12 Eylül herkesin bir yerini sızlatıyor

Geçen hafta yazdığım Vizontele Tuuba ilgili eleştirime çok miktarda yorum aldım. Gelen e-postaların sayısı öyle gösteriyor ki, Yılmaz Erdoğan ilk filmde ulaştığı izleyici sayısını bu kez geçecek.

Gelen e-postalar genellikle filmi beğendiklerini, Yılmaz Erdoğan'ı takdir ettiklerini söylüyorlar ve başlıyorlar 12 Eylül anılarını anlatmaya... 'İçerden elektrik verilen arkadaşımın canhıraş sesi duyuluyordu... Bilmem neremi tutup sıktıklarında nefes alamıyordum... Tam kafamın üstünden geçen kurşun yanımdaki arkadaşımın kalbine saplandı... Evire çevire dövdüler... Bayılana kadar üstümden kalkmadılar... Revizyonistlerden biri sırtıma yumruğunu öyle bir indirdi ki' şeklindeki ifadelerden sanırım anlatılanların genel havasını çıkarıyorsunuzdur. Bakın o günleri nasıl anlatıyor Oğuz İnce:

'1979'un sonu, 1980'in başlarında iktidar topu bir o kalede bir bu kalede gidip geliyor, kurulan her hükümet çok kısa süreler yaşayabiliyordu... Pisliklerin, milletvekili alıp satmaların ayyuka çıktığı, şerefsiz, namussuz, hayasız, duyarsız siyasilerin ülke üzerinde emperyale uşaklık ettiği günlerdi. Her gün 15-20 gencin cenazesi kalkıyor, işkenceler, bombalamalar kurşunlamalar sendikacılara, öğretim üyelerine, siyasetçilere, gazetecilere sıçrıyordu... İç savaş...

Gazi İngilizce bölümüne önkayıtla girdim. Okul açıldığında kampusa tek girip çıkabilmenin neredeyse imkansız olduğu anlaşıldı. Sağcılar Beşevler'de, solcular Fen İşleri'nde grup yapıp kampusa giriyorlardı. Bu durum grupların güvenliği bakımından bir önlemdi belki ama gözü dönmüş katiller içinse kuş sürüsüne saçma sıkıp birkaç kuşu düşürmek kadar da iştah açıcıydı (!)

Fen İşleri'nden okula gidip geliyordum ama ne gruptan kimseyle ne de bölümden biriyle bir arkadaşlık kuramamıştım. Herkes herkesten tedirgindi. Okul bir hafta açık kalsa, bölümlerde çıkan çatışmalar, yaralamalar, cinayetler nedeniyle iki hafta kapanıyordu.

İngilizce bölümü kampusun en uzak köşesindeydi ve polisin kimlik kontrolünden geçip kampusa girdikten sonra korku tünelinden geçer gibi gidiyordum bölüme kadar. Bölümde yine polisin kimlik kontrolünden geçip sınıf kapısına geldiğimde bir başka polis son kontrolü yapıyor ve sınıfa buyur ediyordu.

O gün de öyle oldu. Sınıfa girdim bir sıraya oturdum. Kimse kimseyle ne konuşuyor ne göz göze geliyordu. Ders arasında tuvalete gittim. Pisuvarın başında fermuarımla uğraşırken koltuk altlarımdan giren kollar beni havalandırdı ve ne olduğunu anlayamadan sidikler arasına yıkıldım. Kafama, sırtıma, vücudumun her yerine tekmeler ve sopalarla acımasızca vuruyorlardı. Bittiğinde ayağa kalkacak halim kalmamıştı. Burnum kanıyor, yüzümün patlayan yerlerinden gözlerime, ağzıma kanım doluyordu. Haftalar sonra iyileşti yaralarım ancak. Kahpeliğin, ruhumdaki yaraları 25 yıl geçmesine rağmen kanar durur hálá... Arkamdan ve işerken gelmişti delikanlılar...

Nedenini öğrenmeden yaşayamazdım. Yılmadım ve cellatlarımın üzerine gittim. Birkaç kez sınıfta yanıma oturmuş birisi vardı. Adlarımızı sormanın dışında hiç konuşmamıştık. Bir de okula Gölbaşı'ndan geldiğini söylemişti Hilmi... Sonraları okula gelmedi ve bir daha hiç görmedim. Sağcı olduğu tespit edilmiş... (Belki de değildi.) Bu yüzden beni de sağcı sanıyorlarmış... Böylece kalemim kırılmış (!)

Meseleyi bu şekilde koyunca çözülmüştü onlara göre. Gönlümü almak için neredeyse yalar olmuşlardı... Okula, saygı gösterilen ama nefret eden, inançlarım sarsılmış, soğuk ama omuzlarım hep dik devam ettim... Ne zaman 'sol' sözcüğü duysam burnuma hep sidik kokusu geldi yıllarca...

Solun kendinden olmayanları ayıklama ve enterne etme yöntemlerine hayran kalmış (!) duygularımla, kırılan inançlarımı sorgulama kavşağına dikilmiştim kısacık hayatımda ikinci kez...'

Anlayacağınız Erdoğan'ın 12 Eylül yorumunun 'yumoşluğu' konusunda çoğunluk benimle aynı fikirde... Oğuz'u tuvalette solcular halletmişler. Beni de bir ramazan gecesi sağcılar halletmişlerdi. Arkadan iki kişi geldiler, kafama inen 'mamçaka' darbelerini sayamadım bile. Hálá niye dayak yediğimi bilmem... Hálá kafamdaki dikişler 12 Eylül sözünü duyunca sızım sızım sızlar...

Gerçek bu... 12 Eylül 1980 öncesi, o günlerde kimin tetiklediğini çok da bilmediğimiz bir iç savaş yaşanıyordu. Yılmaz Erdoğan bu savaşı Vizontele Tuuba'da kendi penceresinden resmediyor. Keşke bu ülkede başka Yılmaz'lar olsa da resmin tamamını görebilsek...

Türkiye Ulusal Uygar Barış Akademisi: TUUBA

Vizontele Tuuba'nın lansmanını hem bayrama hem sömestr tatiline denk getirmek çok akıllıca olmuş, Vizontele'yi bayramın ikinci günü ikinci kez izlemeye kalktım gece geç saatlere ancak yer buldum. Aynı filmi beş altı kere izleyen sinema sapıklarından değilim. Lütfi Kırdar'daki galada ses dağılıyordu bu nedenle filmin keyfine varamadım. Bir de geçen hafta CNN'deki 'Atıf Hoca İle Reklam ve Rekabet' programına Yılmaz Erdoğan'ı konuk aldım. Orada birkaç planı yeniden izlememi önerdi o yüzden ikinci bir Vizontele Tuuba turu yaptım.

Şikayetçi değilim. İyi ki de izlemişim. İkinci izleyişte Deli Emin-Tuuba aşkının farklı yönlerini keşfettim. Deli Emin'siz Vizonteleler bir hiç. Filmleri keyifli kılan ana karaker Deli Emin. Bence Deli Emin bir Yılmaz Erdoğan var Yılmaz Erdoğan'dan içerü...

Deli Emin bu kez kötürüm ama çok güzel bir kıza aşık oluyor. Ama o kadar gariban ki bir kötürümün bile güzel olduğunda ona bakmayacağından, elini tutmayacağından, ona aşık olmayacağından emin. Deli Emin'in bu duygularını izleyiciye geçiren bir sahne var ki sinematografik açıdan şahane! Halk kütüphanesinin önünde Tuuba Deli Emin'in elini tutmak istiyor, Deli Emin şaşkınlaşıyor ve flört etmeye başlıyorlar. Hafızalardan uzun süre çıkmayacak bir sahne bu. Bir de size sır vereyim. Tuuba ne demekmiş biliyor musunuz? Türkiye Ulusal Uygar Barış Akademisi. İnanmadınız mı?

İki DVD önerisi

Bayram tatilinde daha önce sinemada izleyemediğim iki filmi DVD'den izledim. Bir tanesi Lasse Hallström'ün Çikolata'sı. Bir diğeri de Jacques Perrin'in inanılmaz belgeseli: Kuşlar Kanatlı Uygarlık. İkisi üzerinde sayfalar dolusu yazı yazabilirim.

Çikolata'nın konusunu çok beğendim. Küçük bir kasabada belediye başkanı geleneği koruma adına kiliseyi ilginç bir şekilde kullanıyor. Kasabayı küçük hazlara alıştıran kadını ve kızını kovmak için oturup vaazları kendi yazıyor. Tabii ki imam bunu yapınca da cemaatin ne yapacağı malum. Filmin temposundan ise çok hoşlanmadım. Ritmi daha yüksek olabilirmiş. Eğer izlemedinizse verilen zamana yine de değer.

Kuşlar Kanatlı Uygarlık ise belgesel ve kuş meraklıları için çok ilginç olabilir. Bırakalım göçmen kuşları ve yolculuklarını tanımayı, çekim ve hazırlık aşamasını izlemek akıllara zarar. Eğer hayvan dünyasını konu alan belgesellerin ne kadar zor şartlarda ve ne kadar zor tekniklerle çekildiğini görmek istiyorsanız Kuşlar Kanatlı Uygarlık DVD'sinin özel sahnelerini kaçırmayın.

Bayramda bir de Birol Güven'in Midyeden Suşiye isimli kitabını okudum. Aman Birol duymasın, onu gelecek haftaya bırakalım.

Nazan değil Razan Burhan Bey!

Televizyon eleştirmeni Burhan Ayeri CNN'de ne yayınlansa eline baltayı alıp 'Allah Allah...' diye girişiyor. Arasıra bizim program da Ayeri'nin baltasından nasibini alıyor. 'Eleştirmendir tabii ki eleştirecektir' deyip her seferinde okuyor, dersler çıkarmaya çalışıyorum. Geçenlerde baltayı kapıp benim programa daldı, bana da cevap hakkı doğdu. Programa katılan kızımızın adı Razan'dı Burhan Bey Raaazan. Program sırasında yazılı olarak da ekrana verildi, ben de iki kere Razan Hanım diye tekrar ettim. Rezzan'ı nereden çıkardınız bilmiyorum ama siz Razan'ı Nazan diye algılamışsanız benim bunda ne suçum var? Amaaa, böyle bir hata yapmam sizi mutlu edecekse hatayı kabul de edebilirim. Tamam öyle olsun, konuğumun adı Rezzan'dı ben ona yanlışlıkla Nazan dedim. Mutlu oldunuz mu Burhan Bey?

Cuma PARILTISI

Bu hafta bizi haftasonu tatiline hazırlayan fıkramız Reyhan Pütün'den:

Köyün birinde dünyanın en yaşlı adamının yaşadığını haber almış televizyoncular. Hemen kameralar, naklen yayın arabaları, köye koyulmuş. İhtiyarı kahvede bulmuşlar. En öne oturtup karşısına da kameraları dayamışlar. Reha Muhtar sormaya başlamış:

- Bu kadar uzun yaşama kim bilir ne kadar güzel anılar sığdırmışsınızdır. Bir güzel anınızı anlatır mısınız? Anlatayım demiş ihtiyar.

- Bir gün ağanın eşeğinin taze sıpası kaybolmuştu. Köyün delikanlıları gittik sıpayı aramaya. Ve de sıpayı bulduk dağın arkasında, bağlayıp dağdan indirirken, serde gençlik var sıpa gözümüze çok güzel göründü...

Reha Muhtar bile kızarmış. ‘‘Aman dede, geç bunu, daha güzel bir anın yok mu?’’ ‘Var’ demiş ihtiyar.

- Günün birinde muhtarın kızı kayboldu, köyun delikanlıları gittik kızı aramaya... Kızı bulduk dağın arkasında. Dağdan indirirken serde gençlik var, kız gözümüze çok güzel gözüktü...

- Ohoooo... ohoo diye Muhtar gene kesmiş dedenin sözünü. Kesmese RTÜK kesecek. ‘Dede en iyisi sen iyi anıları geç de, bize kötü bir anını anlat’ demiş Muhtar. İhtiyar ‘derhal’ demiş ve başlamış anlatmaya...

- Bir gün ben kayboldum....

Cuma Takıntısı

Dido'nun Life For Rent isimli yeni albümünü şiddetle öneriyorum. Bu kızın sesi gerçekten çok kadife ya. Gürültü değil de müzik dinlemek isteyenlere birebir.

Cuma LAKIRDISI

Su yumuşaktır taş sert. Ama su taşı deler (Çin Atasözü)
Yazarın Tüm Yazıları