Aşk, seks ve merak

Nar ağacının altında bir kaplumbağaya rastladım.

Utangaç bir yağmur yağıyordu.

Çimenler kaygan bir yeşillikle parlıyordu.

Kızıl misketler gibi dallara asılmış minik narların öpüşecek gibi açılmış çatallı uçlarında asılı kalmış su damlaları, kırmızı yansımalarla pırıldayarak düşmeyi bekliyorlardı.

Çimenlerin üstünde kayan kaplumbağa arada bir fıtrattan kırışık boynunu kabuğunun dışına uzatarak merakla çevresine bakınıyordu.

Durdum.

Kaplumbağaya baktım.

Zorla bir iki adım attı, sanırım beni fark edip durdu, başını içine çekti.

Seyrek damlalarla yağan yağmurun omuzlarımı ıslatmasına aldırmadan oradaki bir taşa oturdum.

Bu tenha bahçede ikimizden başka kimse yok.

O benden korkuyor, ben onu inceliyorum.

Bana çok çaresiz ve önemsiz gözüken bu canlının bir hayatı var.

Ot yiyor, bir yerden bir yere gidiyor, korktuklarından sakınıp hayatta kalmaya uğraşıyor, türünün devamını sağlamak için çiftleşiyor.

Hakkında bildiklerim bu kadar.

Onun varlığının tabiatın büyük çarklarının işleyişi açısından mutlaka bir işlevi var.

Benim de var.

Aramızdaki benzerlik de galiba burada bitiyor.

O yaratıldığı dünyaya bir katkıda bulunmuyor, milyonlarca yıldır aynı hayatı yaşıyor, belli zamanlarda belli amaçlarla çiftleşiyor, kaprisleri, ihtirasları, utangaçlıkları, zevkleri yok, aşık olmuyor, duygusal acılar çekmiyor.

Her davranışını bedeninin ihtiyaçları belirliyor.

Benim türüm öyle değil.

Biz yaratıyor, bize verilen hayatı bizden sonrakilere mutlaka bir şeyler ekleyerek aktarıyoruz, hayatımızı bedenimiz kadar duygularımız da belirliyor, aşık oluyoruz, sadece üremek için değil zevk için de sevişiyoruz.

Aşk, bağlanmak, özlemek, kıskanmak, sahiplenmek, sadakat beklemek gibi duygularımız olduğu için kaplumbağaların çiftleştiği bir dünyada biz sevişiyor ve bu sevişmelere bir kaplumbağanın aklına gelmeyecek anlamlar yüklüyoruz.

Ruhumuzla tenimiz arasındaki ilişkileri hiç durmadan kurcalıyoruz.

Kaplumbağa aşık olmayı bilmiyor.

İki kişinin yıldız yağmurları arasında bir günahkar hayalden bir başka günahkar hayale loş bir odada terli bedenleriyle meteor alevleri saçarak dolaşmasını, ruhlarını bedenlerinin arzularına teslim etmesini, zihnin bulanıklaştıkça aydınlanan gizliliklerinde saklı olan isteklerin fısıltılarla paylaşılmasını, her şeyin mümkün olduğu sihirli vahalarda her ağacın altında başka biri olunmasını, en şiddetli yasakların en çılgın zevklerle parçalanmasını da bilmiyor.

Bu iki duygudan hangisi daha güçlü diye de sormuyor kendisine?

Bunların arasında insanların iddia ettikleri kuvvetli bağlar var mı diye de sorgulamıyor.

Yüzlerce yıldan beri birçok filozof, birçok psikiyatr aşkın arkasında sevişmenin hayalinin bulunduğunu söylüyor.

Ama kimse bundan emin değil.

Hiç sevişmediği birine aşık olabiliyor insan.

Hiç aşık olmadığı biriyle de sevişebiliyor.

Üstelik delice aşık olduğu biriyle sönük sevişmeler yaşayıp, hiç de aşık olmadığı biriyle delice sevişiyor.

Schopenhauer gibi filozoflar, Freud gibi doktorlar aşkın köklerinde bedensel arzuların izlerini sürerken, neredeyse bütün kadınlar sevişmeyle aşkı sıkı bağlarla birbirine bağlamaya çalışırken nasıl oluyor da hayat bu iki grubun da iddialarını böylesine sarsıcı bir biçimde yalanlamaya uğraşıyor?

Freud, ruhun, bedenin arzularını değişik biçimlerde tercüme ettiğini iddia ederken kadınlar da, bedenin ruhun arzularını ifade etmekte bir araç olduğunu söylemeye yatkın duruyorlar genellikle.

Aslında kadınları anlamak daha kolay.

Beden insanlar tarafından öylesine hakir görülmüş, onun arzuları öylesine aşağılanmış ki bir kadın ruhundan bir şey katmadan yalnızca bedeninin isteklerine ayak uydurduğunda bütün "erdemini ve namusunu" kaybettiğini öğrenerek büyümüş.

Binlerce yıldır böyle bu.

Bir iki kuşakta kolayca değişebilecek bir inanç değil.

Aşksız bir sevişmenin, bir kadının bilincinin gizli bölmelerinde nasıl değerlendirildiğini, kendisini bundan dolayı farkında olmadan nasıl suçlayabileceğini kim bilebilir?

Bir kadın sadece sevişmek için değil ama "o erkekle" sevişmek istediği için, "o erkeği" sevdiği için seviştiğini düşündüğünde, ruhun her zaman affedilmeye hazır istekleri, bedenin her zaman suçlanan arzularına kendi damgasını vurmuş oluyor, "aşk" sevişmeyi kutsuyor, onu ruhun erdemli çeşmesinde yıkayarak yeniden vaftiz ediyor.

Belki de birçok kadın, seviştiği erkeğe aşık olduğuna ya da en azından onu sevdiğine kendisini bu yüzden inandırıyor.

Sanırım her kadın, yalnız kaldığında "Sen aslında bir orospusun" diyen kötü kalpli bir cadı taşıyor ruhunda ve hiç kimseden korkmadığı kadar korkuyor ondan.

Ve sürekli olarak onu kandırmaya uğraşıyor.

"Ben sevişmekten hoşlandığım için sevişmiyorum. Ben onunla sevişmekten hoşlandığım için sevişiyorum."

Acaba içlerindeki suçlayan cadıyı kandırabilmek için seviştikleri bir erkeği sevdiklerine inanan kadınlar, kendi etkilerinde kalarak gerçekten de aşık olurlar mı seviştiklerine?

Sevişme ya da biraz daha gerçekçi olarak söylersek, iyi bir sevişme aşkın kapısını açar mı kadına?

Peki kendi kendine söylenen bir yalandan gerçek duygular çıkabilir mi?

Eğer böyleyse, cinsellikle aşk arasında kuvvetli bir bağ kuran Freud en azından kadınlar konusunda haklı çıkabilir.

Ama erkekler...

Onların böyle bir cadıları yoktur içlerinde, erdemle sevişme arasında bir ilişki de kurmazlar pek.

Ama onların da çok iyi seviştikleri kadınlara bağlandıklarını görüyoruz bazen.

Adına aşk diyemeyeceğimiz bedensel bir arzu, ruhu da yatıştırıp huzura kavuşturan bedensel bir mutluluk bir erkeği bir kadına bağlayabilir mi?

Böyle bir bağlılığın adı aşk olur mu?

Ve hangisi daha uzun sürer, aşk mı bedensel bağlılık mı?

Aşk, en yakıcı, en güçlü, en şiddetli haline başladıktan çok kısa bir süre sonra ulaşabiliyor, çok süratli bir şekilde kendi sınırlarına dayanıyor, daha başladığında gidebileceği, açılabileceği çok fazla alan kalmıyor.

Büyük bir imparatorluk gibi neredeyse bütün ruhu ve bedeni kaplıyor.

Her duygu gibi hareket etmek, kıpırdamak, yeni biçimlere girmek isteyen aşkın başladıktan bir süre sonra yaptığı her harekette gerilemekten başka bir çaresi kalmıyor.

Belki de bu yüzden bir aşkın ancak "engellendikçe" sürebileceğini söylüyorlar, o engelin kilitlediği kapının ardında yeni bir dünya olduğuna duyulan inanç, aşkın daha büyüyebileceğine inanması, sürekli olarak mücadele edeceği bir hedefi olması onu canlı tutuyor, gerilemek yerine hep ileri atılmaya çalışıyor.

Geri çekilmesine vakit kalmıyor.

Sevişmeler, büyümek ve canlı kalmak için engellere muhtaç değil.

Aksine, o, önündeki engeller çekildikçe güçleniyor, yarattığı bağımlılığı artırıyor.

Çünkü, sanılanın aksine sevişme sadece bedenle ilgili bir duygu değil.

Zekayla ve hayal gücüyle de ilgili.

Ve, hayal gücü neredeyse sonsuzdur.

İnsanların koyduğu o kadar çok yasak vardır ki bunları bedeninizle aşmanız çok zordur ama hayal gücü her yasağı aşar, yapılamayacak her şeyi, terden gümüşi ışıklara batmış iki beden hayallerini birleştirerek yapabilir.

Sanırım, iki bedeni sevişmenin salıncağında en güçlü biçimde sallayan, yasakları birlikte yok eden ortak hayal güçleridir.

Hayal gücü bedenden de ruhtan da daha güçlü ve dayanıklıdır, ruhla beden yorulduğunda bile o yorulmaz, aksine sürekli olarak kendi diriliğini, arzusunu, canlılığını ve en karanlık yerlere yolculuk etme isteğini bedene ve ruha kabul ettirir.

Şeffaf bir karanlığın kapladığı gülümsemeleriyle aynı hayalin içinde sürekli değişip bir başkası olarak, bir başkasının gövdesinin bilinmeyen ama sezilen ürpertilerini yaşayarak, karşısındaki gövdenin biçim değiştirip bir başkasına dönüştüğünü, bir başkasının ellerinin kendisine dokunduğunu hissederek, çoğalıp kalabalıklaşarak, bütün bu değişimi, kalabalığı, tek bir gövdeye yüklemek, o gövdeye öylesine sonsuz ve tahmin edilemez hazlar verir ki bu hazdan vazgeçmek neredeyse imkansızlaşır.

Bu, aşk mıdır?

Değildir bence.

Bu, aşktan daha güçsüz bir duygu mudur?

Değildir bence.

Bu, aşka dönüşür mü?

Dönüşebilir.

Peki, aşıklar böyle bir sevişmeyi yaşayabilir mi?

Bunun cevabını tam olarak bilebilmek kolay değil ama aşk sahiplenmek isteyen, endişelerle, huzursuzluklarla, kuşkularla dolu bir duygudur, bu endişeler hayal gücünü sürekli yolundan saptırır, bir batakhanede sevişme hayalinin yerine sakin bir evin hayalini tercih eder, sevdiğinin gövdesini hayalinde bile olsa bir başkasının gövdesi yerine koymaktan çekinir, sevişmeleri hayal gücünün sonsuzluğundan belli ve huzurlu bir hayalin sakin sularına çekmeye uğraşır.

Hazzın gücünü azaltabilir aşk.

Onun yerine ruhun fırtınalarını, özlemlerini, kendi varlığını bir başkasının varlığıyla doldurmanın başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak olağanüstü tecrübesini, bir süreliğine de olsa ölümün ürkütücülüğünü yok etmeyi, mutluluk hayallerinin doyumunu, bedeniyle değil ruhuyla dokunmanın şefkatle şehveti harmanlayan zevkini koyar.

Bir hazzı bozar, bir başka haz yaratır.

Bir sevişmeden geriye unutulmaz sahneler kalırken, bir aşktan geriye unutulmaz duygular kalır.

Aşık olduğun biriyle, sanki o aşık olmadığın biriymiş gibi sevişebilir misin?

Gündüzleri kurduğun mutlu hayaller, geceleri yerini hayal gücünün sonsuzlukta dolaşan şiddetli değişimlerine bırakabilir mi?

Her zaman mucizeler olur.

Sevişmeler aşkı doğurabilir bazen, aşklar sevişmeleri...

Ve bazen ikisi birleşiverir.

Bunun ne zaman, nerede, nasıl olacağını kimse bilemez.

Olup olmayacağını da.

Ama sanırım sürekli bunu ararız biz.

Aşık olduğumuz biriyle, sanki o aşık olmadığımız biriymiş gibi sevişmek.

Kaplumbağanın bilmediği bir istek bu.

Hiç aramadığı.

Kafasını çıkartıp arada bir bana bakıyor.

Onu nar ağacının altında bırakıp kalktım.

Onunkinden daha zor hayatımız, onunkinden daha karmaşık.

Ve onunkinden daha zevkli.

Biz onun hiç aramadığı bir şeyi...

Bir mucizeyi arayarak yaşıyoruz.
Yazarın Tüm Yazıları