Günler, sel suları gibi, değerli değersiz ayrımı yapmadan önüne kattığı her şeyi sürükleyerek zamanın boşluğuna akıtır.
Yazarlar da bir dalyanın girişinde ağlarıyla bekleyen balıkçılar gibi, günlerin içinde sürüklenip giden değerlileri yakalayıp onları zamana ve insanlığa yeniden kazandırırlar.
İşleri budur.
Günle birlikte kaybolmayacak olanı cümleleriyle yakalamak.
Kimi şanssızdır, ağlarına sadece değersiz olan takılır...
Kimi şanslıdır, hep yaşayacak olanı cümleleriyle yakalar.
Şanslı da olsalar, şanssız da olsalar ortak amaçları hep aynıdır, zamanın içinde kaybolmayacak olanı bulmak, onu yeniden insanlara ulaştırmak.
Zamanın kapısında durup, kalemlerini hayatın içine daldırarak sabırla ararlar.
Ne yazık ki Türk olan her yazarı bir ihanet bekler.
Mesleklerinin kutsal kuralına ihanet etmeye zorlanırlar.
Bazen ağlarına takılan değerli satırları sulara atıp, değersiz olanları satırlarına taşımaya mecbur kalırlar.
Bundan on ya da yirmi yıl sonra kimsenin umurunda olmayacak olayların içinde hayatları tükenenlere hiç olmazsa bir iki satırla yardım edebilmek için mesleklerine ihanete gönüllü katılırlar.
Ben de diğer birçok yazar gibi haftalardır kendi ülkemde aynı ihanete itildiğimi hissediyorum.
Bütün yazarlar gibi ben de insanın kalıcı kısmını, duygularını, ihtiraslarını, kararsızlıklarını, zaaflarını, iç çatışmalarını yazmayı severim, oralardan bir iki kalıcı satır çıkartabilmeyi umarım.
Bunun için uğraşırım.
Son zamanlarda ne zaman bunları yazabilmek için otursam kalem duruyor.
Canımı yakan içimdeki bir ses, "şimdi bunları yazma" diyor.
"Gelecekte hiçbir kıymeti olmayacak, tarih ve edebiyat için önemsiz olayların içinde kaybolan insanlar var, onları yaz," diyor.
"Sen bir Türksün ve şimdi mesleğine ihanet etmelisin."
Doğrusu insan merak ediyor, neden değersiz olan bu kadar önemli burada?
Neden bu toplum ergenlik çağındaki zavallı, ürkek, kırılgan ve alıngan bir çocuk gibi bitmeyen bir huzursuzlukla kıvranıyor?
Niye hep alay edileceğinden korkuyor?
Niye hep aşağılandığını sanıyor?
Tarihinde bir tek gün bile "sömürge" olmamış, Birinci Dünya Savaşı’ndaki olağanüstü yeteneksiz ve basiretsiz bir kadronun hataları sonucunda yaşanan kısa süreli bir işgal dışında işgal görmemiş bir geçmişin çocukları, neden bir türlü gerekli zihinsel gücü biriktiremiyor toplumsal hafızasında?
Birbirinden kuşkulanan, birbirine düşman insanların hiç bıkmadan hep aynı konuları tartıştığı bir ülkeyi bir imparatorluğun mirasından yaratmayı nasıl başarmışız?
Niye her sorunun çaresinin öldürmek, yok etmek, zindana atmak olduğunu sanıyoruz?
Düşünen, değişik fikirler söyleyen herkes neden bu toplumu ölesiye korkutuyor?
Gerçekler neden bizim düşmanımız?
Hukuka ve demokrasiye duyduğumuz kuşkunun bizi nasıl zavallılaştırdığını görmemizi önleyen körlüğün kaynağı nerede?
İktidara kim gelirse gelsin, hangi meşrepten olursa olsun, sonunda neden yasakları ve cezalandırmaları tek yönetim biçimi olarak kabul ediyor?
Bunların bir cevabı olmalı.
Bu toplumun geçmişinde bir yerde gömülü bir lanet var herhalde.
Bir şey bu toplumu çok korkutmuş.
O ne?
Birinci Dünya Savaşı’nda yaşadığımız o korkunç yenilgi mi?
Bu mu bizi bu kadar kırılgan ve ürkek yapıyor?
Eğer öyleyse, zihnimizin karanlıklarına çakılan korku buysa, neden Birinci Dünya Savaşı’nı enine boyuna tartışmıyor, hataları tek tek ortaya çıkartmıyor, bunlardan alacağımız derslerle yolumuza güvenle devam edecek bir hale gelemiyoruz?
Niye Birinci Dünya Savaşı’nı ve o dönemde yaşananları, "müttefiklerimiz harbi kaybettiği için biz de kaybetmiş sayıldık" türünden saçmalıkların arkasına saklıyoruz?
İttihatçıların tarihte eşine az rastlanır ölçüde yeteneksiz ve zalim olduğunu görmekten mi korkuyoruz?
İttihatçılarla aramızdaki bu kopmaz bağ nereden geliyor?
Onların günahlarını bu kadar istekle sırtlanmamızı sağlayan nedir?
Biliyorsunuz, psikiyatri, huzursuz ruhların yaşadıkları acılardan kurtulabilmesi için "bilinçaltlarına" sakladıkları gerçeklerle yüzleşmesi gerektiğini söyler.
Kendinden sakladığın gerçek ne kadar büyükse yaşadığın acı ve korku da o kadar büyük olur.
Toplumsal bir psikanalizden geçmemiz mi gerekiyor acaba?
Gerçekleri görme ihtiyacımızla, gerçekleri görme ihtimalinin ruhumuzda yarattığı o korkunç ürküntü arasındaki ikilem mi bizi bu kadar rahatsız, huzursuz yapıyor?
"Başkalarından", "diğerlerinden","ötekilerden" duyduğumuz kuşkular, hep bize kötülük yapacaklarına dair endişelerimiz, aslında onların gerçekleri bulacakları ya da buldukları o gerçekleri söyleyecekleri korkusundan mı besleniyor?
Nedir bu toplumu bu kadar korkak ve huzursuz kılan gerçek?
Romanlardan, romancılardan geçtik artık "roman kahramanlarını" bile düşman sayacak kadar bizi hastalandıran bu "gerçek" ne?
Nedir bu dehşet verici gerçek?
Gizli ya da açık iktidarların bu toplumu "korkular yaratarak" yönetmeyi tercih ettiklerini biliyorum, benim söylediğim onların yarattığı yapay korkular değil, benim söylediğim bu toplumun kendi içinde beslediği, sık sık hortlayan, çeşitli biçimlerde ortaya çıkan o köklü korku.
Bütün bir toplumu böylesine kırılgan ve alıngan yapan sırdan söz ediyorum ben.
O sır ne?
Allah rızası için, bu toplumda kendine Türk diyenlerin düşman görmediği kim var?
Kürtler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Araplar, Amerikalılar, Avrupalılar hep düşmanımız.
Birbirlerine düşman olanları bile biz kendi karşımızda olduğuna inandığımız "düşman kampın" içinde birleştiriyoruz. Bizden başka bu kadar çok düşmanı olan birileri yaşıyor mu yeryüzünde?
Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda bu tuhaf "içe kapanmayı" haklı gösterecek bir tablo yok.
Özelikle son yirmi beş yılda inanılmaz bir yol almışız.
Üretimimizi artırmışız, ihracatı patlatmışız, yaratıcı kadrolar yetiştirmeyi becermişiz, ekonomiyi yoluna koyabilecek hale gelmişiz, Avrupa bize kapılarını açmış.
Yürümekten korkmasak yürüyeceğiz.
Önümüz açık.
Biz ise yürürsek başımıza bir felaket geleceğine inanarak duruyoruz.
"Sahte kötürümlük" diye bir hastalık vardır, ortada "hastanın" yürümesine engel olacak fiziksel bir sorun yoktur, sadece hasta bir nedenden dolayı yürümekten korkar ve kötürüm olmadığı halde kötürüm olduğuna inanır.
Biz de böyle sahte bir kötürümlük yaşıyoruz.
Korkudan yürüyemiyoruz.
Bizi korkutan ne?
Ne o söyleyemediğimiz sır?
Bunu bulmak zorundayız bence.
Kürt meselesini bir türlü çözemememizin, kapılarını bize açan dünyayla bütünleşemememizin, yazarlardan bile korkmamızın, fikirleri yasak etmeye kalkmamızın, gelişip çağdaşlaşamamamızın, hırsızlıkları bir türlü önleyemememizin dibinde hep aynı korkunç sır yatıyor.
Bizi kötürümleştiren, bizi korkutan bir sır var.
O sırrı açığa çıkartamadığımız sürece de yürüyemeyeceğiz.
Yazarları yargılayacağız, roman kahramanlarını yargılayacağız, fikirleri yasaklayacağız, toplumsal sorunlarımızı silahla halletmeye kalkışacağız, bütün dünyanın bize düşman olduğuna inanacağız, dünyanın en yüksek bayrak direklerini dikmekten medet umacağız.
Ve, günler içinde değerli bir şey barındıramadan akıp gidecek.
Günlerle birlikte hayatlarımız da...
Doktora gitmekten korkan bir hasta gibi biz de asıl sorunu bir türlü açıkça konuşamayacağız.
Bence konuşmaya Birinci Dünya Savaşı’ndan ve İttihatçılardan başlamalıyız.
Tarihin bir yerinde o sırla karşılaşacağız.
Önce çok canımız acıyacak belki.
Ama sonra rahatlayacağız.
Korkacak bir şey olmadığını anlayabilmek için önce korkumuzu görmemiz, bu korkunun gerçek olmadığını kavramamız gerekiyor belki de.
Böylesine büyük bir tarihi olan, yeryüzünün en güzel topraklarından birine sahip, bütün dünyanın büyük bir patlama yapmasını beklediği bir toplumun hep aynı yerde durmasının nedenini "dışarıda" aramanın bir sonuç vereceğini hiç sanmıyorum.
Bizi durduran her neyse, o içimizde saklı.
Aramaya kendi içimizden başlamalıyız.
İnanın yürümek, kötürümlükten çok daha güzel ve özgür bir duygu yaratır.
Korkudan kurtulmayı başardığımızda anlayacağız ne ağır bir yükü yıllarca sırtımızda taşıdığımızı.
Belki de, kendi kendimizi korkuyla sakatladığımız için "ihanet" ve "hain" kavramlarını bu kadar sık telaffuz ediyoruz.
Böyle bir toplumda yazarların, gazetecilerin, hukukçuların, tarihçilerin, askerlerin, doktorların, politikacıların ve daha birçok mesleğin kendi kutsal değerlerine ihanet etmek zorunda kaldığını hissediyoruz.
Mesleğine ihanet, ihanetlerin en kötüsüdür bence.
Kendimize bunu niye reva görüyoruz?
Günler akıp gidiyor.
Hayatlar da öyle.
Hayatlarımızı böylesine değersizleştirmeye değer mi sizce?
Konuşmak bizi kurtarır.
O sihirli konuşma basit iki kelimeyle başlayacak:
"Korkuyoruz, çünkü..."
Bu cümleyi tamamladığımız gün, özgürlüğün ve mutluluğun nasıl bir şey olduğunu anlamaya başladığımız gün olacak sanırım.