Öyle bir Türkiye ki değil içinde yaşamak yanından bile geçmek istemezsin.
Bir de kendim göreyim şu Türkiye’yi arzusu uyandı birden içimde.
Kendime kararımı değiştirme fırsatı tanımadan hemen bir çantanın içine birkaç parça eşya koydum, kimseye haber bile vermeden arabaya atlayıp yola çıktım.
Kayseri’ye geldiğimde akşam çökmeye hazırlanıyordu.
Göreme’ye döndüm.
Issız bir kasabada, vadiye bakan bir otelde kendime bir oda buldum.
Odanın terasının hemen önünde devasa bir peribacası dikili duruyordu.
Kayalara oyulmuş minik pencereleri, sivri ucu, iri gövdesiyle biraz önce oraya konmuş toprak rengi bir uzay aracını andırıyordu.
Vadinin karşı yamacı dalgalanan kil rengi bir deniz gibi onduleli kıvrımlarla uzanıyor, binlerce yıl önceden kayalara yapılmış evlerin pencereleriyle kapıları acıklı bir körlükle akşamın alacakaranlığını emerek karanlıklaşıyordu.
Akşam yemeği için köy meydanındaki tek lokantaya gittim.
Lokantanın sahibi de olan aşçı dut gibiydi, bütün dünyayı dolaşmış sonunda doğduğu kasabaya dönüp bu dükkanı açmıştı, gittiği yerlerde memleketini, memleketinde de gittiği yerleri özlemenin çaresiz pişmanlığını rakıyla yatıştırmaya uğraşıyordu.
- Nasılsın? dedim.
- Üç tane attım, şimdi iyiyim, dedi.
Kaldığım otelin yabancı olan sahibiyle, onun yardımcılığını yapan yarı Türk yarı Lübnanlı hanım sekreteri de aynı lokantaya geldiler.
Aşçının sevimli karısı ise "bir zamanlar çok yakışıklı olan serseri kocasını" çekiştiriyor, konuşurken konuşurken eliyle ağzını gizleyerek gülüveriyordu.
Lokantaya arada bir başka müşteriler de uğrayıp çok kalmadan gidiyorlardı.
Kasaba dedikodularını öğreniyordum.
Aşçının köylü karısı, "kocam andropoza girdi" diyordu, ben gözlerimi açarak şaşkınlıkla bakınca da "kızım öyle söylüyor" diye ekliyordu.
Otelin sahibiyle sekreteri arasında sancılı bir ilişki yaşanıyor, otel sahibinin karısının yakında döneceği söyleniyordu.
"Peki karısı dönünce ne olacak" sorusunun cevabı ise harikaydı:
- Valla bütün müşteriler bunu merak ediyor.
Lokantacının karısı arada bir koşup kocasına bir tekme atıyordu.
Kahveleri içerken, aşçıyı, karısını ve genç garsonu da davet ettim.
Laf siyasete geldi.
Aşçı "solcuydu" ama hangi partiye oy vereceğini bilmiyordu, çok değişik bölgelerde birkaç kez daha duyacağım bir cümleyi söylüyordu:
- Bir adamı seviyordum, o da öldü.
- Peki Ecevit’in partisine oy verecek misin?
- Bilmiyorum ki...
Garson çocuğun konuşması ise çok daha şaşırtıcıydı.
- Buna anlatamıyorum, diyordu aşçıyı göstererek, ben dinci değilim ama AKP’ye oy vereceğim çünkü demokrasi her şeyden önemli...
Aşçı "sağcılara" oy vermekte zorlanacağını söylüyordu, seçime kadar düşünecekti.
Aşçının karısı gülerek bahçenin içinde dolaşıyor sonra kocasına bir tekme daha atıyordu.
Ertesi sabah, uçup gitmemiş olması beni epeyce şaşırtan peribacasının karşısında kahvaltı ettikten sonra yeniden yola çıktım.
Kayseri’den Maraş’a inen olağanüstü güzel yoldan, ormanların, dağların arasından geçtim, bir ihtiyardan bir sepet çilek aldım.
Maraş sınırları yakınında sessiz bir benzincide depoyu doldururken oradaki orta yaşlı bir adam da "işler nasıl gidiyor" sorusuna kendi fikrini açıklayarak cevap verdi:
- Türkiye’nin tüzüğünün değişmesi lazım.
- Neyinin?
Biraz durup cevap verdi.
- Tüzüğünün.
Maraş’ı geçip Antep’e girdim.
Yol sorduğum itfaiyeciler bir çay içmeye davet ettiler.
Çoğunluğu CHP’liydi ve AKP’den çok şikayetçiydiler, özellikle "kadrolaşmaları" onları çok kızdırıyordu.
Geceyi, eski bir konaktan yapılmış, taş avlusunda bir manolya ağacı bulunan bir otelde geçirdim.
Otelin maceracı ve entelektüel sahibinin eşi hamileydi, hamile kalmadan önce kocasıyla birlikte motosikletle bir İtalya gezisi yapmışlardı, bebek doğduktan sonra aynı geziyi bu kez karavanla yapacaklardı.
İşler iyiydi, Avrupa Birliği’nden kredi alıp oteli büyütmüşlerdi ve boş oda yoktu.
Bozcaada şarabıyla Antep kebabı yedim.
Berrak gökyüzünde dolunay parlıyordu.
Üstüne bir de acıbadem likörü ikram ettiler.
Hayat güzel gözüküyordu.
Sabahleyin iyi bir kahvaltıdan sonra yeniden yola çıktım.
Dağların arasındaki yoldan Maraş’a indim, Şarkışla’ya geldim.
"Burada iyi bir lokanta var mı" diye sorduğum kuyumcuyla biraz ahbaplık ettim, kasabada on beş kuyumcu olduğunu söyledi, hepsi de bomboştu.
- Burada kim kuyumcudan bir şey alacak ki? dedi.
- Eee, niye bu kadar çok kuyumcu var?
- Çünkü yakında Alamancılar gelecek, onlar çocuklarını buradan evlendiriyorlar, o zaman işler patlar.
Yeni açılmış kocaman kebapçı da bomboştu, niye lokanta açtıklarını sordum, "gurbetçiler" için açmışlar.
Bütün ekonomisi "gurbetçilere" dayanan böyle bir yer hiç görmemiştim.
Oradan Sivas yoluna saptım.
Şehirlerarası yolun girişi iki evin arasından başlıyordu ve bu tali yol topraktı, etraf yemyeşildi, ırmakların, çayların yanından, korulukların arasından geçtim. Orta Anadolu’ya kimin niye "bozkır" dediğini merak ettim, ben sadece yeşillik görmüştüm çünkü.
Yolda elini kaldıran yaşlı bir hacıyı aldım.
- Bileğimi sakatladım da yürümekte zorlanıyorum, dedi.
Oradan buradan konuştuk.
- Oğlanları everdik, kızları çıkardık, dedi, yalan dünya, koca avratla gün sayıyoruz.
Sonra, laf oraya nasıl geldi hiç anlamadım ama inanılmaz bir "avrat" güzellemesi yaptı.
- Güldür, gülistandır, cennetin yoludur.
Yetmiş beş yaşındaydı ve bir köyden bir köye yürüyordu, bileğini sakatlayıp bir araba durdurduğuna da utanıyordu.
Sivas’tan Tokat’a kıvrıldım.
Yollar, Fellini’nin Amarcord filminin başlangıcı gibi polen sağanaklarıyla beyazlanıyordu.
Tokat’ta durdum.
O efsanevi kılıflı sucukla, köpüksü pekmezden nerede bulabileceğimi sorduğum iki genç adam "biz sizi götürelim" dediler.
İkisi de akademisyendi, Avrupa’da eğitim yapmışlardı ve "Avrupa Birliği’nden başka çare yok" diyorlardı.
Arka sokaktaki bir dükkana girdik.
Sucuk, pekmez, zeytin, peynir satan dükkancıyla da biraz lafladık.
- Bu muhtıra olmasaydı AKP buralarda kaybederdi, dedi, ama bu muhtıra buradaki insanlarda biraz kendi dinlerine, imanlarına yapılmış bir hareket gibi geldi... Belki en yukarlardaki dağ köyleri vermez ama diğerleri AKP’ye verecek.
Gençlerin arasında ise MHP’liler çoğunluktaydı
Akşam çökerken Tokat’tan Amasya’ya hareket ettim.
Gece vakti girdim Amasya’ya.
Yeşilırmak kıyısındaki Osmanlı camileriyle nehrin arkasındaki sırtlara yedi bin beş yüz yıl önce oyulmuş kral mezarları sarı ışıklarla parlıyordu.
İki genç şair kardeşin işlettiği güzel bir otele uğradım önce.
Nehirden gelen rüzgar dağlara çarparak geri dönüyor, taş avludaki çardağın altı serin bir ferahlıkla doluyordu.
Şiirden konuştuk.
Küçük kardeş Emrah,
"Çıplaklığından utanır saklanırdın
Senindi o masumiyet
Kapatırdım utanma diye gözlerimi
Sarınıp havluya bir gelişin vardı,
Sen vardın
Şimdi o koca memelerini
Apaçık sergiliyorsun...
Hiç tanımadığın bir adam için
Onlar
Güzel bir sürprizken
İyi tanıdığın bir adam için
Şimdi ne büyük bir acı"
Diye yazmıştı.
Geceyi nehrin üzerindeki küçük bir odada suyun akışını dinleyerek geçirdim... Balkonda oturdum, suya, tepelere, ışıklara bakarak kendi tarihime anılar kazıdım.
Öğleye doğru Amasya’dan çıktım, Merzifon’a uğradım, kasabanın küçük meydanında Merzifonlu Mustafa Paşa’nın heykeli vardı ama meydanın adının heykelle bir ilgisi yoktu.
Meydanın adı "Kemal Yamak" meydanıydı.
Merzifon’dan Kastamonu’ya döndüm, yol üstündeki bir kasabada girdiğim dükkandaki genç adama yolu sordum.
- Kastamonu’ya nasıl giderim?
Kısaca cevap verdi.
- Araçla.
Yolu kendim bulmaya karar verdim.
Muhteşem Ilgaz Dağları’nın arasından Kastamonu’ya indim, yolda konuştuğum insanlar orayı MHP’nin alacağını söylediler.
Uğradığım başka bir kasabada, kasabadan daha büyük bir pazar kurulmuştu, o pazarın niye kasabadan daha büyük olduğunu, niye oraya kurulduğunu ve kimlerin alışveriş yaptığını anlayamadım.
Bir su kenarındaki küçük bir ağacın gölgeliğinde pazardan aldığım domateslerle taze ekmeği yedim.
Sonra Safranbolu’ya uğradım.
O eski evlere baktım, lokumundan tattım.
Karabük üzerinden geri döndüm.
Çok yoruldum ama kendimi dinlenmiş ve temizlenmiş hissediyorum.
Dağları, ovaları, nehirleri, ırmakları, meraları, çayırlıkları, insanları ve tarihiyle, çirkin kentleri olan olağanüstü güzel bir ülke burası.