Paylaş
Fakat ben ziyaretçi akınına uğramayan yalnız ve asude bir mekânı seçtim. Fatih’in sessiz sakin bir sokağında, kendi halinde bir camiyi
Başınızı kaldırdığınızda çatısından yükselen minareyi görmeseniz dışından anlamazsınız. Sıralı apartmanlardan bir apartman binası zannedersiniz.
Bitişik nizam dizilen eski apartmanlar arasında kalmış bir ferahlık ve huzur kaynağı burası.
Bugünlerde çok hatırlanmasa da... Adını, hikâyesini duymayan yoktur.
NEDENİ HİKÂYESİNDE
Yaptıran hayırseverin kimliği konusunda iki rivayet var. Ya Keçeci Hayreddin ya da Adanalı Şakir Efendi. Hangisi olduğu şüpheli, hâlâ gizemini koruyor.
Fatih Müftülüğü, kapısına bir hayrat levhası asmış. Yazılanlara göre 17. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Ki o da kesin değil.
Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki Fatih yangınında kül olmuş. Bu sefer de halkın topladığı yardımlarla yeniden ayağa kaldırılmış. Aslına sadık kalınmadığından, aslında neye benzediği de tartışmalı, hâlâ çözülememiş bir sır.
Ama hikâyedeki bütün belirsizliklere rağmen niye bu adı aldığı kesin.
İlk yaptıran, ‘sanki yedim’ diyerek fazladan yememiş, içmemiş. Boğazından kesip biriktirdikleriyle yaptırmış.
Yani dişten, tırnaktan kıt kanaat artırılan küçük paralarla vücuda getirilmiş bir eser.
İşte beni oraya çeken şey de bu mütevazılığı.
SAMİMİYET ANITI GİBİ
İhtişamı, şekilde değil de mana da arıyorsanız...
Görkemi, büyüklükte değil de tevazuda görüyorsanız...
Gösterişi, maddiyatta değil de ruhta buluyorsanız...
Üstünüze basan kibirli yükseltilerden, gökdelenlerin soğuk büyüklenmelerinden, çalımlı mimari iriliklerden fenalık geldiyse... Atın kendinizi ‘Sanki Yedim Camisi’ne.
Harcı ihlasla, samimiyetle karılan bu mabedin iç ısıtan sıcaklığına mutlaka yolunuzu düşürün.
Çekiciliği, ‘Desinler’ diye değil ‘Sanki Yedim’ diye yapılmasında.
Değeri, ne yaptıranın namında, statüsünde ne de mimarının şanında. Tarihi kıymetinden çok, sıradan ecdadın gönül mirası olmasında.
Yüceliği, kutsal bir mabet olmanın yanı sıra alçakgönüllü mimarisinde.
Sevimliliği, başyapıtlarla yarışa girmeyen iddiasız dış görünüşünde.
Şehrin günahları üstünüze çöktüğünde soluğu orada alın. Hüseyni bir gazel, uşşak bir ilahi havasında... Yanıklığı, kavrukluğuyla su serpecektir içinize.
İLBER HOCA’NIN DALGINLIĞINA GELEN MÜZE
KÜLTÜR ve Turizm Bakanlığı, bayram süresince müzelerini açık tuttu. İyi de yaptı.
Yeri gelmişken...
Hani İlber Ortaylı’nın “Müze açmak o kadar kolay mı? Beyefendi ne vakittir müze geziyor” diyerek küçümseyip ufaladığı Mehmet Çebi var ya...
Bakmayın siz Hoca’nın dudak bükmesine. Ondaki derya gibi ilim olsa siz de kolay kolay allame-i cihan beğenmezsiniz.
Çebi, Türkiye’nin önde gelen hat ve resim koleksiyonerlerinden. Yurtdışında çok sergiler açmış, müzayedelere katılmış, kataloglara eser sokmuş bir galeri sahibi.
Hat ve tezhip gibi geleneksel formların ihya edilerek modern sanatlar arasında yer bulmasına katkısı büyük.
En çok emeği de hilye sanatının geliştirilip yaşatılmasına geçmiş.
İşte onun kurduğu İstanbul Kültür ve Medeniyet Vakfı’na ait şahane bir müze var. Süleymaniye’de, tarihi Siyavuşpaşa Medresesi’nde.
Adı, Hilye-i Şerif ve Tespih Müzesi.
Daha ilk yılını yeni doldurdu ama şimdiden aylık ziyaretçisi 10 bini bulmuş durumda.
Mütevazı ama etkileyici. Benden söylemesi...
Paylaş