Sıcak, etüv kazanından yeni çıkmış tüylü bir havlu gibi yüzüme yapışıyor.
Soluk alamıyorum.
Ön balkon biraz daha serin.
Aşağıdaki ağaçların dallarına konan küçük kuşlar, yaprakların gölgeliklerindeki rüzgarı anımsatan hava kıpırtılarından mutlu, şakıyorlar.
Martılar hálá gecenin yorgunluğuyla sersemlemiş haldeler, kısa, kesik, yalvarmaya benzer sesler çıkartıyor, bir çatıdan havalanıp, mecalsizce hemen yandaki bir başka çatıya konuyorlar.
Sıkıntılı ve uykusuz bir geceye rağmen zihnim berrak ama berraklığında garip bir telaş, nasıl söyleyeyim, insanı kuşkulandıran tuhaf bir yapaylık var; sanki birazdan solacak, düzenini kaybedecekmiş gibi tedirgin edici bir duygu veriyor bana.
Sabahın o vaktiyle de, sıcakla da hiç ilgisi olmayan birçok farklı düşünce; sanki zihnin, birbiriyle alakası bulunmayan hatta birbiriyle çelişen sayısız düşünceyle duyguyu, onları birbirine değdirmeden, dokundurmadan, birinin varlığıyla diğerinin bütünlüğünü bozmadan, içinde her mevsimin ve bitkinin bulunduğu büyülü bir bahçe gibi taşıyabildiğini bir kere daha gösterircesine, aklımda dolaşıp duruyor.
Cevizlerini bir an önce saklamaya çalışan endişeli bir sincap gibi o düşünceleri kaybolmadan yakalayıp hafızama yerleştirmeye uğraşıyorum.
Bir yandan da, küçük beyaz incilere benzeyen çiçek tomurcuklarının yan yana dizildiği dallarıyla, aydınlanan sabaha tatlı bir ışık katan limon ağacının etrafında dolaşan hafif sabah rüzgarını solumaya uğraşıyorum.
Dostoyevski’nin, siyasi romanların şaheseri sayılan Ecinniler kitabına Orhan Pamuk’un yazdığı önsözden bir cümle, sanırım bugün yaşadıklarımızla da çok bağlantılı olduğu için, irili ufaklı birçok düşüncenin arasından siyah bir destroyer gibi diğerlerini yararak öne çıkıyor zihnimde: "...en kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlüğün boyutlarının genişliğini görmek..."
Kutsallıkla bayağılığın yan yana ortaya çıktığı, Dostoyevski’nin hemen hemen bütün romanlarında var olan bu şaşırtıcı çelişki, hayatın, insanın, edebiyatın ve kaçınılmaz olarak da en keskin biçimde siyasetin içinde varlığını sürdürüyor.
Dostoyevski’nin bunu bu kadar iyi bilmesinin bir nedeni "kutsal kavramlarla yakından ilgili bir muhafazakarı" ve "dostlarını bile dolandırmaktan kaçınmayan bir kumarbazı" bizzat kendi ruhunda taşımasıysa, bir nedeni de, aynen biz Türkler gibi Rusların da siyasetle çok ilgilenmesi, siyaset yelkenlerinin kutsallık ve bayağılıkla dolduğunu rahatça görmeleri.
Siyaset dünyasına dalanlar, hızını kutsallıktan alan bir bayağılık salıncağında sallanır dururlar.
İhtiraslarının ve bencilliklerinin bayağılığını, kutsal değerlerin parlak renklerinin arkasına saklarlar.
Biz, bugünlerde bunu çok sık görmüyor muyuz?
Ne çok kutsal değer, ne bayağı amaçlar için bir çift zar gibi oyun masasına atılıyor, kazanmak isteyenler elleri titreyerek en büyük sayıyı tutturan "kutsallığı" yakalamak için çabalıyorlar.
Bunları düşünürken, coşkulu bir gece vakti Çetin Altan’ın Faruk Nafiz’den söylediği o muhteşem şiir, onun sesiyle yankılanıp duruyor içimde.
"Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin
Sana kafir dediler, diş biledim Hakk’a bile
Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin
Kahpelendin de, garez bağladım ahlaka bile."
Kutsallıklarla bayağılıklar arasında dolaşıp duran insanoğlu, ne kutsallıkla ne de bayağılıkla ilgisi bulunmayan böylesine güçlü ve böylesine temiz bir duyguyu nasıl bulup çıkarıyor içinden?
Bütün kutsallıklara, tanrıya da, ahlaka da, güzelliğe de meydan okuyan, bütün hepsini reddetmenin kıyısına gelen ve hepsinden ayrı, tekbaşına, kendi kutsallığını yaratan böylesine cesur bir masumiyet, nasıl oluyor da kirli ruhlarımızda hiç lekelenmeden varlığını sürdürebiliyor?
İnsanların büyük çoğunluğu kutsallıklara sahip çıkarak bayağılaşırken, nasıl oluyor da aralarından biri kutsallıkları reddederek kutsallaşıyor?
"Sana kafir dediler, diş biledim Hakk’a bile"
Tanrıya söylüyor bunu.
Hiç korkmadan.
Çok sevdiğinizde, gerçekten, yürekten sevdiğinizde, bir kutsallığa sığınmaya çalışmıyorsunuz sanırım, tam aksine o kutsallıklara bile başkaldırıyorsunuz.
"Tanrı, bayrak, vatan" sözcüklerini kendinize siper etmiyorsunuz, gerçek sevginin verdiği güçle kutsallık sığınaklarını terk ediyor, duygularınız ve düşüncelerinizle ortaya çıkıyor, her türlü cezaya, öfkeye, saldırıya göğsünüzü açarak söylüyorsunuz söylemek istediğinizi.
Ve, ne gariptir ki böyle zamanlarda kutsallıklardan uzaklaştıkça bayağılıklardan da uzaklaşıyorsunuz.
"En kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlük," bu sarsıcı ve utandırıcı çelişki, hayatın ve siyasetin çirkinliklerle dolu bu geniş arazisi, yalnızca gerçek duygular ve düşüncelerle yeniden dolmak için boşalıyor.
Bunu bu güçle ve güvenle söylediğinizde tanrı da insanlar da anlıyor sizi, kutsallığın kullanıla kullanıla aşınmış zırhı değil, içtenliğin çırılçıplaklığı sizi koruyor.
Bu çırılçıplak içtenliği, onun her türlü savunmayı elinin tersiyle iten güvenini, bayağılıktan uzak cesaretini, kutsallığa başkaldıran kutsallığını bir kez gördüğümüzde, fark etmeden de olsa aslında hep onu, o çıkarsız masumiyeti istiyoruz.
Onu arıyoruz.
Ama biz de bayağılıklara düşkünlükle sakatlanmışız.
İstediğimizi söyleyecek cesareti bir türlü ruhumuzda bulamıyoruz.
Başkalarını olduğu kadar kendimizi de kandırarak, kutsallıkla bayağılığın gürültücü sesinin peşine takılıyor, böyle davranmayanları üstelik bir de aşağılıyoruz.
İşte, en çok da o sahte aşağılamalardan aldığımız zevkte ortaya çıkıyor bayağılığımız.
Kendimizden daha cesurları, kendimizden daha içten olanları bir yanımız hayranlıkla izlerken, bir yanımız da onları "kutsallıkların" o güvenli gölgeliğine sığınmadığı için suçluyor.
Suçlamak da zorunda.
Onları beğeniyorsak, onlar gibi davranma mecburiyetiyle karşı karşıya kalırız çünkü.
Kim, tanrının bile olmadığı kimsesiz bir çöle yalnızca kendi duygularıyla girmeyi göze alabilir?
Bir şair belki.
Bir aşık...
Gerçekten seven biri.
Çünkü ancak gerçek ve içten bir düşkünlük, hesapsız bir bağlılık, pazarlık kabul etmeyen sonsuz bir istek, ruhumuzu tek başına kaplayacak bir güce ve genişliğe sahiptir, ancak böylesine bir tutku kendine yer açmak için içimizdeki kutsallıkları ve bayağılıkları silebilir.
Arınmak, ancak böyle mümkün olabilir.
Bu olmadığında, "en kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlüğü" bir arada görürsünüz.
Ecinniler romanında Dostoyevski gerçekten de bu çelişkiyi en sarsıcı biçimde gösterir, "dört üniversitelinin davadan dönen arkadaşlarını" öldürdüğü gerçek bir olaydan aldığı hikayesinde biz "kutsallıkları ve bayağılıkları" görürüz ama beni daha da etkileyen, "kutsallıklara kapılmış" insanların "delirmeye" "cinayete" ve "intihara" gidişlerinin macerasını anlatma biçimidir.
Kutsallık ve ölüm arasındaki o ürkütücü bağın ortaya çıkışıdır.
Hayatı, toplumu, tarihi etkileyecek, biçimlendirecek güce sahip o görkemli kutsal değerleri bütün ağırlığıyla alıp hayatlarının merkezine koyanlar, bu değerlerle kendi küçük zaafları arasında sıkışmaya başlarlar zamanla.
Ya değerlerinden ya zaaflarından vazgeçeceklerdir.
İkisinden birinden açıkça vazgeçebilen genellikle pek azdır.
İkisinden de vazgeçemezlerse, ikisi de ruhlarına aynı güçle hükmederse intihar ya da cinayet kaçınılmaz olur.
Mutlaka biri ölür.
Ama bu ikiliğe sıkışanlarda genellikle görülen içtenliklerinden vazgeçmeleridir.
İçtenliklerinden vazgeçenler bayağılıklarına teslim olur, hiçbir acı, hiçbir utanç duymadan kutsallıkların sözcülüğüne soyunur ve başkalarını ölüme gönderirler.
En çok da onların sesi çıkar, kutsal değerlerden en çok onlar söz eder, insanlığın "yüce" bulduğu değerlerin arkasına en çok onlar saklanırlar.
Onların bir ikilemi, çelişkisi, çıkmazı, ıstırabı yoktur.
Bu "rahatlığa", bayağılığın nirvanasına ulaşanların, işte en çok onların arasından çıkar başkalarını yönetmeye meraklı olanlar.
Ve, onlar kadar bayağılaşamamış, onlar kadar rahatlayamamış olanlar, hálá küçük vicdan azapları hisseden ama tam bir içtenliği de göze alamayanlar da "taraftar" kadrosuna yazılırlar.
Ne kutsallıklar adına gümbürtülü nutuklar atarlar ne içtenliğin saflığına yaklaşırlar, küçük konuşmalarda "kutsal" klişeleri mırıltılarla tekrarlarlar. Bir sabah vakti için tuhaf düşünceler bunlar, biliyorum.
Yorgunluk ve sıcakla hırpalanmış telaşlı bir zihnin, sabah serinliği tümüyle kaybolmadan, ötüşen kuşların ve kokusu gardenyaların kokusuna karışan limon çiçeklerinin tadını çıkararak kendi içinde çıktığı bir düşünce avcılığının sonuçları.
Martılar bir şeyler için yalvarıyorlar.
"Ecinniler" hálá her yanda.
Öldürüyor ve öldürtüyorlar.
Ama şairler de var.
Onlar, şu bayağı ruhlarımızı biraz sükûnete kavuşturuyorlar.
İçtenlikleri, cesaretleri ve acılarıyla.
Size o müthiş dörtlüğün devamını da yazayım, içtenliğin bedelinin de pek kolay olmadığını görün.
"Sana çirkin demedim ben, kafir demedim
Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin
Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim
Bu firar aklına nereden, ne zaman esti senin."
Hayat, sıcak ve yorgun bir gecenin sabahında böyle görünüyor bana.
Ecinnileri ve "firari"leriyle.
Belki de solgunlaşan bir zihnin sabah sayıklamaları bunlar.