1) Sene 1950’ler… İstanbul’un Bebek sahilindeyiz… Bir yaz günü… Genç kız evinden çıkıyor. Tek tük aracın geçtiği yoldan arkadaşlarıyla buluşmaya gidiyor. Mahallede herkes tanıdık; “Merhaba manav Hasan Amca”, “İyi günler bakkal Hüseyin Ağabey” diye selamlaşa selamlaşa kıyıya varıyor. Gün boyu bisiklete binip balık tuttuktan sonra akşam Arnavutköy’deki açık hava sinemasında film izliyorlar. Genç kızımız biraz da haşarı… Sinemada en büyük eğlencesi gazoz içine leblebi atıp öndeki izleyicilerin üzerine fışkırtmak! Kulağa 1970’lerin Ayşecik filmlerinden bir sahne gibi gelen bu anı, sonraki yıllarda oynadığı sayısız tiyatro oyunu ile bizim için de aileden biri gibi olacak usta oyuncu Nevra Serezli’ye ait. Hem güncel projelerini hem eski albümlerini karıştırmak için bir aradayız… Nevra Hanım, “Çok güzel bir çocukluk geçirdim” diye başlıyor. Gazoz hikâyesiyle ilgili pişmanlık göstermiyor; “Evet severdim öyle hinlikleri, cinlikleri” diye bir kahkaha atıyor…
Fotoğraf: Murat ŞAKA
BABAM 4 LİSAN BİLİRDİ
Nevra Hanım 1944 senesinde İstanbullu Ulya Hanım ve dedelerinin Hazar Denizi kıyısındaki memleketinden soyadını alan Süreyya Şirvan’ın ilk çocuğu olarak Ankara’da dünyaya geliyor. O bir yaşındayken İstanbul’a taşınıyorlar. Aileye bir de kız kardeş katılıyor. Nevra Hanım, “Babam çok okumuş, çok bilen, iki üniversite bitirmiş, dört lisan konuşan biriydi. Ona bir kelime sorardım, bana Almanca, İngilizce, Fransızca ve Farsça olarak cevap verirdi” diye devam ediyor: “Annemin hayata bakışı da hep iyi insan olmak üzerineydi. İkisi de çok çağdaş görüşlü insanlardı. Bana hep güzel şeyler öğrettiler.”
Sene 1950'ler/Annesi Ulya Hanım ile…
HER ROLÜ KISKANIRIM
1) Ajandası tebrik ve hayırlı olsun ziyaretleriyle öyle doluydu ki! Bu yıl 140. yaşını kutlayan İstanbul Ticaret Odası’nda (İTO) heyecanlı bir seçim sürecinden sonra ikinci kez başkanlık görevine seçilen Şekib Avdagiç ile bir cuma akşamüzeri Eminönü’ndeki merkez binalarında buluşmak için sözleşmiştik… Ancak Şekib Bey’i makam odasında değil, Kabataş’tan kalkan tramvayda buldum! Randevusuna yetişebilmek için yoğun trafikte sıkışmış, makam aracından inip tramvaya binmiş. Hal böyle olunca sohbetimize Kabataş-Eminönü arasında kimi zaman kalabalık sebebiyle bir hayli yakınlaştığımız kulak misafirleri eşliğinde başladık! Bu da hayatın bir cilvesi olsa gerek zira Şekib Bey’in hikâyesinde yolların önemli bir yeri olmuş; hareket hiç eksik olmamış… Hayat yolculuğu 1959 yılında, Bosnalı bir baba ile Hersekli bir annenin ikinci çocuğu olarak dönemin Yugoslavya sınırları içinde başlıyor…
Fotoğraf: Murat ŞAKA
İZZETBEGOVİÇ’İN GENÇLERİ
Aile hikâyelerini kendisinden dinleyelim: “Anne tarafım Hersek’in bilinen bir ailesi. Babamlar da Kuzeydoğu Bosna’nın Foça tarafından… Müslüman Boşnakların mal ve mülkleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iktidara gelen komünist rejim tarafından ‘müsadere’ edilince iki taraf da Saraybosna’ya taşınıyor. Hem annem hem babam gençliklerinde Aliya İzzetbegoviç’in liderliğinde kurulan ‘Mladi Muslimani’nin (Müslüman Gençler Kulübü) üyeleriydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra komünist rejim yeni jenerasyonu kontrol altına almak için çok sert bir süreci devreye sokuyor. Annem ve babam da bundan nasibi alıyor. İkisi de liseyi bitirdikten hemen sonra rejim karşıtı hareketlerden dolayı tutuklanıyorlar. Hüküm giymiyorlar ama bir gözdağı olarak annem 18 ay, babam 22 ay hapis yatıyor. Rejim muhalifi diye babama Bosna Hersek’te okuma hakkı vermiyorlar. O da bir grup arkadaşıyla Slovenya’ya gidiyor. Ljubljana Üniversitesi’nden makine yüksek mühendisi olarak mezun oluyor. Annem de Sarayevo’da tıp fakültesine kaydoluyor ama dedeme ‘Kızının politik olarak terbiye edilmesi lazım’ diye Komünist Parti’den uyarı geliyor. Kaydını sildirtip hukuk fakültesine yazdırıyorlar. Aynı cemiyet üyesi iki genç, annemin mezuniyetinden sonra, 1955 yılında Zagreb’de evleniyorlar.”
Sene 1963/Zenica’da anne Suada, baba Eşref, ablası Fatma Avdagiç ile...
YUVAYA SON BAKIŞ
1) Neredeyse 50 yıldır bugünü bekliyordu! Burdur’un Bubon Antik Kenti’nden 1970’li yıllarda kaçak olarak ülke dışına çıkarılan Roma İmparatoru Lucius Verus’un insan boyutundaki bronz heykeli Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hummalı bir çalışması ile geçen ay anavatanı Türkiye’ye döndü… Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, önceki hafta düzenlenen törende heykelin getirilmesine katkılarından dolayı Prof. Jale İnan ile gazeteci yazar Özgen Acar’a teşekkür etti. Ankara’daki ofisinde, beş bin kitap bulunan kütüphanesi ve ödüllerle dolu rafların arasındaki çalışma odasında buluştuğumuz Acar’dan vatana döndürülen bu eserlerin hikâyelerini dinleyeceğiz. Ama önce kişisel albümleri açıyoruz!
EŞEĞİ SÜRDÜK NİĞDE’YE...
Acar, 1938 yılında Niğde’nin Bor ilçesinde dünyaya geliyor. Ailesi aslen Çankırılı. Posta memuru olan babası Hilmi Bey Niğde’ye tayini çıkınca yeni evlendiği eşi Naciye Hanım yola koyuluyorlar. Özgen Bey, “Meşhur ‘Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye’ deyimindeki gibi eşekle yola çıkıyorlar. Niğde’ye varamadan Bor’da ben dünyaya geliyorum!’ diye gülerek anlatıyor. Oradan Kahta ve Kızıltepe’ye gidiyorlar. 1941’de de daha yerleşik olarak İzmir’e geliyorlar. Aileye burada bir de kız kardeş ekleniyor; Özden. Acar, “Babam İzmir Eşref Paşa posta müdürü oluyor. ‘Eşrefpaşalı eli maşalı derler!’ deyimindeki gibi İzmir’in külhanbeyleri oradan çıkarmış. Çocukluğumun ilk yılları İkinci Dünya Savaşı’nda denk geldi. Babam eve dört gazete alırdı. Mahallede sadece iki evde radyo vardı. Biri kahvehanede, diğeri bizde. Erkekler savaş haberlerini dinlemek için kahveye, eşleriyse bizim eve gelirlerdi. Her akşam saat 19.00 haberleri için olağanüstü bir kalabalık olurdu. Bu olay benim gazeteciliğe başlamam da etkili oldu” diye anlatıyor.
Özgen Acar’ın kütüphanesinde sayısı beş bini bulan arkeoloji ve sanat kitabı var. Raflarıysa aldığı ödüllerle dolu; Yunanistan’dan aldığı, Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Ödülü’ne aday gösterdiğinin duyurulması vesilesiyle aldığı ‘Abdi İpekçi Barış’ ödülü, İtalyan Devlet Nişanı Cavaliere, Portekiz’den ‘Avrupa Nostra’ ödülü… (Fotoğraf: Rıza ÖZEL)
OYMAK BEYİ TARİH PEŞİNDE
Yazları babasının yanında postanede staj yapan Acar’ın ilk gazetecilik tecrübesi okuldaki duvar gazetesi oluyor. Acar, “Annem ilkokul mezunu, babam ortaokul mezunu olmasına rağmen hem benim hem kardeşimin okumamızda, üniversiteye gitmemizde büyük rolleri var” diyerek devam ediyor: “Ortaokulda kendime hedef meslek olarak valiliği, bunun eğitimi için de Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni belirledim.” Bu arada bir başka tutku daha genç Acar’ın içinde filizleniyordu; arkeoloji… Şöyle anlatıyor: “Ortaokulda öğretmenimiz Cahide Erkal bizi İzmir çevresindeki arkeolojik yerleri gezdirirdi. Ona bu aşılama için şükran borçluyum. Sonra lisede izciliğe merak sardım. Zamanla ‘Oymak Beyi’ mertebesine kadar yükseldim. Ben de izci arkadaşlarımı öğretmenim gibi İzmir civarındaki kazı yerlerine götürürdüm. Arkeolojinin en çok alışılmışın dışında olmasını sevdim. Arabanın, telefonun olmadığı, tamamen elle yapılan işlerin olduğu bir dünya!”
1) Tarihlerden bahsetmeyi sevmiyor… Tıpkı tasarımları gibi hayattaki her şeyin ‘zamansız’ olması gerektiğine inanıyor. İşte bu yüzden de söze ‘Yirminci yüzyılda bir gün…” diyerek başlıyor. Moda ve tasarımda Türkiye’nin uluslararası alanda en tanınmış markalarından Dice Kayek’in yaratıcılarından Ece Ege ile beraberiz. Bugünlerde mesaisi Paris-İstanbul arasında mekik dokuyarak geçiyor. Ancak her şey Bursa’nın meşhur Petek Apartmanı’nda başlıyor.
MARKA FABRİKASI GİBİ APARTMAN
Ece Hanım, “Bu apartmanın çeşmesinden akan suyun bir sihiri vardı herhalde” diye gülerek anlatıyor: “Atalarım, Makedonya ve Arnavutluk’tan göçerek gelmiş ve Bursa’ya yerleşmişiz. Büyüdüğüm Petek Apartmanı’ndan çıkan gençlerin hepsi dünyaca ünlü marka sahipleri oldular; mücevherci Gilan, modacı Atıl Kutoğlu, Levent ve Ömer Kızıl Uludağ İçecek… Ben Orhan-Esin Ege çiftinin çocuğu olarak dünyaya geldim.”
Hollywood’da Dice Kayek
SANAT BABADAN ŞIKLIK ANNEDEN
Çocukluğu, bugün aynı zamanda iş ortağı olan kendisinden iki buçuk yaş büyük ablası Ayşe Ege ile tarih, sanat ve mimari mirasıyla her tarafı ilham dolu Bursa’da geçiyor. Kışın Uludağ’a çıkılıyor, kayak yapılıyor. Yazın Burgaz’a deniz kenarındaki yazlığa gidiliyor. Şehrin verdiği ilhamla birlikte anne ve babasından çok etkilendiğini anlatıyor: “Babam işadamıydı ama sanata da çok meraklı ve kabiliyetliydi. Ben de resim yapmayı çok severdim. Her gün okul çıkışı onun yanına giderdim. Beraber resim yapardık. Anneciğim ilkokul defterlerimi saklamış. Ders notlarımın yanına desenler, kenar süsleri çizmişim. Sömestr sonlarında yapılan okul sergilerine hep benim resimlerim seçilirdi. Evdeyse annem son derece şık, zevkli ve güzel bir kadındı. Özel davetler için Paris’ten aldığı ‘couture’ kumaşlardan kendi tasarladığı modelleri özel terzisine diktirirdi. Odasında bu davetlere hazırlanırken biz de Ayşe ile hayran hayran onu izlerdik… Bursa gerçekten çağdaşlığın merkezi bir şehirdi. Ayrıca hem Osmanlı İmparatorluğu’nun kültür mirasına sahip bir başkent; hem de öncesinden İpekyolu’nun Kozahan’da ticarete döküldüğü önemli ve son derece ilham veren bir şehirdi. Bizler bunu çok hissederek büyüdük.”
1) Ünlü ressam ve akademisyen, hocaların hocası Prof. Dr. Turan Erol ile beraberiz! Onu Ankara’daki evinde ziyaret ediyorum. Kendi de tabloları gibi dingin… Gülerek, “Külçe gibiyim! İhtiyarlık!” diyor. Oysa yoğun bir trafik içinde; geçen ay, 29 Ekim’de, Cumhuriyet Bayramı’yla 95. yaşına girdi! Öğrencileri, doğum gününü ‘Hocaların Hocası Turan Erol’a Saygı’ isimli bir sergiyle kutladı. Eşzamanlı olarak adını taşıyan bir atölye açıldı. Çankaya’da bir caddeye adı verildi. Hürriyet kültür-sanat yazarı İhsan Yılmaz onu, ‘Yalnız kendi sanatıyla değil, yetiştirdiği öğrencileri, dostlukları ve yazdıklarıyla da başlı başına okul olmuş bir isim Turan Erol. Bozkırın sonsuz sarısına Bodrum’un beyazını katmış, çıplak ağaçlara deniz kıyısına çekilmiş tekne kaburgaları eşlik etmişti resimlerinde’ diye tanımlıyor. Turan Hoca, “Benim elimden gelen resim yapmaktı. Güzel resimler yapmak istedim. Hayat böyle geçti!” diye bizi kendi hikâyesinde yolculuğa çıkarırken kendinizi işte tam da Yılmaz’ın anlattığı tabloların içinde gibi hissediyorsunuz…
TEMELLİ, GELENEKLİ BİR İLÇE: MİLAS
Turan Erol, 29 Ekim 1927 yılında Muğla’nın Milas ilçesinde dünyaya geliyor. Turan Hoca, “Milas çok güzel bir yerdir; iyi tanınan ve sevilen, tarihi bir ilçeydi. Sonradan olmuş bir yer değildi. Temelliydi ve kendine özgü gelenekleri vardı. Ben orada Şevketiye Mahallesi’nde Selamoğlu Çıkmazı’nda doğdum. Bir gün kalkıp gidelim! Doğup büyüdüğüm evi de görelim, seyredelim…” diye başlıyor anlatmaya: “Babam hazır kunduracılık yapardı. Atölyesi ve ona bitişik bir dükkânı vardı. Kendisi Kütahya’nın Simav ilçesinde doğmuş. Askerliğe gittiğinde kunduracılık öğrenmiş. Terhis olduğu yer olan Milas’ı sevmiş ve oraya yerleşmiş. Açtığı dükkâna gelip giden kızlardan annemi bir genç kız olarak çok sevmiş. Ne yapıp edip onunla evlenmiş ve bizler doğmuşuz. Ben beş çocuktan dördüncüsüyüm. Annem ev hanımı.”
BABASI: RESSAMLIK DA NE! MÜHENDİS OL
Çocukluğu babasının kundura dükkanında geçiyor. Kendi de gelip giden müşterilerle ilgileniyor. Bizzat kunduracılık da öğrenmek istiyor ama babası engel oluyor. Sebep; çocuklar okuyacak ve doktor veya mühendis olacak! Turan Hoca, “Ben tuttum ressam oldum!” diye gülerek devam ediyor: “Ortaokuldan itibaren resim yapmayı sevdim. Öğretmenimiz Zeki Boran yeteneğimi fark edip benimle ilgilenmeye başladı. Ben de kafama koydum; ressam olacaktım! Hep o yolda ilerledim. Babam başta, ‘Ressam da ne? Resim yapacakmış; olur mu öyle şey…’ diye beğenmedi. Ortaokulu bitirince Akademi’nin giriş sınavlarına kaçıp gittim ve Akademi öğrencisi oldum. Sonunda babam artık mecbur oldu, ‘Bu oğlan telef olmasın, ortalarda kayıp gitmesin ben ona destek olayım’ dedi. Ben Akademi mezunu bir genç olarak sanat hayatına başladım ve bugünkü ressam oldum! Babam da ne zaman ki yaptığım resimler beğeniliyor, ben seviliyorum, yani biraz şöhret olunca o da beğenmeye, övünç duymaya başladı!”
1) Onunki baştan sonra bir Cumhuriyet hikâyesi… Bugün dünya çapında tanınan orkestra şefimiz, devlet sanatçısı Gürer Aykal, 1942 yılında Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü’nde müzik öğretmeni bir baba ile ev kadını bir annenin beş çocuğundan biri olarak dünyaya geliyor. Aile kökenleri Kafkasyalı… Osmanlı-Rus Savaşı sonrası göçmen olarak önce Muş’a yerleşiyorlar. Babası Tevfik Bey 1903 yılında Muş’ta doğuyor. Oradan Urfa’ya geçiyorlar. Koşullar zor. Babası vefat edince Tevfik Bey Yetim Okulu’na veriliyor. Gürer Bey’e de miras geçecek müzik serüveni işte burada başlıyor… Aykal anlatıyor: “Sene 1920’ler… İşgal zamanı. O dönem Yetim Okulu’nun karşısında bir Fransız Okulu var. Bu okulun bahçesinde her sabah öğrenciler marşlar okuyor. Babam teneffüslerde yan bahçeden gelen bu marşları öğreniyor ve oyun oynarken kendi de mırıldanmaya başlıyor. Müziğe yatkınlığı öğretmenlerinin dikkatini çekiyor. Yetim Okulu’ndaki eğitiminden sonra Konya Öğretmen Okulu’na geliyor. Orada ilk defa piyanoyla tanışıyor. Babam daha 20 yaşına gelmeden Cumhuriyet’in coşkusunu yaşayan kuşaktan! Buradan da müzik öğretmeni olarak Eskişehir’de Çifteler Mahmudiye Okulu’na gönderiliyor. Bu okul, 1937’de Köy Enstitüsü’ne dönüştürülüyor.”
RADYO GÜNLERİ
Aykal, “Köy Enstitüleri, Cumhuriyet’in kazanımlarını hiç okul görmemiş köy çocuklarına çağdaş eğitimi üretimle veren dünyada eşi benzeri olmayan bir projeydi. ‘Bugün ülken için ne yapacaksın?’ bilinciyle yetiştirdiği için çok mutluyum” diye devam ediyor: “Ancak 1950’lerde Köy Enstitüleri kapatılmaya başlanınca öğretmenler de başka yerlere ‘tayin’ edildi.” Aykal Ailesi önce Maraş’a, oradan Diyarbakır’a geliyor. Bu arada evde de pek çok yenilikle tanışıyor. Bunlardan en heyecan verici olanı; radyo! Gürer Bey anlatıyor: “Çocukluğumdan beri evde her çeşit müzik aleti vardı. Babam öğrencilere özel ders verirken ben de yan odadan onları dinlerdim. Bu şekilde çok erken yaşta notaları öğrenmiştim. Diyarbakır’a gelince önce elektrikle sonra radyoyla tanıştık. Babam parazitlerin arasından çok güzel kanallar bulurdu; Ankara Radyosu, Moskova Radyosu… Moskova Radyosu’ndan ilk defa bir filarmoni orkestrası sesi duydum ve büyülendim. Yıllar sonra o orkestrayı yönettim!”
İLK NOTAM: RE!
Duyduğu seslerin en çok nesi onu etkilemişti? Gürer Bey, “Ben hayatımda hiç ses duymadım” diyerek yanıtlıyor: “Her şeyi hep notalarıyla duyarım. Sokaktan geçen ambulansı bile notasıyla duyarım. Sizin duyduğunuz sesler bana adlarıyla gelir. Birdenbire orkestranın çok sesli müziğini duymak müthişti! Sonra altı yaşımda Halkevi’nde piyanoyla karşılaştım. İlk dokunduğum sesi hatırlıyorum; Re!” Beşinci sınıftayken okula gelen müzik müfettişleri de Aykal’daki yeteneği fark etti ve aileye onu Ankara Konservatuvarı sınavlarına sokmalarını teşvik etti. Küçük Gürer, 11 yaşında babasıyla bir trene binip Ankara’nın yolunu tuttu. Aykal, “Müfettişlerden biri Ankara Marşı’nın yazarı Halil Bedi Yönetken, diğeri Şeref Çayıroğlu’ydu” diye anlatıyor: “Ankara’da sınav için uzun bir kuyruk olduğunu hatırlıyorum. Yönetken benim ‘mutlak kulak’ olduğumu zaten biliyordu. Ulvi Cemal Erkin de bana bazı sorular sordu. Yatılı keman bölümünü kazandım. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda eğitimime başladım.”
1) İlki geçen yıl düzenlenmişti… İkincisi geçen haziran ayında yapıldı. Öyle ilgi gördü ki üçüncüsü için ara hiç açılmadı! Bu sıralar yolu Beyoğlu’na düşenler nereye ayak bassalar bir sanatsal etkinlikle karşılaşabilir! Bugün sona erecek olan Beyoğlu Kültür Yolu Festivali vesilesiyle semtte üç bine yakın etkinlik düzenleniyor. Kadim sokaklar sanatla renklenirken Beyoğlu Belediye Başkanı Haydar Ali Yıldız’ı yakaladık! 2019’dan beri belediye başkanlığı görevini yürüten Yıldız’ın Beyoğlu’ndaki mazisi gençlik günlerine dayanıyor. Beyoğlu’na yolunu düşürmesiyse bir başka mücadele hikâyesi… Eski albümleri açıyoruz…
Fotoğraf: Murat ŞAKA
GURBETTEKİ BABANIN FAYDALARI DA VARDI
Sene 1970… Rize’nin Güneysu ilçesindeyiz. Haydar Ali Yıldız, merkeze beş dakika uzaklıktaki bir köyde, kendi deyimiyle ‘cennet gibi bir coğrafya’da dünyaya geliyor. Annesi ev hanımı. Yıldız, “Ev hanımı derken evde ‘hanım’lık yapanlardan değil…” diye başlıyor anlatmaya; “Annem gibi tarlada çalışan, Türkiye’nin tarımına eliyle, emeğiyle, alın teriyle katkı sunan herkesin ellerinden öperim. Annemin üzerimde emeği çok. Babam gurbetteydi; gemiciydi. Sürekli seferlere deniz yolculuklarına giderdi. Senede ancak iki, üç ay gelip izinde köyde bizimle olabilirdi. Baba özlemi yaşardık ama getirileri de yok değildi! (gülüyor) Yurtdışından bize o dönem Türkiye’de olmayan ürünler getirirdi, blucinler, radyo, buharlı ütü…. Köyün kızlarının çeyizleri hep bizde ütülenirdi! Kına gecelerinde bizdeki teybi isterlerdi.”
Beyoğlu Belediye Başkanı Haydar Ali Yıldız/Zeynep Bilgehan
KÖYÜN TEK TELEVİZYONUNDA SÜREKLİ HABERLER İZLENİRDİ
1) Ofisi bütün dünya… Çalışma masası sokaklar, caddeler, dağlar, trenler, gemiler… Bizse söyleşi için onu kendisi için en egzotik yer olan vahasında; evinde yakalıyoruz! Saffet Emre Tonguç’la beraberiz. Hayat yolculuğu 28 Şubat 1966 tarihinde Çorlu’da başlıyor. Tonguç, Köy Enstitüleri’nin mimarı İsmail Hakkı Tonguç’un da mensubu olduğu, Romanya’dan göç etmiş, ticaretle uğraşan bir ailenin ferdi… Dedesi Saffet ve babası İsmail, Trakya’nın tanınan işinsanlarından. Çocukluğu Çorlu’da bahçeli bir evde, anneanne ve babaannesinin bağlarında, dalından üzümler yiyerek geçiyor. Tonguç, “Küçücük bir ilçeydi Çorlu… Çok net hatırlıyorum, bizim evden yaklaşık 200-300 metre sonra biterdi! Şimdi gittiğimde tanıyamıyorum. Her yeri apartman olan dev bir sanayi kenti olmuş” diyor gülerek…
“Başarımın sırrı işimi çok sevmek. İyi bir rehber olabilmek içinse öncelikle kriz yönetimini bilmeniz lazım. Mesela uçağı kaçırdın, yanında 40 kişi var. Ne yapacaksın? Önemli olan krizi insanlara hissettirmemek.”
‘SON VAPUR’A YETİŞTİM
Yedi yaşına geldiğinde, kendi deyimiyle ‘dünyanın en güzel yerlerinden biri olan Kandilli’ye taşınıyorlar… Tonguç, “Bugüne kadar 29 kitap yazdım, 17 tanesi İstanbul’la ilgili... Bu kadar çok kitabın sebebi kesinlikle Kandilli’de geçen çocukluğum…” dedikten sonra devam ediyor: “Bizim zamanımızda ‘mahalle arkadaşlığı’ kavramı vardı. Bu yüzden de çok güzel bir çocukluk geçirdim.” Kandilli İlkokulu’ndan sonra eğitim için kıtalararası yolculuğu başlıyor; Avrupa yakasında Ortaköy’deki Gaziosmanpaşa Ortaokulu’ndan sonra Şişli Terakki Lisesi’ni bitiriyor. Bu yılları nostaljisiyle anıyor: “Çok şanslıydım çünkü Şirket-i Hayriye’nin son vapurlarına yetiştim! Bu vapurların jilet yapılmasını kolektif bir suç olarak görüyorum. Amerikan arabaları bir gecede ortadan kayboldu. Keşke İstanbul’un geçmişinin tanıklarını muhafaza edebilseydik… Bugün İsveç’te hâlâ 1800’lerden kalma buharlı gemiler kullanılıyor.”
Sene 1968/Yaş 2, Çorlu’da...
İLK SEYAHAT İZCİ KAMPI