika'nın ‘farika’sı nerede?
HÁLÁ reklam sektörü Serdar Erener'in WPP'nin (WPP Y&R/Reklamevi'nin sahibi olan dünya reklam devi) sahibi Sir Martin Sorell'den kaç para istediğini, bu isteğe karşılık Sorell'in Erener'e kaç para verdiğini konuşuyor. Bana gelen son bilgi şöyle Serdar Erener yılda 2 milyon dolar istemiş, Sorell de 1.7 milyon dolar vermiş, yani pazarlık topu topu bir 300 bin dolarda sıkışmış. Bu bilgiden anlaşılıyor ki ‘‘Akacak kan, ne verirlerse versinler, damarda durmayacakmış!’’
Hazır söz bu kez de Serdar Erener'den açılmışken, Y&R Reklamevi cephesinde neler oluyor ona bakalım. Bildiğiniz gibi Serdar Erener ayrıldığı Y&R/Reklamevi ile olan sözleşmesi gereği reklam yasaklısı. Erener'in bir yıl boyunca ayrıldığı tarihten önceki iki yıl içinde Y&R müşterisi olmuş markalara her türlü reklam hizmeti vermesi yasak. Bu nedenle Erener'le birlikte Y&R'den ayrılan Uğurcan Ataoğlu'nun kurduğu Alameti Farika isimli reklam ajansına Erener ortak değil. Ancak Erener'le birlikte Y&R'den ayrılan 14 kişi şimdi Alameti Farika'da çalışıyor. Üstelik 100 milyon dolar ciro yapan Y&R/Reklamevi'nin 20 milyon dolarlık ciro yapan müşteri portföyü de Alameti Farika'ya geçti. Hazır Kart ve Turkcell'in tüketiciye yönelik imaj reklamları, Garanti Bankası, Garanti Emeklilik, Cola-Turka, Dalin, Voila, Çamlıca, Biskrem, Bonuskart artık Alameti Farika'da.
Şimdi sorarım size ‘‘Eğer Serdar Erener yoksa niye bu markalar Alameti Farika'da?''. Bu sorunun iki yanıtı olabilir.
Ya Serdar Erener hakkında bildiklerimiz yanlış, o bir reklam dahisi değil (ki bence deha).
Ya da koca koca markalar (markam ortada kalmasın korkusuyla) bir hülleye göz yumuyorlar, burası Türkiye, buradan çıkış yok!
Bu soruyu Y&R/Reklamevi'nin yeni genel Genel Müdürü Arzu Ünal'a sordum. ‘‘Ajansımızı yeni duruma göre yeniden yapılandırdık, önümüzdeki üç yıl içinde yeniden en çok ciro yapan ajans konumuna geleceğiz. Biz kendi işimize bakıyoruz, yorum yok’’ dedi ve daha sonra Serdar'sız Y&R'de neler oldu bir bir yorumladı. Devamı haftaya. Meraktan çatlayın bakalım..
Beceremediğiniz organizasyonu yapmayın
GEÇEN hafta cumartesi günü kar nedeniyle ertelenen ‘‘Sezen Aksu-Beyaz Sevgililer Günü Özel Gösterisi’’ni izlemek için Aya İrini'ye gittim. 21.00'de kokteyl vardı. 22.00'de de gösteri başlayacaktı. Sezen Aksu 22.10'da geldi, bir şarkı söyledi, yerini Beyaz'a bıraktı. 22.50'de Beyaz'ın gösterisi bitti, 23.20 oldu hálá Sezen Aksu sahnede yok! Otursak hadi neyse. Ayaktayız, hava da buz gibi. Bekle Allah bekle. Sırtıma ağrılar girdi. Büyük saygısızlık. Eğer bir organizasyonu becemeyecekseniz hiç yapmayın arkadaşlar! Paranızla rezil olmanın bir alemi var mı? Yeri gelmişken söyleyeyim, sponsor da Ülker'di. Kokteylde kadeh bulunduğu durumlarda, ne ikram edildi biliyor musunuz? Sıcak şarap! Bilmem anlatabildim mi?
İmece usulü reklamcılık!
BİR okurum yememiş içmemiş telefonla aradı: ‘‘Hocam Cem Yılmaz’lı Doritos reklamları yayınlanmıyor. Şu işe bir el atsanız’’. Önce ‘‘El atmak?’’ dedim sonra makul bir yanıtla geçiştirdim: ‘‘Herhalde bütçesi bu kadardır o yüzden yayınlanmıyordur.’’
Okurum da oldukça makul bir yanıt verdi: ‘‘Ya hocam söyleyin aramızda para toplayıp verelim tekrar yayınlasınlar, bu reklam çılgın bir şey ya.’’
Okurumla biraz ‘‘haha hihi’’ yaptıktan sonra, telefonu kapatıp hemen Frito Lay'i aradım. Öğrendim ki reklamın durdurulmasında neden olan şey ‘‘bütçe kısıtı’’ değil, kapasite kısıtı imiş. Jan janlı Cem Yılmaz reklamlarından sonra A La Turka satışlarında yüzde 55'lik, mısır tabanlı cips kategorisinde ise yüzde 10'luk artış olmuş ve üretim kapasitesi pazarın isteklerini karşılamamaya başlamış. Frito Lay şimdi ‘‘Ne yaparız da kapasiteyi artırırız?’’ diye düşünüyormuş. Reklamın etkilerinden söz açılmışken bir alıntı yapmadan da geçemeyeceğim. Pazarlamanın babalarından Philip Kotler'in Fernando Trias De Bes ile birlikte 2003'te yazdığı ‘‘Lateral Marketing’’ (Yanal Pazarlama) kitabının 13'üncü sayfasında şöyle yazıyor: ‘‘Tüketiciler artık seçici. Gitgide daha fazla tüketici televizyon reklamlarını görmezden geliyorlar. Yenilik onların dikkatlerini çekmenin tek yolu.’’
Üstadlar haklı değil mi?
Çekirgelik
Yüzde 100 pamuklu ve süper kalite beyaz bir tişörtü 3 dolara da satabilirsiniz 30 dolarda da. Bu tişört ucuzluk mağazalarında da satılabilir prestiji yüksek butiklerde de. Bu tişörtün kaça ve nerede satılacağı doğrudan yakasında taşıdığı markasına bağlıdır.
Scott Davis
Yazının Devamını Oku 
27 Şubat 2004
Monster ya da Cani filmi daha çok Charlize Theron’un oyunculuğuyla kendinden söz ettirdi. Gerçekten de Charlize Theron, fahişeyken bir dizi cinayet işleyen katile dönüşen Aileen Wuornos rolünde muhteşem oynuyor. Yani, Aileen Wuornos’un kendisi Florida’daki mezarından kalksa gelse, bu rolde bu kadar başarılı olamayabilir.
(Monster gerçek bir öykü biliyorsunuz. Aileen Wuornos geçtiğimiz yıl Florida’da işlediği cinayetler nedeniyle idam edildi.)
Film başlar başlamaz güzel Charlize Theron’u unutup, kaşları kalkmış, ağzı çarpılmış, derisi deforme olmuş Aileen’e kendini kaptırıyor, bir fahişenin dramını izlemeye koyuluyorsunuz. Ancaaak... Filmde oyunculuktan çok daha fazlası var.
İlk bakışta Monster çok basit ve ekonomik bir film gibi görünüyor. Ben ise yönetmen Patty Jenkins’in bir fahişenin ağzından fahişeliğin açmazlarını, umutsuzluklarını iki dünya arasında kalışını çok iyi anlattığını düşünüyorum. Bu filmi seyreden birinin Türkiye’de köprü altlarında müşteri beklerken gördüğü ‘sokak fahişelerine’ aynı gözle bakması mümkün değil! (O fahişelerle yatılıp kalkılmasından söz etmiyorum, bu satırları okuyan ya da bu filmi görme isteği olan birinin sokak fahişelerinden hizmet alan biri olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Hakikaten, sokak fahişelerinden hizmet alanlar bizi okumuyor, bu filmleri izlemiyorsa bu filmler nasıl öğretici olabilir? Biz niye izliyoruz bu filmleri? Eğlenmek için dram niye izlenir? Tek neden ‘yaratıcı bir şeyler’ görmek mi? Ara sıra böyle garip sorular aklıma gelir, çevreye verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür...)
Monster’daki aşk ilişkisi de ilginç. Günde sayısız erkekle birlikte olan Aileen, gerçek aşkı başka bir kadında, lezbiyen Selby’de buluyor. O güne kadar lezbiyenlere ilgi duymayan Aileen, Selby’de kendini bulup, onu ayartıyor ve onunla büyük bir aşk yaşamaya başlıyor. Patty Jenkins’in iki kadın arasında sevişme sahnelerini yansıtışına da resmen hayran kaldım. Bu iş iki hemcins arasında nasıl bu kadar zevkli yapılır anlamak mümkün değil! (Bu filme 17 yaşından küçük kızınızı götürmeyi düşünüyorsanız iki kere düşünün.)
Monster’da yaygın olan bir inancın gerçek olmadığını da görüp üzülüyorsunuz. Ne deriz: Aşk her şeyin ilacıdır! Fahişe Aileen için aşk neredeyse sonun başlangıcı oluyor, Selby’nin isteklerini karşılamak için ‘normal’ hayata dönmek isteyen Aileen’in suratına her yer kapanıyor. O da 13 yaşından bu yana uzmanı olduğu işe dönüp, cinayet işlemeye başlıyor. Selby apartman dairesi istiyor, Alieen öldürüyor, Selby gezmek tozmak istiyor, Aileen öldürüyor. Ve Aileen aşkla tedavi olayım derken kendini büyük bir uçurumun yamacında buluyor. Monster’ı mutlaka izleyin, izlerken de aşk konusuna bir de benim gibi bakmayı deneyin. Aşk diye de kendinizi kahretmeyin, şaire inanın:
Mutlu aşk yoktur!
Cuma Takıntısı
Profilo İş Merkezi’nde tiyatrolar bölgesinin girişinde Cafe Des Arts diye çok hoş bir yeme-içme ortamı var. (mekan değil ortam, çünkü burası tam bir orta(m)). Bu hafta sonu orada dondurmalı browni yemenizi ve kendinizi ödüllendirmenizi öneriyorum. Tadı damağınızda kalacak..
Devekuşu eti yedim
‘İyi ki yedin ne yapalım?’ diyorsunuz değil mi? İlk defa devekuşu eti yedim, bu nedenle konu ediyorum. Global mideli biriyimdir, tatmadığım garip yemekler söylenince ‘Iıııyyykkkk!’ diye ses çıkarmam. Kurbağa bacağı, salyangoz, kaplumbağa çorbası, yılan balıklı suşi mideme hoş gelmiş sefa gelmiştir, bu gibi yemekler söylenince ‘Iyyykk’ sesini hayatta çıkarmam, çıkaran oldu mu da ‘dünya insanı’ olduğundan ciddi bir şekilde şüphe duyarım. Devekuşu etini tatmadım, çünkü bugüne kadar nedense hiçbir mönüde karşıma çıkmadı. İlk kez karşılaştım ve hemen ısmarladım. Bu davranışımdan yeniliklere karşı yaklaşımımı da anlamışsınızdır. Yenilik konusunda Teflon tava gibiyimdir. Yani? Hiçbir şey üstüme yapışmaz!
‘İlk kez karşılaştım ve ısmarladım’ dediysem, bu ısmarlama ışık hızında olmadı tabii ki. Canavar filminde olduğu gibi, Aileen Wuornos’un bir fahişeden bir kana susamış canavara dönüşmesi gibi en azından iki üç dakika geçti. Garsonu çağırıp ‘Daha önce kaç kişi yedi? Mamullerinizde domuz eti var mı? Leş sayınız kaç?’ gibi risk algılayan her normal insanın sorduğu soruları sordum. Garson da her Türk garsonunun yaptığı gibi ‘Valla ben olsam yemem ama siz bilirsiniz’ gibilerden bir şeyler söyledi. Ben de her zaman olduğu gibi ‘Tamam o zaman bundan alayım’ deyip, devekuşumu ısmarladım. Çok geçmeden de iki parça biftek görünümlü devekuşu önüme kondu. Kenarından didikleyip ağzıma attım. Ne deve tadı var (çok yedim ya!) ne de kuş. Resmen kırmızı et. Çok az ama çok az, minnacık bir azlıkta bir ekşilik var hepsi bu. Devekuşu onaylanmıştır arkadaşlar, afiyet olsun. ‘Daha hindiye alışamadım, devekuşu da nereden çıktı’ demeyin. Devekuşu da bu dünyanın bir hayvanı, diğer hayvanlar ne kadar çile çekiyorsa o da çekmeli, hak geçmesin, lütfen.
Not: Devekuşu Profilo İş Merkezi Zemin Kat Amazon Cafe’de tadılmıştır. Tavsiye olunur.
Gerçekten nerede bu Firuze?
Neredesin Firuze’yi gördüm, hayal kırıklığına uğradım. Bildik, tanıdık olmayı bir yana bırakalım öykü çok sığ. Ne kadar çekiştirirsen çekiştir uzun metraj bir filmi kapayacak malzeme yok. Böyle olunca da Ezel Akay reklam filmlerinden gelen yaratıcı zekasını kullanıp ne bulduysa filme doldurmuş. Sonunda ortaya ‘Gerçekten Nerede Bu Firuze?’ ortaya çıkmış. Ezel Akay’ın sıradan bir öyküyü gerçek ötesi bir anlatımla bir eğlence karnavalına dönüştürmesini, teknik becerilerini kesinlikle yadsımıyorum. Ezel Akay çok iyi, çok farklı bir reklam yönetmeni, tarzı var, bu tarzı da ‘Neredesin Firuze’ye yansıtmış. Ama ben filmi izledim ve bittiğinde beynimde bir eksiklik kaldı, nedenini de biliyorum: Bu kadar çok mesaj farklı tonlarda, farklı renklerde ve dozlarda bir anda verilince, süre iki saat de olsa, beyin kolay kolay bir bütün yapmakta zorlanıyor. Gidelim mi? Hoşça bir iki saat geçirmek istiyorsanız neden olmasın? Haluk Bilginer’i de unutmamak lazım. Her zaman olduğu gibi çok iyi performans gösteriyor.
Cuma ALINTISI
Tartışmak erkekçe, konuşmak kadınca bir şeydir (Alcott)
Eşcinsel manşetinde ben de zorlandım
Hürriyet’te 17 Şubat’ta yer alan ‘Eş durumundan oturma izni’ başlıklı ‘manşet’ haberi ben de sevmedim. Benim sevmeme nedenim ‘çocuklara falan kötü örnek olma konusu’ değildi. Çocuklar gazeteleri bizim gibi okumuyorlar ki! Onlarda manşet, ön sayfa, arka sayfa ayırımı yok ki. Çocuk ne okusa, okuduğu yeni bir şeyse onun için önemli haber! Manşeti sevmedim çünkü bu habere karşı hiç de hazırlıklı değildim. Bizim Küçük Himini (Görkem 11) eşcinselliği benden daha iyi biliyor. Yadırgadığı da yok. Nasıl yadırgasın, televizyonda sabahtan akşama kadar ne izliyorlar sanıyorsunuz. Televizyon dediğin de toplumun yansıması değil mi? Görkem’in bilmediği ‘evlenme’ konusu. Emin olun Küçük Himini o günden beri ‘Baba iki erkek nasıl evlenebilir?’ diye soruyor, kesinlikle doğru dürüst bir yanıt veremiyorum. Hukuki olarak veriyorum ama biliyorum ki Küçük Himini’nin istediği yanıt hukuki değil. O daha fazlasını, uygulamayı soruyor, işte orada zorlanıyorum. Var mı bir önerisi olan?
Yazının Devamını Oku 
22 Şubat 2004
<B>KİR</B> kir olalı hiç bu kadar sevilesi bir şekilde konumlandırılmamıştı. Kir kir olalı böyle itibar görmemişti. Kir dünyası aralarında para toplayıp halkla ilişkiler yapsa hayatta detarjan sektörü kadar bir kirin itibarını yükseltmede başarılı olamaz.
Anımsarsanız önce Alo ‘‘Çamaşırdır kirlenir çocuklar böyle öğrenir’’ dedi ve kirin aslında iyi bir şey olduğunu, çocuklarımızın kirlenerek ancak kir sayesinde öğrenebildiğini öğrenmeye başladık. Şimdi de Omo'nun aynı stratejiyi global olarak benimsediğini görüyoruz. Ama farklı bir uygulamayla. Anne ve marka arasında daha duygusal bir bağ kurarak.
Omo'nun reklamına daha ilk görüşte aşık olduğumu söyleyeyim. Prodüksiyon müthiş. Plajda oynayan siyahi çocuktan reklamın dış kaynaklı olduğunu tahmin ettim. Yanılmamışım. İngiltere'deki Lowe reklam ajansı tarafından üretilen bir reklammış. Reklam şunu diyor: Bırakınız çocuğunuz kişisel gelişimi boyunca özgürce öğrensin, öğrenirken keşfetsin, keşfederken varsın üstünü başını kirletsin. Slogan müthiş: Kirlenmek güzeldir.
Müthiş olan bir şey daha var. O da reklamın beyinde bıraktığı duygusal tat. Bakalım ‘‘kir güzelliği’’ stratejisi de sıradanlaşınca deterjancılar güzelleştirecek ne bulacaklar. Merak etmeyin bulurlar, reklamcı zekasının sınırı yok!
(Reklam Ajansı: Lowe
Rating: * * * * *)
Medya eleştirisinin suyunu çıkarmak
GEÇENLERDE Tufan Türenç, Ömer Dinçer'in ‘‘Kamu Yönetimi Kanunu Tasarısı ve AKP'nin Gizli Emelleri’’ diye bir yazı yazdı. Yasanın ne yapmak istediğinden haberdar biri olarak Türenç'in ne demek istediğini anladım, yazıdan da keyif aldım. Yeni Şafak gazetesinde medya eleştirileri yapan (bana göre yapmaya gayreti içinde olan) Kürşat Bumin, Tufan Türenç'in bu yazısını ‘‘Bir de gizli emellerin ne olduğunu öğrenebilseydik’’ diye alaycı bir tavırla yerden yere vurmuş. Türenç'in yazısını tekrar okudum ‘‘gizli emellerin’’ ne olduğunu çok rahat anladım. Yazıyı bir de Kürşat Bumin olarak okudum. İşime gelmedi, anlamadım. Bir metin öyle de okunabilir böyle de. Medya eleştirmeni, eğer kendi dünya görüşünün militanı değilse, her iki okuma olasılığına da yer vermelidir. Bir metnin farklı okumalarının olabileceğini bilmeyen de medya eleştirmeniyim diye ortaya çıkıp medya eleştirisinin suyunu çıkarmamalıdır!
Bir anımsatma
AGB denetçisi olarak yıllarca Televizyon İzleyici Araştırmaları Komitesi'nin toplantılarına katıldım. İki yıl kadar önceydi. Cem Uzan, Genç Parti'yi kurmuş, hesapta da işleri Hakan Uzan'a devretmişti. Biz de olağan TİAK toplantılarının birinde yöntem sorunlarını konuşuyorduk. Star her zaman olduğu gibi ödemesi gereken ücreti ödemiyor, Star temsilcisi de her zaman olduğu gibi önüne gelen her konuyu yokuşa sürüyordu. Kendisine artık Cem Uzan'ın başta olmadığı ve bazı kararları rahatlıkla alabileceği hatırlatılınca dayanamadı ve patladı: ‘‘Üüü..Siz Hakan Uzan'ı bilmezsiniz, o Cem Uzan'dan da saldırgan.’’ TMSF mağduru Cem Uzan'ın ağlamaklı halini izlerken aklınızda bulunsun dedim.
Aklını başına al Basın Konseyi!
STAR televizyonu aylarca hakkımda ‘‘televizyon izleme ölçümlerini yok etmek için’’ bilim adamlığı onurumu ayaklar altına alan karalama yaptı. Neredeydi Basın Konseyi? Kendimi savunmaya kalkınca Uzanlar tarafından el altından ‘‘Çocukların var kapa çeneni’’ mesajı gönderildi. Neredeydi Basın Konseyi? Yıldırmak için hiçbir dayanağı olmayan davalara boğuldum. Neredeydi Basın Konseyi? Çokoprens almaya mı gitmişti? Hayır.
Basın Konseyi, Uzanların elindeki Star televizyonuna, Star gazetesine ‘‘basın’’ diyemezdi. İş ahlaksızı Uzanlar ‘‘Herkes bana düşman’’ şizofrenisiyle, televizyon ve gazetelerinde önüne geleni karalatır, hakaret ettirir, çamur attırır, küçük düşürtür, şantaj yaptırır, işler sarpa sarınca da gün be gün mesajı değişen belden aşağı propandayla beyin yıkattırırken (pasif cümle kuruyorum çünkü bunlar tek başına olmuyor!), böyle bir ‘‘basını’’ Basın Konseyi nasıl basından sayabilirdi? Saymadı da.
Şimdi kalkmış Basın Konseyi, Uzan Grubu'na yönelik ‘‘kamu alacaklarının tahsili’’ operasyonunda Star televizyonuna ve Star gazetesi'ne el konulunca ‘‘Basın Özgürlüğü Elden Gidiyor’’ diye bildiri yayınlıyor. Pes! Mozambik'ten (8) Basın Konseyi üyesi getirsek ‘‘Ortada basın mı vardı?’’ der ve bu bildiriyi yayınlamazdı. Yalan mı?
(*) Sevgili Mozambikliler lütfen hemen kaleme kağıda sarılıp ‘‘Bize hakaret, biz de bile bu kadar bile olmuyor’’ diye protesto mesajı göndermeyin. Buradaki Mozambik lafın gelişi, lafın..
Piyalenin şaşırtan reklamı
PİYALE gıda markasının içi doluyor. Şimdi de karşımızda İngiliz işçilerin ‘‘beş çay saati’’ için özel olarak hazırlanmış Piyalemix reklamı başladı. Marka genişleme stratejisine diyecek bir şeyimiz yok, ürüne de. Ama hedefin İngiliz işçiler olması beni biraz üzdü. Gerçi Piyale de haklı. Nerde Türk işçisinde pasta-bisküvi alacak para değil mi? (Reklamı anladığım zaman yıldızını da vereceğim! Basın reklamı doğruydu ama Sezarın hakkı Sezara.)
Erdoğan tavan yapıyor, Ağar form tutuyor
TAYLOR Nelson Sofres'in yapmış olduğu ‘‘Liderlerin Form Grafiği’’ araştırmasının Ocak 2004 sonuçları sizlerle paylaşmak üzere elimde. Şunu söyleyeyim, bu araştırmasının sonuçlarını yayınladıkça çok acımasız e-postalar alıyorum. Kibarca ‘‘Niye Erdoğan'ın goy goyculuğunu yapıyorsun, sonuçları yayınlamasana’’ diyenler de var, ‘‘Metroseksüel çocuğu... Oraya gelirsem o bilgisayar tuşunu...’’ diye adres gösterenler de!
Taylor Nelson Sofres (TNS) daha önce çok kereler sahasını denetlediğim ve güvenilir bir araştırma şirketi. ‘‘Liderlerin Form Grafiği’’ araştırması da TNS'nin her ay yaptığı benim de sonuçlarını yıllardır takip ettiğim bir araştırma. Sonuçlar sizin hoşunuza gitmeyecek diye ‘‘Lider Formlarını’’ yayınlamayacaksam, o zaman bu köşe babamın malı olur, ben de bu yükü kaldıramam. Anlaştık?
Yerel seçim arefesinde sonuçlar aynen şöyle:
Başbakan Erdoğan Ocak 2004'teki formunu bir önceki aya göre 4.7 puan artırarak tüm zamanların en yüksek formuna ulaştı. Geçen ayın en önemli konusu ‘‘Kıbrıs'ı ver kurtul’’ olduğuna göre, bu konudaki ‘‘Tayyip tavrı’’nın ters tepmediği ortada.
İlginç sonuç Ağar'la ilgili. Ağar da sürpriz yaparak formunu 4 puan arttırdı ve tüm zamanların en yüksek formuna ulaştı. DYP çevresinde ilginç bir toparlanma başlamış görünüyor. Ağar'ın bu formuyla bugün seçim olsa DYP barajı aşabilir. Uzan'ın defteri dürüldüğüne göre çok yakında gündemi‘‘Ağar'ın 32 kısım tekmili birden geçmişi’’ işgal edebilir, şaşırmayın.
Baykal, Bahçeli, Cem yerinde sayıyor. Uzan'da 1.3 puanlık artış var. ANAP ise dibe vurmuş durumda.
Geçen ay yayınladığımız sonuçlardan sonra ANAP Genel Başkanı Nesrin Nas bir e-posta gönderdi. Henüz göreve yeni geldiği için sonuçların geçmiş liderleri bağladığını söyledi. Katılıyorum. Nas'a birkaç ay süre verip, çıkan sonucu genelde ANAP olarak değerlendirmek doğru olur. Birkaç oy sonra gereği neyse yaparız.
Gelecek ayın sonuçlarını iple çekiyorum. Uzan'ın bir ‘‘Popstar’’ mağduru gibi algılanıp algılanmayacağını siz merak etmiyor musunuz? Ya Erdoğan ‘‘Cesuryürek’’ olarak algılanırsa?
Çekirgelik
Ölmek çok zor bir şey değil inan, hayatı kurmak ise bil ki, çok daha zor.
V.V Mayakovskiy
Yazının Devamını Oku 
20 Şubat 2004
Gothica’ya Halle Berry’yi izlemek için gitmedim. Şu sıralar hiç korku filmi izleyecek ruh halinde değilim. İstediği kadar Oscar’lı olsun Halle Berry’nin oynadığı bir korku filmini izlemek de en son tercihim olurdu. Eğer yönetmen La Hain (Nefret)’den tanığım Mathieu Kassovitz olmasa (Belki de siz onu daha çok Amelie’deki ‘erkek arkadaş’ rolünden tanıyor olabilirsiniz). Bir şeyi itiraf edeyim Gothica’yı izledikten sonra oturdum La Hain’i bir kere daha izledim. İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü, işsizlere karşı önyargıların garip bir şekilde şekillenmeye başladığı ve işsizlerin de işe yaramazlık duygusunu gün geçtikçe daha derinden hissetmeye başladıkları Türkiye’de oturup herkesin bir kere daha La Hain’i izlemesi gerekir. Ya Gothika?
Gothica bir hayal kırıklığı. Kassovitz filme iyi başlıyor, korku atmosferini iyi kuruyor, sonrası fos. Kassovitz’in en büyük sorunu senaryo. Eğer senaryo saçmalıyorsa bir yönetmen bu saçmalığın üstesinden nasıl gelsin? Zaten konu resmen Ring’den (Halka) aşırma. Hadi gelin biraz daha insaflı olalım, konu resmen ‘klişe’. Hastane-hapishane psikoloğu Miranda’nın Chloe (Penelope Cruz) isimli bir hastası var. Chloe paranoid halüsinasyonlar görüyor. Miranda hastasına ‘deli’ gözüyle bakıyor. Ama daha sonra aynı halüsinasyonları kendi de görmeye başlıyor. Bu kez herkes Miranda’ya deli gözüyle bakıyor. Sonra anlıyoruz ki, Miranda da Chloe gibi bir cinayet kurbanı tarafından uyarılmaya çalışılıyormuş. Bak şu tesadüfe!
Gothica’nın korkutmadığını söylersem yalan olur. Film, korku filmlerine has beklenmeyen görüntüler ve bu görüntülere paralel ses efektleriyle dolu. Ancak filmde Kassovitz’i ayırıcı kılan yeni bir şey yok. Bu nedenle de bu sahneleri biraz ucuz korku sahneleri olarak tanımlamak mümkün. Kassovitz niye Miranda rolü için Halle Berry’de ısrar etmiş anlaması zor. Hem Kassovitz’e, hem de Halle Berry’ye yazık olmuş. Tamam Halle Berry’nin makyajsız hali ‘hortlak’ etkisi yaratmak için birebir, ama Miranda rolü için de bu etkiyi yaratmaktan daha fazla şey gerektiği ortada. Miranda rolü Berry’ye iki numara bol gelmiş. Sanırım hálá Gothika bir yerlerde oynuyor. Gitmediyseniz zorlamayın, DVD’sini izlemek daha akıllıca olabilir.
Birol Güven cehennemde yanacak
Pınar Altuğ’u, özel hayatı dizideki rolüyle çelişiyor diye Çocuklar Duymasın’dan ayırmanın gereksiz bir işgüzarlık olduğunu düşünüyordum, hálá da öyle olduğunu düşünüyorum.
Pınar Altuğ ile ilgili haberler nedeniyle Çocuklar Duyması’nın ratinglerinin kesin olarak etkileneceğini söylemek için hiçbir bilimsel kanıt yoktu ki. Bir süre beklenir, eğer analizler izlemenin etkilendiğini gösterirse gerekli önlem ondan sonra alınabilirdi. Hatta o dönemde dizi Star’a geçiyordu ve Star da AGB ölçümleri dışında kaldığı için neyin nasıl etkileneceğini bilmek zaten mümkün olmayacaktı.
Pınar Altuğ’u Çocuklar Duymasın’dan aforoz ettikten sonra iki defa Birol Güven’le rastlaştık, ikisinde de Pınar Altuğ konusundaki çıkışına katılmadığımı söyledim. ‘Bazen böyle şeyler yapmak gerekiyor’ şeklinde yanıtlar verdi.
Birol Güven en son bu konuyu Fatih Altaylı ile Teke Tek’te tartıştı, orada da sanki vicdan azabı çekiyormuş gibi bir izlenim edindim. Bence vicdan azabı çekmekte de haklı.
Birol Güven’in ‘Midyeden Suşiye’ isimli kitabını okudum. Kesinlikle diyorum ki, Birol Güven Pınar Altuğ’a çektirdiklerinin cezasını ödemeli (belki de ödüyor). Bu kitapla bu olayın ne alakası var diyorsunuz değil mi? Bence var. Pınar Altuğ’u özel hayatı nedeniyle ‘zayıf bir olasılığa karşı’ diziden uzaklaştıran birinin yaptığı her işte de mükemmelliyetçi olması beklenir.
‘Midyeden Suşiye’yi okuduktan sonra iddia ediyorum Birol Güven çok rahatlıkla ikinci bir Aziz Nesin olabilir. Yaşadığı olayların komiğini çıkarmada, yaşadıklarını hayatın diğer yaşanmışlıkları ile bağdaştırıp tanımlamada inanılmaz başarılı, çok da arı, duru bir Türkçe’yle yazıyor. Ama Birol Güven’in ihtiyacı olan şey sabır, biraz da ‘toplumsal eleştirel’ bakış açısı.
‘Midyeden Şuşiye’ çok aceleye getirilmiş, adeta şişirilmiş çok sığ bir deneme. Hatta büyük bir olasılıkla ‘Sosyeteye Giriş Rehberi’ haline de kitap yayına hazırlanırken getirilmiş. Kitabın ilk 60 sayfasının sosyeteyle falan alakası yok. İlk altmış sayfada Birol Güven gençliğinden birtakım bölük pörçük alıntılar yapmış, hepsi o kadar. Daha sonra da balıklama daldığı ‘sosyete hayatı’ ile bölük pörçük dalgasını geçmiş. Tahminen yayıncı da ikinci bölümün ‘medyatik’ tarafları olduğunu düşünerek kitaba ‘Sosyeteye Giriş rehberi’ adını vermeyi uygun bulmuş, bu pazarlama taktiği de işi biraz ucuzlatmış.
Birol Güven’den Çocuklar Duymasın’daki, Ayrılsak da Beraberiz’deki başarılarından sonra çok daha ince elenmiş sık dokunmuş bir ‘eser’ beklerdim, ‘çekirdeklik’ niyetine yazılmış doldur-boşalt anekdotları değil. Eğer Birol Güven böyle bir kitapla gelmezse bırakalım cehennemde yansın. Zekasına haksızlık edenin cezalandırılması şart!
Kill Bill yeni bir tür: Şiddet komedisi
Kill Bill’i biraz geç olsa da sonunda izledim. Tarantino’nun bu kez hem şiddet işini abarttığını hem de ciddiyet-mizah dengesinde kantarın topuzunu mizah yönünde kaçırıp ortaya bir şiddet komedisi çıkardığını düşünüyorum. Bu kadarına gerek var mıydı? Yoktu. Bu denge kaçmasaydı Kill Bill çok daha fazla ciddiye alınabilecek bir film olabilirdi. İlk bölümün orta yerindeki çizgi film yoluyla anlatımı hiç ama hiç sevmedim. Hem çok ucuz bir anlatım olmuş ve hem de filmi orta yerinden koparmış. Her şeye rağmen Kill Bill 2’yi merakla bekliyorum. Yanlış anlamayın, kana susamış biri değilim. Tarantino ne çekse sinemanın içine düşenler tarafından izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Kabul edelim adamın beyni farklı çalışıyor , böyle bir fark da her zaman değer verilip zaman ayırmayı hak ediyor.
Cuma Takıntısı
Bu hafta sonu ‘Neredesin Firuze’ye taktım. Uzun süredir fragmanları bende bu kadar merak duygusu uyandıran başka bir film anımsamıyorum. Ne o öyle sarı renkte janjanlı takım elbise giymiş Haluk Bilginer, Özcan Deniz, Cem Özer falan... Ne yapmış Ezel Akay böyle?
Cuma ALINTISI
Bir zamanlar Darıca’da sahilde, teneke üzerinde midye pişiriyorduk. Sonra bir sürü şey oldu; üniversite, iş dünyası, medya dünyası falan filan. Şimdi tekrar Darıca’ya yerleşmeye çalışıyorum. Hayatımın bundan sonrasını da orada geçireceğim. Eğer hálá kaldıysa, yine teneke üzerinde midye pişireceğim. Ve şimdi soruyorum kendime, Darıca’da midye pişirmek için ne gerek vardı bütün bunlara? (Birol Güven, Midyeden Suşiye,s.136)
Cuma PARILTISI
Bu haftaki parıltımız Necmi Gültekin’den:
Yaşlı adam yeni evlenen oğlunu ziyarete gitmiş. Bir de bakmış oğlu evde çırılçıplak dolaşıyor, sormuş: ‘Ne bu hal?’.
‘Karımı bekliyorum baba!’.
‘Bu halde mi?’
‘Aşk elbisesi baba, aşk elbisesi sen anlamazsın!’.
Adam şöyle bir yutkunmuş, hoşbeş etmiş, hemen eve gitmiş ve soyunup karısını beklemeye başlamış. Çok geçmeden karısı gelmiş ve kocasını o halde görünce sormuş: ‘Bey bu ne hal?’
‘Aşk elbisesi hanım aşk, sen anlamazsın!’..
Kadın yapıştırmış: ‘Tamam da hiç olmazsa ütüye verseydin!’
Yazının Devamını Oku 
15 Şubat 2004
<B>BİLİYORSUNUZ</B> Hyundai, <B>‘‘Akbank reklamında risk alan sürücülerin arabası olarak gösteriliyorum, engelleyin’’</B> diye Reklam Özdenetim Kurulu'na başvurdu.
Akbank da reklamdaki Hyundai logosunu görülmez hale getirdi. Birçok okurum bu konuda ne düşündüğümü soruyor. Haklılar. Bu reklamı iki hafta önce eleştirdim ve bu konudan söz etmemiştim. Hem de reklam yayınlanmaya başladığı gün fanatiklerim tarafından ‘‘Hyundai'a haksızlık yapıldığını söyleyen e-postalar’’ almama rağmen.
Neden? Çünkü bu reklamın Hyundai'nin aleyhine değil lehine çalıştığını düşünüyorum. Bir kere konu reklamın yan mesajıyla ilgili ve bu yan mesajdan da ‘‘Hyundai’cılar kötü şofördür, Hyundai’lar kaza yapar’’ mesajı çıkarmak yanlış. Buradan çıksa çıksa ‘‘riskli araç kullanan kaza yapar’’ mesajı çıkar. Bir de ‘‘Vay bee Hyundai ne arabalar yapıyormuş’’ mesajı. Bence Akbank reklamı Hyundai'a müthiş bir sportif imaj kazandırıyor. Bu kadarını Hyundai'ın kendisi bile yapamazdı. Hyundai daha ne istiyor?
Niye dört?MOLPED'in ‘‘Molpediniz var mı?’’ diyen reklamına ‘‘Uluorta kadın pedi de sorulmaz ki!’’ diye kızıyorsunuz ama bakın yılların Orkid'i reklamlarında Molped'i taklit etmeye başladı. Orkid'in promosyon duyurma amaçlı reklamında Molped reklamında olduğu gibi tam dört genç kız var. Genç Rozi reklamlarında da mı dört genç kız var? Yok ya? Bir bakayım. Hakikaten ha! Oradaki genç kız sayısı da dört. Kadın pedi reklamlarında dört genç kız oynayacak diye bir kural var da ben mi bilmiyorum?
Genelev sektöründe rekabetEMNİYET Müdürü bir dostumla Türkiye'de gençleri hedef alan fuhuş ve uyuşturucu çetelerini konuşuyoruz. Bu konuşmadan öğrendiğime göre Türkiye'deki yerli genelev sektörü, ‘‘Nataşa sektörü’’ ile baş edebilmek için bir süredir ürün gamını değiştirmiş. Eskiden yerli sektör yaşça geçkin, kilolu bayanları tercih edip güzellik konusunu da ‘‘istemeyen yüzüne kese kağıdı geçirir’’ söylemiyle hallederken, şimdilerde 18 yaşın altına inilip, bebek yüzlü 60-90-60 genç kızlar tuzağa düşürülmeye başlanmış. İlk hedef de ailelerinden ayrı yaşayan üniversiteli yoksul kızlar! Diyeceksiniz ki ‘‘Türkiye'de yasal olarak 21 yaş altı genelevlerde çalışamaz. Ne iş?’’ Türk girişimci de çare tükenir mi? Mahkemeler ne güne duruyor? Alavere dalavere, başvuruyorlarmış mahkemeye, yükseltiyorlarmış kızların yaşlarını. Yerli genelev sektörünün aşamadığı tek sorunu ise boy sorunuymuş. Bizimkiler biraz kısa kalıyor ya. Niye şu mahkemeler boy da yükseltmez ki!
Yazının Devamını Oku 
13 Şubat 2004
Son Samuray'da aynı tür filmlere özgü çok fazla klişe var. Çok fazla da Akira Kurosawa taklidi sahne. Edward Zwick'ın Kurosawa'nın şiirselliğini fazlaca ruhunda taşıdığını söylemek zor. Sanırım bu yüzden Son Samuray'a en fazla 'Onlardan biri işte!' diyebilirim. Tom Cruise'un oyunu iz bırakmıyor, samuray tiplemelerini çok sevdim. Benim zorum daha çok dramatik yapı ile.
1870'lerde genç Japon İmparatoru Mutsihito batıya karşı güçlenmek amacıyla daha fazla modernleşmek, bu yüzden de ülkesindeki tutucu güçlerin seslerini kesmek istiyor. Amerika'dan silah ve komutan sipariş ediyor. Bu komutanlardan biri de Amerikan İç Savaşı'nda Kızılderililerin katledilmesinde tuzu olduğu için vicdan azabı çeken yüzbaşı Nathan Algren yani Tom Cruise.
Algren vicdan azabından derbeder olmuş, kendini içkiye vermiş durumdayken cazip bir para önerisiyle Japonya'ya götürülüyor. Amerikalı işte! O kadar vicdan azabı içinde doların dayanılmaz ağırlığı altında ezilmekten kurtulamıyor.
Algren hemen (daha çok çapulcu görüntüsü veren) Japon ordusunu eğitmeye girişiyor. Düşman daha önce imparatora hizmet eden samuraylar. Samurayların lideri de, imparatorun savaş hocası, isyancı Katsumoto. İmparatoru yanlış yönlendirme görevlisi Omura'nın katkılarıyla Algren, Japon ordusunu aceleyle samuraylarla savaşa sokuyor. Sonuç hezimet.
Samuraylarda silah sadece ok ve kılıç ama inançla vurdu mu öttürüyorlar, Japon ordusunda ne kafa kalıyor ne kol. Tam Algren de samuraylar tarafından biçilecekken, savaşçılardan birini öldürüyor ve o sırada bir düdük. Katsumoto savaşı kesiyor, Algren'i esir alıyor. Burası biraz garip, inandırıcılığı olmayan bir sahne ve Katsumoto 'halledin' dese Edward Zwick birbuçuk saat daha ne çekecek onu kestirmek zor!
Sonradan anlıyoruz ki Katsumoto İngilizce'sini ilerletmek için Algren'i esir almış. (Tahminen Katsumoto İngilizce'sini Limasollu Naci'ye borçlu. O dönemde samuraylara, postadan başka hangi yolla ulaşıp İngilizce öğretmek mümkün olurdu ki!) Hatta Katsumoto'nun gözünü o kadar İngilizce bürümüş ki kalkıyor Algren'i, kız kardeşi Taka'nın evine konuk ettiriyor. Taka'nın kocası da Algren'in yakalanırken en son hamlede öldürdüğü samuray. Gelişecek aşka bakar mısınız?
Samuray köyünde koca bir kış geçiyor. Algren, samurayların gizemli yaşam biçimlerinden etkileniyor. Bu arada bir samuray gibi savaşmayı, kafa koparmayı öğreniyor. Sonra anlıyoruz ki yönetmen bizim, doğadan beslenen Kızılderili yaşamı ile samuray yaşamı arasında bir bağlantı kurmamızı istiyor. Kış geçe dursun İmparator'un görevlisi 'Omura' batıdan top, mitralyöz, tüfek ne kadar ateşli silah varsa alıp Japon ordusunu eğitmeye devam ediyor. Yaz gelince de Japon ordusu samuraylara karşı saldırıya geçiyor.
Bu kez Algren vicdanını rahatlatmak için soyları kırılacak samuraylarla birlikte savaşmayı seçiyor. Burada yönetmen 'Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla ' yapıp Amerikalılara 'Biz de savunmasız Kızılderilileri böyle katlettik' mesajı vermeye çalışıyor. 'Vermeye çalışıyor' diyorum çünkü buralarda yönetmenin eli biraz korkak. Dönüp iki flashback yapsa mesaj kabak gibi ortaya çıkacak, ama her nedense o savaşı seyrinde göstermeyi yeğliyor.
Sonunda savaş bitiyor. Koca koca topların üzerine öleceğini bile bile göğsünü açıp koşmak cesaret mi aptallık mı artık siz karar verin, samuraylar beklendiği üzere telef oluyor, koca kazık Katsumoto da onurlu bir harakiri ile Buda'sına kavuşuyor. Tom Cruise babalar gibi ayakta ama... Hatta filmin sonunda bir de gidip Japon İmparatoru'na Katsumoto'nun hesabını soruyor. Genç Japon İmparatoru tam o sırada Amerikalılarla bir ticaret anlaşması imzalamak üzere.
İmparator, Tom Cruise'un yaşlı gözlerinden etkilenip Omura'ya bir tersleniyor, bir tersleniyor ticaret anlaşması tuş! E şimdi sormazlar mı Japon İmparatoru'na 'A be susak ağızlı; madem o kadar Katsumoto'yu seviyordun savaşı daha önce niye engellemedin de Katsumoto'yu telef ettin' diye.
Bilerek dramatik yapıyı uzun uzun anlattım. Bu kadar çok dramatik kopukluk, saçmalık olunca 'Türk filmi' diyoruz ya... 140 milyon dolara da böyle 'Türk filmleri' çekilebiliyor onu göstereyim dedim. Filmi samuray tiplemeleri ve samuray yaşam ayrıntıları için izlemek iyi olur.
Sevilmenin değerini bilmek gerek
Yarın Sevgililer Günü, aşk tazeleme fırsatını kaçırmayın. Sevgilinizi alın doğru dürüst bir yerde yemeğe götürün, seve seve keyifli bir akşam geçirin. Kar fırtınası olabilir, maç olabilir, iş olabilir bunlar bahane değil. Ferhat'ı düşünün. Ferhat kar fırtınası tehdidi altında bir Sevgililer Günü yaşasaydı ne yapardı? Tatlı su aşkı yaşamayalım arkadaşlar. Seviyorsanız dağı deleceksiniz. Sevilmek öyle kolay elde edilen bir şey değil, değerini bilmek lazım. Benden size üç öneri.
n İlki Eskandil... Geçenlerde Eskandil'de süper bir Yunan gecesine katıldım. Buzuki İzzet çaldı, Yanni söyledi. Ben de sağımda Atıf Yılmaz, solumda Duygu Asena ile Sirtaki'nin ABC'sine giriş yaptım, çok eğlendim. Eskandil'de yarın gece 'Sevdiğinle Gel' partisi varmış, tavsiye ederim. Üstelik bu partide sevgili sınırlaması da yokmuş. Çok sevdiğin bir ninja kablumbağa bile olabilirmiş, kapıp gidebilirmişsin. Yarın gece için de çok özel bir sevgili mönüsü hazırlanmış. Orkestra Yalçın Ateş. Caz takılacaksınız yani. Limitsiz yerli içki dahil kişi başı 60 milyon lira. Daha ne istiyorsunuz, kapıp tosbağanızı gidin işte. (0-216-332 75 89)
n İkinci önerim Kariye Otel. Yarın akşam için Osmanlı Mutfağı'ndan sevgililere özel afrodizyak mönü hazırlamışlar. Bu özel mönü için de 1889 yılında basılan 'Mecma-ül Adap' isimli kitaptan yararlanılmış. Mönüde balık çorbası, karidye pilavı, ayva dolması veya herisse, dane-i sarı, sütlü zerde, temurhindi şerbeti ve Sevgililer Günü özel pastası var, isteyene de şampanya. Ücret çok makul. Kişi başı 28 milyon lira. Azmak isteyenlere birebir.
n Üçüncü önerim ise İstiklal Caddesi'nde, Tünel'in tam karşısındaki pasajın içindeki KV Lokantası. Burası eskiden antikacıydı. Sonra Hacer Hanım bütün dükkanları kapatıp, yerine bu zarif lokantayı açmış. Mönüde et, tavuk her şey var. Uyarırım porsiyonlar biraz büyük. Geçenlerde KV'de kestaneli bir dondurma tatlısı yedim, az daha patlıyordum, çok iyiydi, öneririm. Tabii ki müzik caz. Üstelik canlı canlı klasik caz. Daha aristokrat bir havada Sevgililer Günü geçirmek isterseniz mutlaka KV'yi denemelisiniz.(0-212-251 43 38)
Cuma Takıntısı
Nemo, Nemo, Nemo... Ben böyle eğlenceli böyle zeki bir çizgi film gördüğümü anımsamıyorum. Filmde Dory diye balık hafızasına sahip bir karakter var, al evine götür akvaryumda sonsuza kadar sakla. Nemo'yu mutlaka görün. Eğer çocuğunuzu Nemo'dan mahrum bırakırsanız işiniz rast gitmez. Ama Nemo'yu görmek için çocuk sahibi olmayı beklemeye de gerek yok.
Cuma LAKIRDISI
Yaşarken mümkün olduğunca yaşadığımız hayatı daha anlamlı hale getirmeye çalışmalıyız. Maddi anlamda zenginleşmek çok önemli değil. Ama doğru şeyler okuyan, doğru şeyler izleyen, kendi doğrularını oluşturan insanın dostları da doğru olur. Ve bu kişi onurlu ve mutlu olma şansı bulur. Her şeyin şekil haline dönüştüğü dünyada daha farklı bir varoluş biçimini yakalar. (Sait Aytemur, Alice BBDO Reklam Ajansı Genel Müdürü).
Yazının Devamını Oku 
8 Şubat 2004
<B>İŞ</B> Bankası Maksimum Kart, oraya buraya atlayan, seçilmiş adam <B>Neo</B> kılıklı yaratıkları bıraktıktan sonra markaya duygu yükleyen ilginç bir uygulamaya geçti. Yağmur sonrası ‘‘sıcak çikolata ritüeli’’ ile başlayan yeni uygulamada Maksimum Kart daha çok kalbe ulaşmaya çalışıyor. Bunda da başarılı oluyor. Bonus, World daha çok akla gitmeyi yeğlerken böyle ayrışmak da doğru görünüyor.
Yeni reklamın öyküsünü çok sevdim. Esas kızımız vitrinde gördüğü Sindrella tipi bir ayakkabıya bir kilitleniyor bir daha onu o vitrinden ayırabilene aşk olsun. Bir kadının satın alma davranışı ancak bu kadar güzel resmedilebilir. Kadın dediğin vitrinin birinde hoşuna giden bir şey görmesin. Gelir, gider, bakar. Gelir, gider, bakar. Ama alamaz. Aynı Maksimum reklamında olduğu gibi. Parasızlıktan değil emin olun kararsızlıktan. Sakın yanlış anlamayın, kadın, o şeyi istediğinden emindir, sorun cebindeki parasıyla vedalaşmakta. Bu nedenle de genellikle erkekler (ek kartlar olmasın!) maşa olarak kullanılır. Bütçe aynı olsa bile harcamayı erkeğin yapması kadının vicdanını rahatlatır.
Erkeklerin nasıl alışveriş yaptığını sanırım anlatmaya gerek yok. Giderler ve alırlar. Hele de amaç sevdiklerini mutlu etmekse, gitmelerine bile gerek yok sadece alırlar. Aynı Maksimum reklamındaki gibi. Reklamın yönetmeni Bahadır Karataş. Bahadır, reklam fikirlerine, özünden ayrılmadan değişik tatlar katmaya başladı, kutlarım.
(Reklam Ajansı: Rafineri
Rating: * * * * *)
Siyasal iletişim eğitimi alır mısınız
YEREL seçime az kaldı. Partiler ve adaylar kendilerini duyurmak için kollarını sıvamaya başladı bile. Reklamcılık Vakfı ve MedyaCat seçime katılacak partileri ve adayları siyasi iletişim konusunda bilgilendirmek üzere ilginç bir eğitim programı hazırlamış. Adı ‘‘Yerel Seçimlerde Siyasal Kampanyalar ve Seçmen Üzerindeki Etkisi.’’ Eğitim yeri İstanbul, Ortaköy, Feriye Tesisleri. Programda Faruk Kaptan, Prof. Dr. Haluk Gürgen, Yard. Doç. Dr. Ferruh Uztuğ, Başar Başarır, Necati Özkan, Erol Olçok, Ersin Salman, Faruk Atasoy, Necla Zarakol ve Nesteren Davutoğlu var. Akademisyenler de sıkı, uygulamacılar da. Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül de öğle yemeği esnasında bir konuşma yapacak. Seçim öncesi ufuk açıcı olabilir.
İlgilenenlere: 0-212-243 93 53
Diş macunu pazarı 50 milyon dolar İpana yine koç gibi
NE kadar eğitim o kadar medeniyet! Türkiye'de diş macunu tüketimi kişi başı yılda sadece 60 gr. biliyor musunuz? Aynı tüketim Amerika'da 620 gr., İngiltere'de 350 gr, İtalya'da ise 270 gr. Utanç verici bir durum. Yiyor, içiyor, dişlerimizin arasında bir sürü asit yapıcıyla uyuyoruz. Bu nedenle de 72 milyon nüfusa 300 milyon dolar olması gereken diş macunu pazarı sadece 50 milyon dolar. Acı acı, çok acı.
Pazarda en yüksek paya sahip markalar sırasıyla İpana, Signal, Colgate, Sanino ve Sensodyne. İlginç olan ne biliyor musunuz, Taylor Nelson Sofres (TNS) 2 bin 22 kişiye ‘‘Aklınıza gelen ilk üç diş macunu markasını söyler misiniz?’’ diye sordu ve sıralama aynı çıktı. Ana-babamızın diş macunu İpana yüzde 92.5 ile hálá koç gibi birinci sırada. Signal yüzde 73.1 ile ikinci sırada. Colgate ise yüzde 65.3 ile üçüncü sırada. İşin başka bir ilginç tarafı da ne biliyor musunuz? 2 bin 22 deneğin yüzde 93'ü en az bir diş macunu markası anımsadı. Demek ki bu markalar ve onların iletişim çabaları olmasa yurdum insanı padişah macunu aşamasından bir gram ileri gidemeyecek!
Başbakan'a açık soru
SAYIN Başbakan, Bush'un ricasıyla Cargill'in sorunlarını çözmeye hazırlanıyorsunuz. Cargill'in mağduriyeti giderilmeli, destekliyorum ama bir şeyi unutmamanızı rica ediyorum.
Türkiye'de sadece sorunu olan mısır şurubu sektörü değil ki. Türkiye'de, devletçi-korumacı zihniyetten zarar gören çok sayıda sektör var.
Çay ithalatındaki yüzde 150 gümrük vergisini ne olacak? Merdivenaltı, vergisiz algısız çalışan üreticilerce perişan edilen markaların durumu ne olacak? Vergisiyle algısıyla çalışan ama hipermarketlerin elinde oyuncak olan üreticilerin durumu ne olacak? Çağdışı bir şekilde tezgah üstü ilaç reklamlarına karşı çıkanlar karşısında reklam sektörünün durumu ne olacak? Promosyon ve reklam inatla engelleniyor, alkollü içecekler sektörünün durumu ne olacak?
Bu sorunları anlayıp çözmeniz için de Bush'un aracılık etmesini mi bekleyeceğiz?
Lobicilik ve halkla ilişkiler konularında Cargill kadar güçlü sektör ya da şirket bulmak o kadar zor ki! Biz en iyisi Ülker'in Türkiye'deki her sektöre girip yatırım yapması için dua edelim. Ne dersiniz?
NOT: Cargill olayında sanıyorsunuz ki Cargill'in başkanı kırmızı telefondan Bush'u aradı ‘‘Ya Corc Türkiye'de sorunumuz var bir el atsan’’ dedi. Bush da ‘‘Hay hay Maykıl hemen ilgilenirim’’ diye yanıt verdi. Siz öyle sanın. Arkada öyle bir lobi faaliyeti vardır ki, filme çeksen tahminen Oscar'a aday olur. Burada kutlanacak tabii ki hem Cargill hem Bush Yönetimi. Biri o kadar devlet işinin içinde kendini Bush'a anlatabilmeyi başarmış, diğeri de sorunu anlamış, dinlemiş ve her şeyi göze alıp öz şirketine sahip çıkmış. Darısı bizim şirket ve devlet yöneticilerimizin başına.
Bush boşa ‘Bendensin’ der mi
CHAVY Chase Cola-Turka içince gerçekten Türkçe konuşuyor mu sanıyorsunuz? Eğer Cola-Turka'nın böyle bir etkisi olsa Tayyip Erdoğan, Bush'a Cola-Turka içirip ‘‘Bendensin’’ dedirtir, Cargill pardon Kıbrıs sorununu da şıp diye çözmez miydi?
Çözerdi ama gerçek hayatta Chavy Chase para almadan Türkçe konuşmuyor. Verin 500 bin doları bakın nasıl bülbül kesiliyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Amerika ziyaretinin içerideki yansımaları Cola-Turka reklamlarına benziyor. İçerde yansıtılan şu:
‘‘Amerika Tayyip Erdoğan'ı çok seviyor, Bush yönetimi Türkiye'ye ve AKP'ye hayran. Bütün Amerikan medyası Tayyip Erdoğan'ı izledi. Tayyip Erdoğan bugüne kadar yapılmış en başarılı geziyi yaptı. Hatta Amerika'da bütün kilise çanları Tayyip Erdoğan için çaldı. Tayyip Erdoğan bacak bacak üstüne atınca da, Bush'un karizma yerle bir oldu.’’
Etki süper, AKP yanlıları ve sempatizanlarının ağızları kulaklarında. Kararsızlar merakta. Gerçek ise şu: Bush yönetimi Tayyip Erdoğan üzerinden Türkiye'ye ikna kampanyası yürütüyor.
Bush Yönetimi Irak savaşı sonrasında, Amerikan basını tarafından Türkiye'yi ikna edememekle suçlanmadı mı? Hatta Bush yönetiminin ikna konusunda bir Procter & Gamble satıcısından bile beceriksiz olduğu söylenmedi mi? Açın bakın The Wall Street Journal'ı, New York Times'ı bu konuda onlarca makale bulursunuz.
Bush Yönetimi'nin derdi bu. Eline geçirdiği fırsatı değerlendirip yaraları sarmaya, vaziyeti kurtarmaya, biz Türkleri ‘‘Başbakanımıza dolayısıyla Türkiye'ye çok değer verdiği konusunda’’ ikna etmeye çalışıyor.
Taktik de belli: ‘‘Onu onaylıyoruz!’’
Batılılar tarafından ‘‘onaylanma’’ hastası olduğumuzu Chavy Chase biliyor da, Bush Yönetimi mi bilmeyecek. Etkisi mi? Getirin Meclis'e haftaya bir iki tezkere de bu konuyu ondan sonra konuşalım.
Hani reklamlar toplumun aynasıydı
AKP başörtüsünü politikacı eşleri eliyle Amerika'da kamusal alana bile soktu ama Türkiye'de reklamlarda tık yok. Taylor Nelson Sofres'in 2001 yılında 15 yaş üstü Türkiye temsili 1066 kadın denekle yapmış olduğu ‘‘Türkiye Profili’’ araştırmasının sonuçlarına bakalım. Türkiye'de kadınların yüzde 59'u sürekli, yüzde 7.1'i ise zaman zaman ev dışında başını örtüyor. Yüzde 33.9'u ise hiçbir şekilde ev dışında başını örtmüyor. Yine 1066 deneği temel aldığımızda yüzde 47.9 dışarda başörtüsüyle başını örtüyor. Türban kullananların oranı ise yüzde 14.0, diğer şekillerde başını örtenlerin oranı ise yüzde 4.2.
Şimdi 2004 yılında reklamlara bakalım. Reklamların yüzde kaçında başını örten kadın görüyorsunuz? Lays'in cips reklamı dışında neredeyse hiç. Hani reklamlar toplumun aynasıydı? Pazar pazar öldürücü soruyu soralım: Pazarlama ve reklam dünyasının kaçırdığı bir şey mi var?
Yoksa... Yoksa... Aman tanrım!
Çekirgelik
İnançlarım için asla ölmem çünkü yanılmış olabilirim.
(Bertrand Russell)
Yazının Devamını Oku 
6 Şubat 2004
Geçen hafta yazdığım Vizontele Tuuba ilgili eleştirime çok miktarda yorum aldım. Gelen e-postaların sayısı öyle gösteriyor ki, Yılmaz Erdoğan ilk filmde ulaştığı izleyici sayısını bu kez geçecek. Gelen e-postalar genellikle filmi beğendiklerini, Yılmaz Erdoğan'ı takdir ettiklerini söylüyorlar ve başlıyorlar 12 Eylül anılarını anlatmaya... 'İçerden elektrik verilen arkadaşımın canhıraş sesi duyuluyordu... Bilmem neremi tutup sıktıklarında nefes alamıyordum... Tam kafamın üstünden geçen kurşun yanımdaki arkadaşımın kalbine saplandı... Evire çevire dövdüler... Bayılana kadar üstümden kalkmadılar... Revizyonistlerden biri sırtıma yumruğunu öyle bir indirdi ki' şeklindeki ifadelerden sanırım anlatılanların genel havasını çıkarıyorsunuzdur. Bakın o günleri nasıl anlatıyor Oğuz İnce:
'1979'un sonu, 1980'in başlarında iktidar topu bir o kalede bir bu kalede gidip geliyor, kurulan her hükümet çok kısa süreler yaşayabiliyordu... Pisliklerin, milletvekili alıp satmaların ayyuka çıktığı, şerefsiz, namussuz, hayasız, duyarsız siyasilerin ülke üzerinde emperyale uşaklık ettiği günlerdi. Her gün 15-20 gencin cenazesi kalkıyor, işkenceler, bombalamalar kurşunlamalar sendikacılara, öğretim üyelerine, siyasetçilere, gazetecilere sıçrıyordu... İç savaş...
Gazi İngilizce bölümüne önkayıtla girdim. Okul açıldığında kampusa tek girip çıkabilmenin neredeyse imkansız olduğu anlaşıldı. Sağcılar Beşevler'de, solcular Fen İşleri'nde grup yapıp kampusa giriyorlardı. Bu durum grupların güvenliği bakımından bir önlemdi belki ama gözü dönmüş katiller içinse kuş sürüsüne saçma sıkıp birkaç kuşu düşürmek kadar da iştah açıcıydı (!)
Fen İşleri'nden okula gidip geliyordum ama ne gruptan kimseyle ne de bölümden biriyle bir arkadaşlık kuramamıştım. Herkes herkesten tedirgindi. Okul bir hafta açık kalsa, bölümlerde çıkan çatışmalar, yaralamalar, cinayetler nedeniyle iki hafta kapanıyordu.
İngilizce bölümü kampusun en uzak köşesindeydi ve polisin kimlik kontrolünden geçip kampusa girdikten sonra korku tünelinden geçer gibi gidiyordum bölüme kadar. Bölümde yine polisin kimlik kontrolünden geçip sınıf kapısına geldiğimde bir başka polis son kontrolü yapıyor ve sınıfa buyur ediyordu.
O gün de öyle oldu. Sınıfa girdim bir sıraya oturdum. Kimse kimseyle ne konuşuyor ne göz göze geliyordu. Ders arasında tuvalete gittim. Pisuvarın başında fermuarımla uğraşırken koltuk altlarımdan giren kollar beni havalandırdı ve ne olduğunu anlayamadan sidikler arasına yıkıldım. Kafama, sırtıma, vücudumun her yerine tekmeler ve sopalarla acımasızca vuruyorlardı. Bittiğinde ayağa kalkacak halim kalmamıştı. Burnum kanıyor, yüzümün patlayan yerlerinden gözlerime, ağzıma kanım doluyordu. Haftalar sonra iyileşti yaralarım ancak. Kahpeliğin, ruhumdaki yaraları 25 yıl geçmesine rağmen kanar durur hálá... Arkamdan ve işerken gelmişti delikanlılar...
Nedenini öğrenmeden yaşayamazdım. Yılmadım ve cellatlarımın üzerine gittim. Birkaç kez sınıfta yanıma oturmuş birisi vardı. Adlarımızı sormanın dışında hiç konuşmamıştık. Bir de okula Gölbaşı'ndan geldiğini söylemişti Hilmi... Sonraları okula gelmedi ve bir daha hiç görmedim. Sağcı olduğu tespit edilmiş... (Belki de değildi.) Bu yüzden beni de sağcı sanıyorlarmış... Böylece kalemim kırılmış (!)
Meseleyi bu şekilde koyunca çözülmüştü onlara göre. Gönlümü almak için neredeyse yalar olmuşlardı... Okula, saygı gösterilen ama nefret eden, inançlarım sarsılmış, soğuk ama omuzlarım hep dik devam ettim... Ne zaman 'sol' sözcüğü duysam burnuma hep sidik kokusu geldi yıllarca...
Solun kendinden olmayanları ayıklama ve enterne etme yöntemlerine hayran kalmış (!) duygularımla, kırılan inançlarımı sorgulama kavşağına dikilmiştim kısacık hayatımda ikinci kez...'
Anlayacağınız Erdoğan'ın 12 Eylül yorumunun 'yumoşluğu' konusunda çoğunluk benimle aynı fikirde... Oğuz'u tuvalette solcular halletmişler. Beni de bir ramazan gecesi sağcılar halletmişlerdi. Arkadan iki kişi geldiler, kafama inen 'mamçaka' darbelerini sayamadım bile. Hálá niye dayak yediğimi bilmem... Hálá kafamdaki dikişler 12 Eylül sözünü duyunca sızım sızım sızlar...
Gerçek bu... 12 Eylül 1980 öncesi, o günlerde kimin tetiklediğini çok da bilmediğimiz bir iç savaş yaşanıyordu. Yılmaz Erdoğan bu savaşı Vizontele Tuuba'da kendi penceresinden resmediyor. Keşke bu ülkede başka Yılmaz'lar olsa da resmin tamamını görebilsek...
Türkiye Ulusal Uygar Barış Akademisi: TUUBA
Vizontele Tuuba'nın lansmanını hem bayrama hem sömestr tatiline denk getirmek çok akıllıca olmuş, Vizontele'yi bayramın ikinci günü ikinci kez izlemeye kalktım gece geç saatlere ancak yer buldum. Aynı filmi beş altı kere izleyen sinema sapıklarından değilim. Lütfi Kırdar'daki galada ses dağılıyordu bu nedenle filmin keyfine varamadım. Bir de geçen hafta CNN'deki 'Atıf Hoca İle Reklam ve Rekabet' programına Yılmaz Erdoğan'ı konuk aldım. Orada birkaç planı yeniden izlememi önerdi o yüzden ikinci bir Vizontele Tuuba turu yaptım.
Şikayetçi değilim. İyi ki de izlemişim. İkinci izleyişte Deli Emin-Tuuba aşkının farklı yönlerini keşfettim. Deli Emin'siz Vizonteleler bir hiç. Filmleri keyifli kılan ana karaker Deli Emin. Bence Deli Emin bir Yılmaz Erdoğan var Yılmaz Erdoğan'dan içerü...
Deli Emin bu kez kötürüm ama çok güzel bir kıza aşık oluyor. Ama o kadar gariban ki bir kötürümün bile güzel olduğunda ona bakmayacağından, elini tutmayacağından, ona aşık olmayacağından emin. Deli Emin'in bu duygularını izleyiciye geçiren bir sahne var ki sinematografik açıdan şahane! Halk kütüphanesinin önünde Tuuba Deli Emin'in elini tutmak istiyor, Deli Emin şaşkınlaşıyor ve flört etmeye başlıyorlar. Hafızalardan uzun süre çıkmayacak bir sahne bu. Bir de size sır vereyim. Tuuba ne demekmiş biliyor musunuz? Türkiye Ulusal Uygar Barış Akademisi. İnanmadınız mı?
İki DVD önerisi
Bayram tatilinde daha önce sinemada izleyemediğim iki filmi DVD'den izledim. Bir tanesi Lasse Hallström'ün Çikolata'sı. Bir diğeri de Jacques Perrin'in inanılmaz belgeseli: Kuşlar Kanatlı Uygarlık. İkisi üzerinde sayfalar dolusu yazı yazabilirim.
Çikolata'nın konusunu çok beğendim. Küçük bir kasabada belediye başkanı geleneği koruma adına kiliseyi ilginç bir şekilde kullanıyor. Kasabayı küçük hazlara alıştıran kadını ve kızını kovmak için oturup vaazları kendi yazıyor. Tabii ki imam bunu yapınca da cemaatin ne yapacağı malum. Filmin temposundan ise çok hoşlanmadım. Ritmi daha yüksek olabilirmiş. Eğer izlemedinizse verilen zamana yine de değer.
Kuşlar Kanatlı Uygarlık ise belgesel ve kuş meraklıları için çok ilginç olabilir. Bırakalım göçmen kuşları ve yolculuklarını tanımayı, çekim ve hazırlık aşamasını izlemek akıllara zarar. Eğer hayvan dünyasını konu alan belgesellerin ne kadar zor şartlarda ve ne kadar zor tekniklerle çekildiğini görmek istiyorsanız Kuşlar Kanatlı Uygarlık DVD'sinin özel sahnelerini kaçırmayın.
Bayramda bir de Birol Güven'in Midyeden Suşiye isimli kitabını okudum. Aman Birol duymasın, onu gelecek haftaya bırakalım.
Nazan değil Razan Burhan Bey!
Televizyon eleştirmeni Burhan Ayeri CNN'de ne yayınlansa eline baltayı alıp 'Allah Allah...' diye girişiyor. Arasıra bizim program da Ayeri'nin baltasından nasibini alıyor. 'Eleştirmendir tabii ki eleştirecektir' deyip her seferinde okuyor, dersler çıkarmaya çalışıyorum. Geçenlerde baltayı kapıp benim programa daldı, bana da cevap hakkı doğdu. Programa katılan kızımızın adı Razan'dı Burhan Bey Raaazan. Program sırasında yazılı olarak da ekrana verildi, ben de iki kere Razan Hanım diye tekrar ettim. Rezzan'ı nereden çıkardınız bilmiyorum ama siz Razan'ı Nazan diye algılamışsanız benim bunda ne suçum var? Amaaa, böyle bir hata yapmam sizi mutlu edecekse hatayı kabul de edebilirim. Tamam öyle olsun, konuğumun adı Rezzan'dı ben ona yanlışlıkla Nazan dedim. Mutlu oldunuz mu Burhan Bey?
Cuma PARILTISI
Bu hafta bizi haftasonu tatiline hazırlayan fıkramız Reyhan Pütün'den:
Köyün birinde dünyanın en yaşlı adamının yaşadığını haber almış televizyoncular. Hemen kameralar, naklen yayın arabaları, köye koyulmuş. İhtiyarı kahvede bulmuşlar. En öne oturtup karşısına da kameraları dayamışlar. Reha Muhtar sormaya başlamış:
- Bu kadar uzun yaşama kim bilir ne kadar güzel anılar sığdırmışsınızdır. Bir güzel anınızı anlatır mısınız? Anlatayım demiş ihtiyar.
- Bir gün ağanın eşeğinin taze sıpası kaybolmuştu. Köyün delikanlıları gittik sıpayı aramaya. Ve de sıpayı bulduk dağın arkasında, bağlayıp dağdan indirirken, serde gençlik var sıpa gözümüze çok güzel göründü...
Reha Muhtar bile kızarmış. ‘‘Aman dede, geç bunu, daha güzel bir anın yok mu?’’ ‘Var’ demiş ihtiyar.
- Günün birinde muhtarın kızı kayboldu, köyun delikanlıları gittik kızı aramaya... Kızı bulduk dağın arkasında. Dağdan indirirken serde gençlik var, kız gözümüze çok güzel gözüktü...
- Ohoooo... ohoo diye Muhtar gene kesmiş dedenin sözünü. Kesmese RTÜK kesecek. ‘Dede en iyisi sen iyi anıları geç de, bize kötü bir anını anlat’ demiş Muhtar. İhtiyar ‘derhal’ demiş ve başlamış anlatmaya...
- Bir gün ben kayboldum....
Cuma Takıntısı
Dido'nun Life For Rent isimli yeni albümünü şiddetle öneriyorum. Bu kızın sesi gerçekten çok kadife ya. Gürültü değil de müzik dinlemek isteyenlere birebir.
Cuma LAKIRDISI
Su yumuşaktır taş sert. Ama su taşı deler (Çin Atasözü)
Yazının Devamını Oku 