Ellerini karnına bastırarak çalılıkların arasından koşan adam böyle bağırıyordu.
- Beni öldürdüler.
Henüz hayatta olan bir adamın kendi ölüm haberini vermesi, yaşayan birinin ağzından çıkan bu iki kelime, itiraf edeyim ki, insani açıdan önce edebi açıdan beni büyülemişti.
Uzun zaman bu iki kelimeye bakmıştım.
"Beni öldürdüler."
Bu kısa, yalın ve çıplak cümle, Marquez’in o revnaklı diliyle anlatılan roman boyunca okuduğum her şeyin üstünü örtmüştü.
Bir insanın bu iki kelimeyi yan yana yazabilmesi edebi bir mucize gibi gözükmüştü bana.
Belki de hayatını kelimelerle kazanan birinin kelimelere duyduğu o tuhaf ve anlaşılmaz aşk yüzünden, bir başkasına o kadar da etkileyici gelmeyebilecek bu iki kelime beni sarsmış, içimde uğuldamıştı.
Çocukluğumdan bu yana okuduğum binlerce, milyonlarca cümle arasından "Hangisini sen yazmış olmak isterdin" diye bana sorsalar, ben bu kısa cümleyi seçerdim.
Sonra bir sezgiyle mi, içgüdüyle mi yoksa hafızanın gizli oyunlarından biri yüzünden mi bilmiyorum, Shakespeare’in kitaplarını karıştırmıştım.
Ve, o cümle orada duruyordu.
"Beni öldürdüler."
Anlaşılan, aynı cümle farkına varmadan Marquez’in içine de kazınmıştı Macbeth’i ilk okuduğunda.
Biraz daha gerilere, Shakespeare’in konularını ödünç aldığı eski Yunan yazarlarına gitsek o cümleye belki onlardan birinde de rastlayacaktık.
Kendi ölümünü haber veren bir insanın haykırışı.
"Beni öldürdüler."
Bütün roman sanki bu kısa cümleye ulaşabilmek için yazılmıştı.
Kısa, kesin, trajik bir çığlığa...
Kitapta anlatılan hikayenin gerçek olması insanı daha da etkiliyordu.
Küçük bir gazete haberinden yola çıkmıştı Marquez.
Bir kasabada iki kardeş namuslarını kurtarmak için öldürecekleri adamı bekliyorlardı.
Bütün kasaba o adamın öldürüleceğini biliyordu.
Bu konuşuluyordu.
Cinayete hazırlananların kız kardeşi bir gece önce evlenmiş ama düğün sabahı damat tarafından annesinin evine geri götürülmüştü.
Bakire çıkmamıştı çünkü.
Ve, kız bekaretini Santiago Nassar’a verdiğini söylemişti.
Kızın söylediğinin gerçek olup olmadığı bilinmiyordu, hiçbir zaman da bilinmeyecekti.
Ama Nassar’ın adı söylenmişti.
Adı söylenen ölecekti.
Suçlu olup olmadığı o kadar da önemli değildi.
Zaman, gümüş bir tırtıl gibi sürünerek ilerliyor, bu ağır ilerleyiş sanki zehriyle bütün kasabayı uyuşturuyordu.
Her hamleyi, her hazırlığı görüyorlar, her söyleneni duyuyorlar, bir cinayetin tanıklığına hep birlikte sürükleniyorlardı.
Kimse olacakları durduramıyordu.
Bütün kasabayı bir afyon dumanı gibi sarıyordu cinayet fikri.
Tuhaf bir uyuşukluğun içinde ölüm gerçekliğini kaybediyordu, herkes Nassar’ın öleceğini biliyordu ama bir yandan da ölüm onlara dilden dile dolaşan, hayatla ilgisi olmayan bir masal gibi gözüküyordu.
Kimliği bilinmeyen biri Nassar’ın annesinin evine genç adamın öldürüleceğini "ihbar" eden bir mektup bırakıyordu.
Ama mektup ancak cinayetten sonra bulunuyordu.
Katiller, ellerinde gazete kağıdına sardıkları bıçaklarıyla kasabanın meydanındaki bir sütçü dükkanında kurbanın yolunu gözlüyorlardı.
Olacaklar çok açıktı.
Gene de kimse bu kadar açık bir şeyin gerçekleşeceğine inanamıyordu.
Öylesine garip bir sarhoşluğun içine düşmüşlerdi ki duyguları birbirine karışmıştı, işlenecek cinayetten konuşuyorlar, bu kadar açıkça konuşulan bir cinayeti birisinin mutlaka önleyeceğini düşünüyorlar ama gene de o ölümün kaçınılmaz olduğunu fark ediyorlardı.
Kasaba halkı bir yandan cinayeti beklerken bir yandan da hayatın küçük ayrıntılarıyla uğraşıyordu, birinin ölecek olması onları günlük yaşamlarının sıradanlığından koparmaya yetmiyordu.
Ve ölüm yaklaşıyordu.
Yaklaşıyor ve yaklaştıkça sihirli bir bitki gibi hızla büyüyor, kasabayı sarıyor, gölgesiyle herkesin bakışını bulandırıyordu.
Nassar ailesinin iki hizmetçisi de işlenecek cinayeti daha önceden duymuşlardı.
Hizmetçilerden biri duyduklarına inanmamıştı.
İkincisi ise, gençliğinde Nassar’ın babası tarafından iğfal edildiği için "derinden derine" genç çocuğun öldürülmesini istiyordu.
Hatta Nassar onların kulübesinin önünden geçerken elindeki kanlı satırı genç adama doğru sallamıştı.
Eğer o kasabada cinayeti gerçekten önlemek isteyen biri çıksaydı cinayet önlenebilecekti.
Bir tek kişi bile bütün olacakları değiştirebilirdi.
O bir tek kişi çıkmadı.
Kimileri inanmadığından, kimileri aldırmadığından, kimileri gizli gizli bunun gerçekleşmesini istediğinden, kimileri karışmaktan çekindiğinden cinayeti engellemeye kalkışmadı.
Ve, suçlu olup olmadığı bile belli olmayan biri, sırf birileri onun suçlu olduğuna inandığı için kendi ölümüne yürüdü.
Cinayetin işleneceği sabah, kasabaya gemiyle bir din adamı gelecekti.
Nassar da o din adamını karşılamaya gidenler arasındaydı.
Katillerin beklediği sütçü dükkanın önünden geçti.
Ama, dükkanın sahibi katillerin o sırada cinayeti işlemesine engel oldu, "bırakın din adamını görsün" dedi onlara.
Katillerinin yanından geçti Nassar.
Dönüşte öldürüleceğini bilmeden.
Aslında bir gece önce karışık ve tedirgin edici bir rüya görmüştü.
Huzursuzdu biraz.
Ve sonra...
Sonra herkesin gözü önünde bıçaklandı.
Kaçmaya çalıştı.
Kanlar içinde.
Koşarken "Beni öldürdüler," diye bağırıyordu.
- Beni öldürdüler.
Kendi ölümünü haber veriyordu.
Bunu zaten bilen kasaba bir kez daha öğreniyordu. Bütün bir kasaba bir cinayeti seyreder mi?
Katiller, öldüreceklerini açık açık söylemişken...
Bunun için silahlanırken...
Pusu kurup kurbanı beklerken...
Birileri kurbanı tehdit ederken...
Birileri ihbar mektuplarıyla uyarırken...
Bütün kasaba cinayetin işleneceğinden haberdarken...
Herkes cinayetin gerçekleşmesini bekler mi?
Bu olabilir mi?
Bu, oldu.
Bir insan aynen bu şekilde öldürüldü.
Herkesin gözünün önünde devrildi.
Ve, şaşırmaması gereken insanlar şaşırdı.
Öleceği bu kadar bilinirken bir insanın ölmüş olabileceğine inanmadılar.
Galiba bu bilinen, bu "haber verilmiş cinayetin" işlenebilmesindeki sır, herkesin böylesine ortada, böylesine bağırarak gelen cinayetin bir yerinde birisi tarafından önlenebileceğine olan inancındaydı.
İşleneceğini bildikleri için işlenmeyeceğini sandılar.
Bir insanın bu kadar göz göre göre öldürülemeyeceğini düşündüler.
Bazıları katillere "Şimdi değil, daha sonra" diye yol gösterdiler.
Kurbanı eski öfkeleriyle tehdit ederken bir cinayete ortaklık ettiklerini düşünmediler.
Ölüm, dilden dile dolaşan bir kelimeyken onlara gerçekmiş gibi gözükmedi.
Ancak kanlar içinde biri yere yığılınca anladılar ölümün ne olduğunu.
Ve, daha sonra o günü anlatanlar, cinayetten daha çok o sabah havanın nasıl olduğundan, katilin ne giydiğinden, kurbanın üstündeki elbiseden, toplanan kalabalıktan söz ettiler.
Ayrıntılarla cinayeti sanki kendilerinden bile saklamaya çalıştılar.
Kulaklarında bir ses kaldı sadece.
- Beni öldürdüler.
Onu öldürdüler.
Bütün kasaba, katillerin bekleyişine bakarken, söylentileri dinlerken, kurbanın ölüme gidişini izlerken biçim değiştirip çelikten bir yılana dönüşerek öldürülecek adamın bedenine sarıldı, onu kıstırdı, parçaladı.
O sabah, zaman çok ağır aktı.
Herkes her dakikasını başka hatırladı.
Hiçbiri kurbanın suçu var mıydı, bilemedi.
Belki buna pek de aldırmadı.
Onun adı söylenmişti.
Adı söylenen ölürdü.
Katiller bekler ve vururdu.
Bütün kasaba onun öldürülmesi gerektiğine inanmıştı içten içe, gerçekten suçlu bulduklarından değil, onun suçlu olduğuna inandıkları için de değil, sadece "öldürülecek insan" olarak "o seçildiği" için...
Birisi "kurban" olarak bütün kasabaya gösterildiğinde artık o kurbanın kurtarılamayacağına emin olmuşlardı.
Hiçbir zaman katiller yalnız başlarına öldürmüyorlar.
Birileri o cinayetin işlenmesi gerektiğine inandığı için, o inanç katilleri de öldürmeye mahkum ettiği, bir yerden sonra katiller bile vazgeçemediği, vazgeçmenin kendilerini de kurban haline getireceğinden korktukları için öldürüyorlar.
Ve, cinayetler haber veriliyor.
Kurban herkese daha önceden gösteriliyor.
Ölümü herkes seyrediyor.
Öldürülen, ölmeden önce bağırıyor.
- Beni öldürdüler.
Çok sonra, ancak yıllar geçince kasaba asıl büyük gerçeği, o kurbanla birlikte birilerinin daha öldürüldüğünü, kendilerinin de ortak oldukları cinayetin kurbanına dönüştüğünü anlıyor.