Sanki sürekli olarak birilerini yenmek zorundayız.
Ve etrafımızda artık yenebileceğimiz pek kimse yok.
Biz de birbirimizi yenmeye çalışıyoruz.
Yok etmek ister gibi savaşıyoruz birbirimizle.
Bir sandalın içinde, diğer parçasını denize atmaya çalışan zavallı Siyamlı ikizler gibiyiz.
Galibi olmayan bir savaş yapışık ikizlerin savaşı.
Kim galip gelirse gelsin ikisi birden yenilecekler.
Denize atmaya çalıştığı ikizinin kendi parçası olduğunu anlamayan bir akla sahip olan, bunun bedelini öder.
Hepimizi birden aynı belanın içine atacak karışık günler yaklaşırken şimdi ikizlerin her biri, dövüşte kendi attığı yumruğun sevincini yaşıyor.
Aynı gövdeden çıkan iki başın ayrı zafer çığlıklarını duyuyoruz.
Böyle zamanlar, ne galibiyetten ne mağlubiyetten emin olunacak günler değil.
Artık hiçbirimiz, bu toplumdan birinin söylediği sözlere inanmıyoruz.
Toplumun bütününü ikna edecek bir söz söylenemeyecek buralarda bir süre.
Onun için ben size, çok zeki bir dostumun bir yerlerden bulup bana gönderdiği bir Çin masalını anlatayım.
Belki bir şeyler anlamak mümkün olur.
Bir zamanlar köyün birinde yaşlı bir adam yaşıyormuş.
Çok fakirmiş...
Ama çok güzel beyaz bir atı varmış.
Kral bu ata göz koymuş.
Aracılar göndermiş.
Fakir ihtiyara bir servet önermiş atı satması için.
"Satmam" demiş ihtiyar köylü, "bu, benim için bir at değil, bir dost."
Sonra da eklemiş.
"İnsan dostunu satar mı?"
Bir sabah kalkmışlar ki at yok.
İhtiyarın ahırı boş.
Köylüler ihtiyarın başına toplanmışlar.
"Seni ihtiyar bunak" demişler, "kralın bu atı sana bırakmayacağı, adamlarını gönderip atı çaldıracağı belliydi. Neden atı ona satmadın? Zengin bir adam olacaktın... Şimdiyse ne paran var, ne atın."
"Karar vermek için acele etmeyin," demiş ihtiyar. "Şimdilik sadece ’at kayıp’ deyin . Çünkü bildiğimiz gerçek bu. Atımın kaybolması bir talihsizlik mi, yoksa bir talih mi, henüz bunu bilmiyoruz. Atın kaybolması bir başlangıç, ardından ne olacağını hiçbirimiz bilmiyoruz."
Köylüler ihtiyarla alay etmişler.
Gülmüşler onun haline.
İki hafta sonra at bir gece ansızın dönmüş.
Meğer çalınmamış.
Ahırından kaçıp dağlara gitmiş.
Dönerken de dağlarda rastladığı on iki atı peşine takıp getirmiş.
Atları gören köylüler gelip ihtiyardan özür dilemişler.
"Sen haklı çıktın ihtiyar," demişler. "Atının kaybolması bir talihsizlik değil bir talih oldu senin için. Eskiden bir atın vardı şimdi bir at sürüsüne sahipsin.
"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar köylü.
"Şimdilik sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Çünkü bildiğimiz o kadar. Bundan sonra ne olacağını hiçbirimiz bilmiyoruz. Bu sadece başlangıç... Bir kitabın ilk sayfasını okur okumaz nasıl sonu hakkında fikir yürütebilirsiniz?"
Köylüler bu kez açıkça alay etmemişler ama içlerinden "bu adam şaşkın" diye geçirmişler.
Bir hafta geçmeden, ihtiyarın tek oğlu vahşi atları terbiye etmeye çalışırken attan düşüp bacağını kırmış.
Evin geçimini temin eden oğul uzun bir zaman için yatağa mahkum olmuş.
Köylüler gene gelmişler ihtiyara.
"Bu kez de haklı çıktın," demişler, "bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını kırdı. Uzun süre yataktan kalkamayacak. Sana bakacak ondan başka kimse de yok. Eskisinden daha da fakir olacaksın."
"Gene erken karar veriyorsunuz" demiş ihtiyar, "hiç ders almıyorsunuz. Hemen karar vermeyin. Oğlum bacağını kırdı. Bildiğimiz gerçek bu. Ondan ötesini bilmiyoruz. Biz hayatın sadece bir parçasını görebiliyoruz, ondan sonrasını göremiyoruz, onun için çabuk bir hüküm vermeyin."
Birkaç hafta sonra düşmanlar büyük bir orduyla ihtiyarın ülkesine saldırmışlar.
Kral seferberlik ilan etmiş.
Köye gelen görevliler köyün bütün gençlerini askere almışlar.
Sadece ihtiyarın bacağı kırık oğlunu bırakmışlar sakat olduğu için.
Köyü matem sarmış.
Ordularının yenileceğini ve askere giden bütün çocuklarının öleceğini düşünüyorlarmış.
İhtiyarın evine gelmişler yeniden.
"Gene haklı çıktın," demişler.
"Oğlunun bacağı kırık ama hiç olmazsa evinde, güvende. Oysa bizimkiler belki bir daha hiç geri gelmeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil, büyük bir şansmış meğerse."
İhtiyar başını sallamış.
"Siz hiç ders almıyorsunuz," demiş, "gene erken karar veriyorsunuz. Oysa ne olacağını, hayatın ne getireceğini kimse bilmez. Bildiğimiz tek bir gerçek var, benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunlardan hangisinin şans, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."
Bu Çin kıssasından hisseyi Lao Tzu şöyle çıkarmış:
"Acele karar vermeyin... Hayatın küçük bir bölümüne bakarak tamamı için bir sonuç çıkarıp, bir karara varmayın. Karar, aklın durması demektir. Karar verdiğiniz yerde durur aklınız, artık ötesine gitmez, gelişmez."
Sonra da eklemiş, "ama akıl insanı daima bir karar vermeye zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz kılar. Akıl, durumu görmek ve bir karara ulaşmak ister. Halbuki hayat hiç bitmeyen bir yolculuk gibidir. Bir kapı kapanırken, bir başka kapı açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin karşınıza dikildiğini görürsünüz."
Bilmem siz bu kıssadan bir hisse çıkartıyor musunuz?
Çinli bilgeye katılıyor musunuz?
Ama ben şu günlerde "zafer" kazandığını düşünenlere "acele etmemelerini" öğütlerim.
Herkes kendince bir zafer görüyor çünkü kendisi için.
Karar vermekte acele etmemek lazım.
Şu anda tek gördüğümüz Siyamlı ikizlerin sallanan bir kayıkta dövüştüğü.
Birinin diğerine sert bir yumruk attığı.
Bundan sonrasının ne olacağını bilmiyoruz.
Yaşadıklarımız talih mi, talihsizlik mi, kesin bir şey söyleyemeyiz.
Şu anda bildiğimiz, kendi kendimizle korkunç bir kavgaya tutuştuğumuz.
Bundan sonra bir şey olacak...
Belki kötü bir şey...
Belki korkunç bir şey...
Belki de iyi bir şey...
Kim bilebilir?
Sonra bir şey daha olacak.
Sonra bir şey daha.
Keşke zavallı ihtiyar bir Türk olacağıma bir Çinli bilge olsaydım...
O zaman şöyle derdim:
"Ne kadar çabuk zaferlerinizden emin oluyorsunuz..."
Halbuki kimin galip geleceği...
Kimin mağlup olacağı daha belli değil.
Hatta bir galiple bir mağlup olacağı bile belirsiz.
Belki hep birlikte kayıktan düşeceğiz.
Belki birbirimize vururken, aynı vücuda değdiği için yumruklar, yumruk attığımızda da yumruk yediğimizde de canımız acıyacak.
Belki bu acı bizi barıştıracak.
Belki bir daha hiç kavga etmeyeceğiz.
Belki birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu anlayacağız.
Belki de anlamayacağız.
Sandaldan düşene kadar dövüşeceğiz.
Belki de biz dövüşürken biri gelip sandalımızı elimizden alacak.
Ne olacağını biliyor muyuz?
Şu anda bildiğimiz tek şey var...
Kendi kendimizle dövüştüğümüz.
Söyleyebileceğimiz tek kesin gerçek de bu kısacık cümle:
Kendi kendimizle dövüşüyoruz.
Bütün kuralları, yasaları, gelenekleri bir yana atmış vaziyetteyiz.
Artık güvenebileceğimiz hiçbir kural, hiçbir yasa, hiçbir gelenek yok.
Bunun bizi mahvedeceğini söylemeyin hemen.
Belki de her şeyi yeni baştan yapmanın vakti gelmişti.
Belki her şeyi, yeni baştan yapabilmek için yıkıyoruz.
Belki de yeni baştan yapamayacağız.
Hangisinin bizim için "talih" olduğunu söyleyebilir miyiz?
Neyin daha büyük talih olduğu, arkasından gelecek olana bağlı.
Hayatın bize neler hazırladığına...
Nefret dolu Siyamlı ikizler gibi kendi kendimizle dövüşüyoruz.
Bildiğimiz bu.
Bu kavga sonunda ikiye mi ayrılırız...
Yoksa hayırlı bir operasyonla kendisiyle barışık, tek başlı, tek vücutlu normal bir canlıya mı döneriz, bilemeyiz.
Attığınız yumruk için sevinmeyin, vurduğunuz kendi bedeniniz.
Yediğiniz yumruğa üzülmeyin, vuran kendi kardeşiniz.
Korkunç şeyler olabilir.
Olmayabilir de...
Ama artık bir şeylerin olması gerektiği anlaşılıyor.
Belki de olması gereken oluyor.
Belki artık bir "ucube" gibi yaşamamalıyız.
Beki de normale dönmenin yolu bu.
Hiçbirimiz neler olacağını bilmiyoruz.
Yaşadıklarımız talih mi, talihsizlik mi, onu da bilmiyoruz.
Söyleyebileceğimiz tek şey, Çinli bilgenin söylediği:
"Çabuk karar vermeyin... Ne olacağını bilmiyorsunuz... Olacakların bizim için bir talih mi, bir talihsizlik mi olduğunu da söylemek mümkün değil."
Hayat akıp gidiyor.
Yaşadıklarımızın anlamını, bundan sonra olacaklar belirleyecek.