Bir sessizliğe gömülüp o acıyı yalnız başıma çekmeyi tercih ederim.
Şimdi bir istasyondayız.
Ben gidiyorum.
Ayrılmak denildiğinde benim gözümün önüne hep aynı görüntü gelir.
Eski siyah beyaz Fransız filmlerindeki tren istasyonları.
Kalabalık bir peron, trenin bacasından çıkan kalın dumanlar, tekerleklerin arasından fışkıran buharlar, çan sesleri, gürültüler ve sessizce birbirine bakan kederli iki insan...
Söylenecek o kadar çok söz ve bunları söyleyebilmek için o kadar az zaman vardır ki kimse bir şey söyleyemez.
Kalabalığın ortasında iki kişilik bir sessizlik büyür.
Arada bir kısa, kesik, manasız cümleler söylenir.
Ve birbirinden hiç ayrılmak istemeyen iki insan, bir an önce tren kalksın, bu huzursuz sessizlik bitsin ve derin acılarına gömülsünler diye beklerler.
Acının, birkaç dakikalığına da olsa bir sıkıntıya bürünmesi, onları biraz sonra çekecekleri acıdan daha fazla kederlendirir.
Sonra düdük çalar.
Tren olduğu yerde kımıldanır.
Aralarından biri trene biner.
Tren yavaşça hareket eder.
Kalan, trenin yanında yürümeye çabalar.
Giden, cama dayanır.
Birbirlerine bakarlar.
Öyle bakarlar.
Tren hızlanır.
Aralarından biri "Seni seviyorum" diye bağırır ama artık çok geçtir, kelimeler rüzgara karışıp kaybolur.
İstasyon boşalır.
Issızlık ve yalnızlık basar.
Sonrası derin bir keder.
Sevmem ben ayrılmayı.
Pek beceremem de.
Ne söyleneceğini bilemem.
Hiçbir söz teselli değildir çünkü.
Bir sessizliğe gömülüp o acıyı yalnız başıma çekmeyi tercih ederim.
Şimdi bir istasyondayız.
Ben gidiyorum.
Birçoğunuzla belki bir daha hiç buluşmayacağız.
Bu, birbirimizi gördüğümüz son yazı olacak.
İsterim ki bu beraberlikten bir iz kalsın sizde.
Öyle bir söz söyleyeyim ki onu unutmayın.
Ama öyle bir söz bilmiyorum.
Tren istasyonunda trenin kalkmasını bekleyen adam gibi söyleyecek anlamlı bir söz de aklıma gelmiyor.
Size öyle bakıyorum.
Tren hareket etsin diye bekliyorum.
Yazdığım her kelime, yazdığım her satır, ayrılığa biraz daha yaklaştırıyor bizi.
Bilmem kaç vuruş sonra ayrılacağız.
İki sene boyunca yazılar yazdım size buradan.
O yazıların her biri, her birinize yazılmış bir mektup gibiydi.
Kaç yazı yerine ulaştı, kaç yazıda sizlere dokunabildim, bilmiyorum.
Öyle yazdım işte, haftalarca, aylarca, yıllarca yazdım.
Alıştım size.
Şimdi gidiyorum.
O iflah olmaz yazar kibriyle biraz üzülmenizi istiyorum doğrusu.
Giden trenin ardından bir an da olsa bakıp iç geçirmenizi.
Ben üzüleceğim.
Ama size söyleyeceğim son sözü, tren iyice ayrıldıktan, yazı bittikten, rüzgar sözlerimi dağıtmaya başladıktan sonra söyleyeceğim ve siz onu duymayacaksınız.
Benim de sizi duymayacağım gibi...
Birbirimizi duymayacağız.
En duymak isteyeceğimiz sözcükler kaybolup gidecek.
Genellikle de öyle olmaz mı zaten ayrılık zamanlarında?
Esas söylenmek istenenler bir türlü söylenemez.
Bir tutukluk gelir insana.
Nedendir bilmem.
Belki son anda söylenecek bir sevgi sözcüğüne istenildiği gibi bir cevap alınmayacağı endişesinden, belki de o kısacık zaman parçasında anlatmak istediğini anlatamayacağın korkusundan.
Ben beceremedim hiç ayrılmayı.
Söylemek istediğim halde söyleyemediğim o kadar çok cümle biriktirdim ki...
Kaç uçağın, kaç arabanın arkasından öyle baktım...
Gözlerime rüzgar doldu.
Kendi yüzüm öyle anlarda nasıldı, bilmiyorum ama ayrılığın kederini geçenlerde genç bir adamın yüzünde gördüm.
Bir sabah kapım çalındı.
Biri genç, biri orta yaşlı iki adam duruyordu.
Genç olanı sessizdi.
Daha yaşlı olanı anlattı ne istediklerini.
Genç adamın karısı kaybolmuştu.
Çocuğuyla birlikte evden çıkmış ve bir daha dönmemişti.
Son olarak iki adamla birlikte görülmüştü.
Genç adam karısının "kaçırıldığına" inanıyordu ve gazetelerin bunu yazmasını, karısını bulmasına yardım etmesini istiyordu.
Elimden geldiğince yardım etmeye çalıştım.
Sokağa çıktığımda, genç adamı akrabalarıyla birlikte bir apartmanın bahçe duvarına dayanmış dururken gördüm.
Akşam döndüğümde gene oradalardı.
Sonra günler geçti.
Kadın ne döndü ne bulundu.
Genç adamın yanındaki akrabaları yeniden geldikleri yerlere, apartmanların alt katlarına döndüler.
Şimdi genç adamı her akşam eve dönerken, o alacakaranlıkta bir ağacın altında yapayalnız beklerken görüyorum.
Tek başına bekliyor.
Sokağın köşesine bakıyor.
Dümdüz bakıyor.
Herkes ümidini kestiği halde o ümitle ilerdeki köşeye bakıyor, belki beklediği kadının köşeyi dönüp ona doğru yürüdüğünü hayal ediyor, belki içinden onunla konuşuyor, belki kızıyor, belki kendisiyle hesaplaşıyor, belki cinayet hesapları yapıyor.
Bilmiyorum.
Bir kadından değil hayattan ayrılmış gibi yüzündeki ifade.
Ağacın altında duruyor.
Sabah kalkıyorum, orada.
Akşam, hava kararıyor, orada.
Bekliyor.
Yüzünün çizgileri hep aynı ama gözleri...
Ben öyle yalvaran gözler görmedim, Tanrı’ya, hayata, insanlara, kadere o kadını geri getirmeleri için yalvaran gözler.
Hiçbir şey söylemiyor.
Duruyor öylece.
Böyle bir acı görmedim.
Böyle bir çaresizlik.
Böyle bir yakarış.
Böylesine canlı tutulmaya çalışılan bir ümit.
O kadından başka hiçbir şey düşünmüyor.
Uykularından uyandığını biliyorum.
Benim yüzüm de hiç onun yüzü gibi oldu mu acaba diye merak ediyorum.
Olmuştur belki de.
Kaybettiğini özlemek zor iştir.
Ben çok özledim.
Çaresizce özlediğim zamanlar oldu.
Ağacın altında bekleyen çocuk gibi bir odanın içinde beklediğim, adım seslerinin kapıya yaklaştığını hayal ettiğim, öfkelendiğim, acı çektiğim zamanlar.
Aslında size söylemek istediklerim bunlar değil bir veda yazısında.
Başka cümleler, asla söylemeyeceğim, yazmayacağım cümleler dolaşıyor aklımda.
Bir tren istasyonunda trenin kalkmasını bekler gibi yazının bitmesini bekliyor, asıl söyleyeceğim cümleler yerine "Paltonu almayı unutmadın, değil mi" gibi anlamsız cümleler söylüyorum.
Ayrılmayı kimse pek doğru dürüst beceremez zaten.
Zor iştir.
Üstelik fevkalade tatsız bir zamanda, ölümlerin, acıların, öfkelerin hayatımızı tren dumanları gibi kapkara doldurduğu bir zamanda ayrılıyoruz.
Böyle zamanlarda insanlar sevdiklerinden ayrılırken onları birisine emanet etmek isterler.
Kime emanet edeceğim sizleri?
Siz beni kime emanet edeceksiniz?
İlk düdük sesi duyuldu.
Ayrılacağız birazdan.
Tren hareket edecek.
Ardınızdan bir iki adım daha atacağım.
Uzaklaşacaksınız.
Macbeth’in girişindeki şarkı gibi, "biz bir daha nerede buluşacağız, fırtınada mı, yıldırımda mı, yağmurda mı?"
Aslında fırtınada, yıldırımda, yağmurda ayrılıyoruz.
Dumanlarla dolu bir peronda.
Kompartıman kapıları kapanıyor.
Tekerlekler dönmeye başlıyor.
Ben artık ayrılacağım.
Gidiyorum ben.
Yarın sabah o genç adamı gene o ağacın altında göreceğim...
Ve bir sabah onu görmediğim zaman onu merak edeceğim.
Uzaklaşıyorsunuz...
Ben artık gidiyorum...
Söylemek istediklerimi rüzgar sesimi dağıttığında, artık duyamadığınızda söyleyeceğim size...
Benden son duyacağınız sadece tek bir kelime olacak: