Bir hayat bir hayata değer...

"Bence ya hep ya hiç olmalı! Bir hayat başka bir hayata değer. Ben sana hayatımı veriyorsam, sen de bana hayatını vereceksin... Hem de artık bir daha pişmanlık duymadan, onu geriye de almadan, diye düşünürüm. Yoksa hiçbir şey olmasın daha iyi."

O, yazarlar içinde en soylu durmayı başaranlardandı, gerçek bir aristokrattı, Dostoyevski gibi bütün parasını kumarda kaybeden birine zarafetle borç verir sonra da onun bu iyiliği hayırsızca unutmasını olgun bir gülümseyişle karşılardı, giyim zevki, incelikli davranışları, salon adabına riayeti, sükûneti onu edebiyat tarihinin en büyük devleri olan "genç" rakiplerinden ayırırdı.

Gene de edebiyatın bu büyük soylusu, anılarında herkesi şaşırtmak pahasına şu cümleyi yazardı.

- Ben çamurlar içinde yatarken bir kadın sivri topuklarıyla beni çiğnemeli, ancak böyle zevk alabilirim.

Ama işin asıl eğlenceli kısmı, insan ruhunun efendisi Tolstoy’un, aile dostu olduğu Turgenyev’in iç dünyasındaki çatışmaları hiç fark edememesi ve birlikte yaptıkları bir Paris seyahatinden sonra güncesine, "Bu Turgenyev de çok sıkıcı adam," diye yazabilmesiydi.

Tolstoy’un "sıkıcı" bulduğu ve daha sonra çok sert bir kavga yaşadığı Turgenyev, Dostoyevski’nin de Tolstoy’un da edebiyat anlayışını etkilemişti.

Dostoyevski’nin "Suç ve Ceza"daki Raskolnikov karakterini yazarken Turgenyev’in büyük romanı "Babalar ve Oğullar"daki Bazarov karakterinden etkilendiği hep söylenir.

Bazarov da gerçekten bütün bir roman dünyasını etkileyecek kadar kuvvetli bir karakterdir.

Bir "nihilisttir" bu genç tıp öğrencisi.

Her türlü siyasal düzeni, ahlakı, aileyi reddeder, sadece bilimin ve aklın doğruyu bulabileceğine inanır.

Aşka ve duygulara da yer yoktur onun inançları arasında.

Katı, neredeyse kaba bir gençtir.

Ve, güzel, zengin bir kadınla karşılaşır.

"Anna Sergeyevna oldukça tuhaf bir varlıktı. Hiçbir peşin düşüncesi yoktu, hiçbir şeye de kuvvetle inanmazdı. Bu yüzden, hiçbir şeyin karşısında gerilemez, hiçbir yöne doğru gitmezdi. Birçok şeyi kesin olarak görür, birçok şey onu eğlendirirdi. Yalnız, hiçbir şey tam olarak onu tatmin etmezdi; zaten tam olarak bir tatmin isteği de pek belli değildi. Zekası hem keskin hem de ilgisizdi: Kuşkuları hiçbir zaman unutulacak kadar tavsamaz, hiçbir zaman da tasa halini alacak kadar büyümezdi. Zengin, bağımsız olmasaydı, belki de çarpışmaya atılır, ihtiras nedir öğrenirdi... Aşık olamamış bütün kadınlar gibi o da bir şeyler istiyordu, ama ne istediğini kendisi de bilmiyordu. Daha doğrusu, bir şeyler istiyormuş gibi geliyordu ona ama aslında hiçbir şey istediği yoktu..."

Kadınla ilk tanıştıklarında Bazarov’un yorumları da duygudan epey yoksundur, "Ne vücut," der arkadaşına, "Anatomi derslerini hatırladım."

Sadece vücutla ilgilidir.

Sıkı sıkıya kapattığını düşündüğü duygu aleminin o çok sağlam zannettiği kilidinin önce bir "vücutla" açılabileceğinin farkında bile değildir.

Anna Sergeyevna ise duygusuz durmaya gayret eden bu yakışıklı genç adamdan hoşlanmıştır.

Amaçsız hayatına onu bir "amaç" yapmaya karar verir ve usulca Bazarov’u duygusal bir kapana doğru sürüklemeye başlar.

Önce ona hayatının "boşluğunu" anlatır, "can sıkıntısını, amaçsızlığını", bu anlattıklarıyla muhafızları tarafından terk edilmiş büyük bir kale gibi durmaktadır genç adamın karşısında, onu "içeri girmeye" bu sahipsiz kaleyi ele geçirmeye kışkırtmaktadır.

Bazarov kaçınılmaz olarak yaklaşır.

Yaklaştıkça "romantizmi ve duyguları küçümseyen" konuşmaları daha sertleşir, sanki tehlikeye karşı kendini uyarmaya çalışır gibidir.

Ve, genç adam düşüncelerinin duygularına söz geçiremediğini neredeyse nefretle fark etmeye başlar, bir yandan aşkı küçümserken bir yandan da kadına bağlandığını hisseder.

Turgenyev, insanın içindeki o muhteşem çelişkileri anlatan büyük kitapların en parlak örneklerinden olan romanında, Bazarov’un duygularıyla düşünceleri arasındaki çelişkiyi, kişiliğinin ikiye bölünüşünü, aklının küçümsediği aşka ruhunun nasıl esir düştüğünü harikulade diyaloglarla anlatır.

Kadının, bir erkeği istediği noktaya doğru nasıl yavaşça götürdüğünü, hangi ustalıklı sözcüklerle onu geriye dönemeyeceği mayınlı bir tarlanın ortasına çektiğini olağanüstü konuşmalarla gösterir.

Kendi duygularına yabancı olan Bazarov, hiç tanımadığı, bilmediği, varlığını sürekli reddettiği duygularını sadece bastırıp saklamaya alışkın olduğundan, onlar bir kere kıpırdamaya başladığında onları nasıl denetleyeceğini, onlara nasıl hakim olacağını hiç bilemez; o güne dek sadece akla hayran olan adam yeni keşfettiği duyguları karşısında aklının yetersiz kaldığını, mantığın ona bir çare yaratamadığını keşfedip, "gücünün" nasıl bir zayıflığa dönüştüğünü ve hiçbir şey yapamadığını sürekli kendini aşağılayarak, kendi duygularından huzursuz olarak yaşar.

Anna Sergeyevna ise güzel kokulu bir rüzgar gibi Bazarov’un yelkenlerini doldurmuş, onu istediği limana doğru götürmektedir.

"Bazarov, içinden de: ’Sen cilve yapıyorsun! Canının sıkıldığından söz ediyorsun. Yapacak bir şey bulamadığın için benimle eğlenip duruyorsun. Ben ise... diyordu. Gerçekten ruhu eziliyormuş gibi oluyordu.

Bütün vücudu ile öne doğru eğildi, koltuğun püskülleri ile oynayarak: ’Galiba hayattan fazla şeyler de bekliyorsunuz’ dedi.

’Belki de öyle. Bence ya hep ya hiç olmalı! Bir hayat başka bir hayata değer. Ben sana hayatımı veriyorsam, sen de bana hayatını vereceksin... Hem de artık bir daha pişmanlık duymadan, onu geriye de almadan, diye düşünürüm. Yoksa hiçbir şey olmasın daha iyi."

Yaklaşık yüz yetmiş yıl önce yazılmış bu satırları bugün tanıdık bulmayacak bir kadın var mıdır, bilmiyorum.

Sevdiği kadından "ya hep, ya hiç" konuşmasını dinleyip de hayatına huzurlu bir şekilde devam edebilmiş bir erkek olduğunu da sanmıyorum.

Bir kadın böyle bir konuşmayı ya kendini tümüyle çaresiz hissedip erkeği keskin bir tercihe sürüklemekten başka yol olmadığını düşündüğünde ya da duruma tümüyle hakim olduğuna inandığında yapar; doğrusu ya, bu iki ruh hali de bir erkekle kadının karşılaşmasındaki en tehlikeli andır.

Kadın böyle bir konuşmayı içgüdüleriyle sürdürürken, erkek aklıyla "doğru" cevabı ve "doğru" tavrı bulmaya uğraşır; duygular alemine girdiğinde ise akıl tümüyle acemileşip sahibini şaşırtmaktan başka bir işe yaramaz.

Erkek şaşkınlaşır.

Belki de bu yüzden karar anları erkeğin en beceriksiz olduğu anlardır.

Duyguların hakim olduğu, sınırlarını duyguların belirlediği bir alanda erkek "aklıyla" karar vermeye çalışırken, sürekli olarak kendine çarpar, "ne istediğini" değil "neyin doğru" olduğunu bulmaya çabalar.

"İstekleri" ile aklının "doğruları" ise iki düşman gibi karşı karşıya dururlar.

Ne duygularına uygun davranabilir, ne aklının sesini dinleyebilir.

Hangisini tercih etse kendine kızacak, kendini aşağılayacak, kendini güçsüz bulacaktır.

İçleri kükürtlü sular gibi yakıcı köpüklerle çalkalanırken onlar anlamını yitirmiş boş gözlerle karşılarındaki kadına bakarlar; akıl ve duygu hiç durmadan yer değiştirir, bir an biri galiptir, diğer an öteki.

Böyle bir yerden erkek yaralanmadan, kendini kanatmadan çıkamaz.

Hele Bazarov gibi akıl hayranlığıyla duyguları reddetmiş, duygular konusunda tümüyle tecrübesiz, duygu sağanaklarına alışık olmayan biri denetimi tümden kaybeder.

Genç adam, sonunda aşkını itiraf eder.

Ve, "Bir hayat başka bir hayata değer. Ben sana hayatımı veriyorsam, sen de bana hayatını vereceksin... Hem de artık bir daha pişmanlık duymadan, onu geriye de almadan, diye düşünürüm. Yoksa hiçbir şey olmasın daha iyi" diyen Anna Sergeyevna, bunun "akıllıca" olmayacağına karar vererek Bazarov’u reddeder.

Bundan sonrası, akıla tapınırken duygulara yenilen tıp öğrencisi için trajiktir.

Büyük Rus devrimini daha altmış yıl önceden sezerek kitabında neyin gelmekte olduğunu anlatan Turgenyev, "aklın esiri" olan, duyguları küçümseyen, bu yüzden de kendi kendini sakatlayan bugünün "Batılı" insanlarının en parlak örneklerinden birini de daha o günlerde yazmayı başarır.

Belki de çok mesafeli ve katı bir annenin oğlu olması, annesi tarafından "sert" biçimlerde cezalandırılması onda kadınlara karşı hem "Beni topuklarıyla çiğnesin" dedirtecek ezilmiş bir hayranlık, hem de bir öfke yarattığından romanındaki Anna bu kadar insafsızdır.

Bazarov’un ruh halini anlatmak için yazdığı, "İçinde titreyen şey tutkuydu, kuvvetli, ağır yük gibi onu ezen, öfkeye benzeyen, hatta belki de öfkeyle bağlantısı olan bir duygu," sözcükleri belki de kendi ruh halini anlatıyordu.

Tolstoy tarafından "sıkıcı" bulunacak kadar ağırbaşlı ve durgun, kadınların topukları altında çiğnenmek isteyecek kadar şaşırtıcı bir dahinin iç dünyasında neler olduğunu, orada olanların yazdığı kitaplara nasıl yansıdığını anlamak o kadar kolay değil.

Ama, duygularla aklın çatışmasını, insanın içindeki çelişkileri, duyguyu küçümsemenin ağır bedelini unutulmaz biçimde anlattığı kesin.

Yazarken bir kadın gibi hissedebildiği de...

Akla uygun yaşayıp...

Duygular áleminde acılar çekerek, daha fazla acı arayan bir çılgın olduğu da...
Yazarın Tüm Yazıları