1- Zeydan Karalar, 1958 senesinde Adana’nın Yüreğir ilçesinde 10 çocuklu bir ailenin ferdi olarak, iki katlı ahşap bir evde dünyaya geliyor. Adres hâlâ aklında; 1054 sokak, 14 numara! Karalar, o dönemlerin Adanasını, “Çamurun, tozun daha çok olduğu büyük bir ‘köy’ görünümündeydi. Şehirleşme az, mahallelilik ve feodal ilişkiler daha yoğun, yardımlaşma olağanüstü yüksekti. Çok yoksulluk vardı ama biz ailelerimizle arkadaşlarımızla mutluyduk” diye tarif ediyor. Bu koşullar içinde çocukluğunun bir kısmı boş arazilerde arkadaşlarıyla oyunlar oynayarak, diğer yarısıysa ailesine geçim için yardım ederek geçiyor. Babası Kamil Bey bir mezbahada kasap olarak çalışıyor. Annesi Güllü Hanım ise kışın ev kadını olarak evi idare ederken yazın hasat zamanında da pamuk toplamaya gidiyor. Okulların tatil olduğu dönemde bütün aile ona eşlik ediyor.
DÜNYANIN EN YORUCU İŞİ
Karalar, “Ben yaşamımı pamuk tarlasında başlar hatırlıyorum” diye anlatıyor: “Kamyon gece saat üçte evin önüne çekiliyor. Yatak, yorgan, döşek, yastık, zahire, bulgur hepsi kamyona yükleniyor. Biz de doluyoruz çoluk çocuk… Tarlaya gece ulaşırdık. Gün ağarır ağarmaz annem pamuk toplamaya başlar, biz onun dibinde gezerdik. Bir ay tarlada kalırdık. 50 derece sıcağın altında pamuk toplamak dünyanın en yorucu işi… 100 kilo pamuk toplamak da maharetli kadınların işiydi. Annem onlardan biriydi. Ben de herhalde tez canlılığımı ondan almışım. Annemle babamdan aldığım ders; teslim edilen mala sahip çıkmak, doğru ve dürüst davranmak... ” Aile, bütün çocukların meslek sahibi olmasını istiyor. Karalar’ın da pamuk hasadı sırasında yıldızların altında uyudukları gecelerden itibaren tek hedefi oluyor; okumak…
GENÇLER RAHATINA DÜŞKÜN
1) Gazeteci, yazar, entelektüel, hukukçu, dünya insanı… Hıfzı Topuz’u tek bir kelimeyle tanımlamak çok zor! Bundan 10 yıl önce, 90. yaşını kutladığı sırada Öner Ciravoğlu’nun kendisiyle yaptığı ‘Ardından Yıllar Geçti’ adlı nehir söyleşi kitabında hayatını şöyle tanımlamıştı: “Ben doksan yıla sanırım üç yaşam sığdırdım. Birincisi çocukluğumdan 36 yaşına kadar uzanan gençlik ve gazetecilik dönemi. İkincisi 36 yaşından 60. yaşıma uzanan, UNESCO’da 25 yıllık uluslararası bir uzmanlık ve yöneticilik dönemi. Üçüncüsü de öğretim üyeliği ve biyografik roman yazarlığı dönemi.” Peki ya hayatının son 10 yılını da eklediğimizde 100 yaşında olmakla ilgili ne hissediyor? Topuz, “100 yaşına kadar yaşayacağımı hiç düşünmemiştim” diye yanıtlıyor: “70-80 yaşlarında bu dünyaya veda edeceğimi sanıyordum. 100’e yaklaştıkça tehlikeli bir bölgeye girdiğimi anladım. Artık ayrılma vakti geldi diyordum. Son yıllarım huzursuz ve endişeli geçti.” Biz iyisi mi hikâyeyi başa saralım…
SENE 2009/Fotoğraf: Levent KULU
NİŞANTAŞI, BEYOĞLU, KADIKÖY…
Hıfzı Topuz, 1923 yılında Milli Mücadele’ye destek vermiş işadamı Ahmet Rami Bey ile kökleri Osmanlı Sarayı’na uzanan Melahat Hanım’ın Muzaffer, Gazanfer ve Zahir’den sonraki dördüncü erkek çocuğu olarak, 25 Ocak 1923 tarihinde, İstanbul’da dededen kalma bir konakta dünyaya geliyor. Onlara sonra bir de kız kardeş, Gülen (Zeytinbaş) ekleniyor. Çocukluğunun ilk yılları İstanbul’un üç farklı bölgesinde geçiyor. Doğdukları Nişantaşı’ndan sonra Beyoğlu’na taşınıyorlar. İlk arkadaşları, eski Rum evlerine taşınan Drama muhacirlerinin çocukları oluyor. Ardından Kadıköy’e geçiyorlar. Topuz, eğitim hayatına Saint Louis İlkokulu’nda başlıyor. 1933 yılında babasının işleri sebebiyle Ankara’ya taşınıyorlar. Dördüncü sınıfa kadar İnkılap İlkokulu’nda okuyor. Ancak anneannesi, torununun Galatasaray Lisesi’ne gitmesini istiyor. Yatılı okul ücretini üç aylık yetim maaşıyla ödemeye gönüllü oluyor. Topuz, beşinci sınıftan itibaren yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne başlıyor.
SENE 1933, YAŞ 10/SENE 2023,YAŞ 100
ATATÜRK BİZİ BÜYÜLEMİŞTİ
1) Pek çok şapkası var; anne, doktor, akademisyen, yazar, iş kadını… Prof. Dr. Zehra Neşe Kavak’ı sabah klinikte muayenede, öğlen yönetim kurulu toplantısında mali raporları denetlerken, öğleden sonra kitap imza gününde, akşam da televizyon programında bilgi verirken görebilirsiniz. Ben üç ameliyat yaptığı bir sabahın devamında Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Academic Hospital’daki odasında karşısındaydım. İlk soru; dünyaya yeni gelen birinin hayattaki ilk anına tanıklık etmek nasıl bir duygudur? Bugüne kadar 4 binden fazla doğum yaptıran Prof. Kavak, “İnsanın en mahrem anıdır, bir mucizedir doğum. 30 senedir bu mesleği yapıyorum ama halen her doğumda heyecanlanıyorum. Hiç kanıksamıyorum. Beş milimetrelik bir mercimek tanesi kadarken kalp atışlarının başlaması, dokuz ay 10 gün süren hamilelikle beraber doğum baştan sona bir serüvendir” diye cevap veriyor. Peki, kendi hayat serüveni nasıl başlamış? Doğum kaydı Çamlıca’da ama hikâyesinin kökeni Karadeniz’de…
5 KARDEŞ HEPİMİZ EVDE DOĞDUK
Kavak, “Anne tarafım Rize, baba tarafım Trabzonlu” diye başlıyor anlatmaya: “İki taraf da Birinci Dünya Savaşı sırasında, Karadeniz’e Rus saldırıları artınca İstanbul’a göç ediyorlar. Babamın babası olan dedem, Halil Uzuner, Çanakkale gazisi… İstiklal Madalyası var. Yetim büyüdüğünden hep bir şeyleri gerçekleştirmeye uğraşan, çok çalışkan bir insan. İstanbul’da bütün Karadenizliler gibi Büyükdere muhitine yerleşip denizcilikle ilgileniyor. Önce ufak bir tekneyle başlıyor, bu işte çok başarılı oluyor ve armatörlüğe kadar yükseliyor. Babaannemle evlendikten sonra Kısıklı’ya taşınıyorlar. Burada meyve bahçeleri içinde beyaz, tarihi bir köşk satın alıyorlar. Annemin düğünü bu bahçede yapılmış. Biz beş kardeşiz. Hepimiz ‘home delivery’yiz (evde doğum). Annem hepimizi evde doğuruyor. Çocukluğumuz da bu köşkte geçti. Zaten kalabalık olduğumuzdan, bahçe içinde birbirimize yeterek oyunlar oynardık. O bahçe içerisinde babam bize beş ev yaptı. Hepimiz hâlâ orada oturuyor, komşuculuk oynuyoruz.”
Fotoğraf: Levent KULU
KÖŞK BAHÇESİNDE KİTAP SEANSLARI
Kendi asıl merakıysa o zamanlar bir sayfiye muhiti olan Çamlıca’daki bahçe değil, içerideki kitaplar… Kavak, “Okumak en büyük merakımdı” diye devam ediyor: “Daha ilkokul yaşlarından itibaren ağabeyimin Hayat Ansiklopedisi’ni 10 cilt, baştan sona okumuşumdur. 16 yaşına geldiğimde bütün klasikleri bitirmiştim. O dönem en büyük başarı çok fazla kitap okumaktı. Çamlıca İlkokulu’ndan sonra Üsküdar Kız Lisesi’ni okul birincisi olarak bitirdim. Dönem birinciliği rekorum 9.75’ti ve uzun yıllar kırılamadı. Çok çalışkan bir çocuktum. Zaten fazla alternatif yoktu; çalışacaksın, okuyacaksın… Yazmaya da merakım vardı. Doktor olmasam yazar olurdum. Üniversite için gönlümde ağabeyimin de makine mühendisi olarak bitirdiği Boğaziçi Üniversitesi’nin İşletme Fakültesi vardı. İş kadını olmayı hayal ediyordum ama babam ‘Kesinlikle olmaz, ilk sıraya tıp yazacaksın’ deyince Boğaziçi içimde hep bir ukde olarak kaldı.”
1) ‘Patlıcan Arda’, ‘Kabak Arda’, ‘Dolma Arda’… Tarifleri artık kendi adıyla öyle özdeşlemiş ki arama motorunda böyle başlıklarla aranıyormuş… Dile kolay tam 13 yıldır televizyonda ‘Arda’nın Mutfağı’ programıyla hepimizin evlerine giriyor. Türk insanının en muhafazakâr olduğu alan olan ‘yemek’ konusunda önyargıları kırıyor: ‘Atomu parçalamaktan daha zoru mutfakta denenmemişi denetmek, doğru bilinen yanlışları düzeltmek!’ diyor. Ünlü şef Arda Türkmen’le beraberiz! Asmalımescit’teki mutfağında buluştuğumuz Türkmen, 1975 senesinde Sarıyer’de Nurcan ve Semra Türkmen çiftinin tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Annesi evlendiğinde henüz 19 yaşında… Bebeğini büyütürken bir yandan eczacılık fakültesinde okuyor. Babası Nurcan Bey’se Divan Oteli’nde farklı departmanlarda çalıştıktan sonra en son yiyecek-içecek müdürlüğü yapıyor. Annesi okulda, babası işte olduğundan Türkmen’in çocukluğu, Büyükdere’deki ‘17 numara’lı aile apartmanında anneannesi Seher Hanım’ın yanında geçiyor. Türkmen, “Çocukluğumu hem çok severim hem de çok özlerim. Hayatta kazandığım ne varsa bırakıp çocukluğuma dönmek isterim” diye başlıyor anlatmaya…
Sene 2021/“En çok istenen tarifler kek, börek. Keki, böreği seviyoruz!”
OTEL İÇİNDE KENDİ KENDİME GEZİNİRDİM
Peki neler yaparmış çocukluğunda? Öncelikle anneannesinin mutfağında leziz yemekler yermiş. Türkmen, “Anneannemin eli öyle lezzetliydi ki demlediği çay bile başka olurdu. Pazarda fileciler sırf yemeklerinden tatmak için filelerini eve kadar taşırdı. Biber dolması, patlıcan yemeği, bol tereyağlı pilavlar gibi geleneksel yemekler olurdu. Ben de onu izlerdim. İlk pilav denememi 13 yaşımda yaptık” diye anlatıyor. Mutfakta olmadığı zamanlarda sokaklarda olurmuş. Sabahtan akşama misket, saklambaç, futbol… Kimi zaman da babasına eşlik edermiş. O günlerde profesyonel mutfakların nasıl çalıştığına tanıklık etmiş. Türkmen: “Otel içinde gezinirdim. Biraz berbere giderim, biraz mutfağa uğrardım. Davet ve organizasyon toplantılarına katılır, bütün bu süreçteki dinamizmden inanılmaz etkilenirdim. Bir de paslanmaz çelik tezgâhların fütüristliği beni büyülerdi! Neyin nasıl yapıldığını öğrenmeye çalışırdım. Yeme-içme ve hizmet sektörüne daha o yaşta yöneldim.”
Fotoğraf: Levent KULU
“IRGAT BİR RUHUM VAR”
1) Onunla en mutlu olduğu yerde; tiyatroda buluştuk. Kadıköy’de, kurucusu olduğu Baba Sahne’de, her akşam kapalı gişe oynayan ‘Taxim’ oyununun öncesinde… 16 yıl aralıksız olarak ‘Mesut Komiser’ rolünü canlandırdığı ve geniş kamuoyunun onu hem tanıdığı hem de çok sevdiği ‘Arka Sokaklar’dan ayrılan usta oyuncu Şevket Çoruh bugünlerde ‘Sıcak Kafa’ dizisiyle de gündemde. Bir yandan ‘Çakallarla Dans 6’ filminin çekimlerine koşturuyor. Aynı anda birkaç yerde olmak onun için çocukluktan kalma bir alışkanlık!
Fotoğraf: Emre YUNUSOĞLU
BABAM GÜRCÜ, ANNEM LAZ
Hikâyesi 1973 yılında İstanbul’da başlıyor. Şevket Çoruh, Selami ve Neriman Çoruh çiftinin tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Çoruh, “Babam Gürcü, annem Laz yani melez bir durumum var” diye başlıyor anlatmaya: “93 Harbi döneminde Batum’dan gelmişler. Annemler Sapanca’ya, babamlar da İstanbul’da Ömerli’ye yerleşmişler. Ben Üsküdar’da dünyaya geldim. Aile mesleğimiz aslında şoförlük. Üç amcam var, üçü de şoför. Babam da hem uzun yolda hem de Üsküdar-Taksim, Kadıköy hattında çalışırdı. Annemse terzi. Bahariye Caddesi’nde teyzemle dükkânları vardı; elbise, döpiyes, gelinlik dikerlerdi. Beni de çırakları olarak sürekli iplik, teğel, pul, payet, vatka almaya gönderirlerdi. Dış alım-satım işleri bendeydi!”
Sene 2016/‘Arka Sokaklar’ dizisinden...
OĞLUM, BU BÜYÜLÜ BİR AN
1- MÜZİSYEN CAHİT BERKAY
BERABER ŞARKI SÖYLEYİN
Moğollar olarak grupça prensibimiz vicdanlı ve demokratik olmak. Çok sevdiğim işi yaptığım için şanslıyım. Hep çok çalıştık. Temel prensipler değişmeyince saygı gören, inanılan, bir insan oluyorsun. Vicdanlı olunca sevmesini, sevgiyi paylaşmasını biliyorsun… Toplumsal olarak paylaştığımız şeyler kendini tiyatroda sanatta müzikte kendini gösterir. Beraber şarkı söylemek ne kadar güzeldir… Başarımızın sırrı da samimiyet oldu. Hiçbir şarkıyı ‘satsın’ diye yapmadık. Tüm şarkılarımızın hikâyesi var.
2- TUSAŞ GENEL MÜDÜRÜ TEMEL KOTİL
RÜZGÂR ESTİĞİNDE HEMEN ‘AMAN ÜŞÜDÜM’ DEMEYİN
Genç arkadaşlara yurtdışına değil, serüvenlere çıkmalarını öneririm. Sonuç almak istiyorsan o işe kitleneceksin. Gece yarısı uyanıp “Ya bu iş nasıl olacak?” diyorsan sonra gereğini yapıyorsun zaten. Bir diğerim önerim psikolojik esneklik. Bir darbe yediğinizde önce bir durun. Rüzgâr estiğinde hemen ‘Aman üşüdüm’ demeyin, daha kandaki sıcaklık düşmedi, belki birazdan sıcak hava gelecek! Kişinin okurken çalışması, ne için mücadele ettiğini yaşaması lazım. Uygulama sahası olmayan kişi ne kadar iyi yetişse de kavanoz içinde büyümüş hava almayan bir çiçeğe benzer, solar.
1) Okurları onu ‘Veda’, ‘Umut’, ‘Hayat’, ‘Hüzün’, ‘Hayal’ ve ‘Hazan’ isimli otobiyografik kitaplarıyla zaten yakından tanıyorlar… Altı bölümden oluşan hayat hikâyesi tek bir roman olsa türü ne olurdu? Macera, dram, heyecan, korku? Ayşe Kulin, önden ipucunu veriyor: “Saydıklarının hepsi bir arada!” Bugün Türkiye’nin en tanınan, en çok satan yazarlarından Ayşe Kulin 1941 yılında İstanbul’da Muhittin ve Sitare Kulin çiftinin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Baba tarafından dedesi Boşnak Beyi Zeki Salih Kulin, ailesiyle birlikte Balkan Savaşları Dönemi’nde İstanbul’a geliyor. Annesi Sitare Hanım ise Osmanlı nazırlarından Ahmet Reşat Paşa’nın torunu…Kulin’in çocukluğu inşaat ve hidrolik makine mühendisi babasının görevi nedeniyle Cumhuriyet’in başkenti Ankara’da geçiyor. Anlatmaya, “Hayatımın en mutlu, en sorunsuz dönemi kesinlikle çocukluğum!” diye başlıyor: “Dedem Reşat Paşa, Beyazıt semtindeki konağını 1941 yazında satmış, Teşvikiye’deki Narmanlı Apartmanı’nda bir daire kiralamış. Ben 7 Eylül’de Amerikan Hastanesi’nde doğmuş, ertesi gün Narmanlı Apartmanı’na götürülmüşüm. Yani Reşat dedemin ailesi yeni evlerindeki ilk günlerine yeni doğan bir bebekle başlamışlar! İki taraftan da tek torun ben olduğumdan hep çok sevgi görerek büyüdüm.”
Fotoğraf: Selçuk ŞAMİLOĞLU/Zeynep Bilgehan, Ayşe Kulin
TEMİZ VE NEZİH TEŞVİKİYE ŞIKIR ŞIKIR KAPALIÇARŞI
Kulin, sevgi dolu bir ortamda, şiir ve kitap okunan, müzik dinlenen, piyano, keman ve ut çalınan evlerde büyüyor. Edebiyata düşkünlüğü de küçük yaşta başlıyor… Ayşe Hanım, “Kitapla çok küçük yaşta tanıştım ama bende de varmış ki bir şeyler, okul öncesinde yanımdakilere kendi uydurduğum masalları anlatırdım. Harfleri öğrendiğim günden beri de yazıyorum. İlkokulda şiir, ortaokulda öykü yazdım, lisede roman denemeleri yaptım.” İlkokulu TED Ankara Koleji’nde tamamladıktan sonra ortaokul ve liseyi yatılı olarak Robert Kolej’de okuyor. Genç kızlık döneminin İstanbul’u nasıl bir yerdi acaba? Şöyle anlatıyor: “Doğumumdan itibaren 51 yıl Teşvikiye’deki Narmanlı Apartmanı’nda, yazları on iki yaşıma kadar Burgazada’daki konakta, ortaokul ve lise yıllarımda ise yazları Feneryolu’nda ve Büyükada’da yaşadım. İstanbul kırklı ve ellili yıllarda, aynı semtte yaşayanların birbirini tanıdığı, alışverişe veya çay içmeye Beyoğlu’ndaki Markiz’e, Lebon’a giderken herkesin şık giyindiği, tertemiz, nezih bir şehirdi. Kapalıçarşı’nın bulunduğu taraf ise şıkır şıkır bir başka dünyaydı. Anneannem Teşvikiye’de, babaannem ise Sultanahmet’te oturduğu için şanslıydım, her iki İstanbul’u da bilirdim.”
Ayşe 3 yaşında./10 yaşındaki Ayşe Kulin ilk ansiklopedisiyle.
2) İKİNCİ BEBEKTE OKULU BIRAKTIM
1) Onu Ankara’da, mezun olduğu Ankara Devlet Konservatuvarı’nın yeni binasında yakaladım. Hacettepe Senfoni Orkestrası Salonu’nda ders çıkışında… Ayağının tozuyla, Zülfü Livaneli’nin meşhur Royal Albert Hall’daki konseri için Kraliyet Filarmoni Orkestrası’nı yönettiği Londra’dan henüz gelmişti. Ertesi günse Ankara’nın köklü kültür kurumlarından Sevda Cenap And Müzik Vakfı’nın 36. Onur Ödülü ‘Altın Madalyası’nı alacaktı. Gökmen, tarihi And Evi’ndeki törende müzik aşkının yıllar önce burada başladığını da anlattı. Henüz 12-13 yaşlarındayken, 1960’lı yıllarda annesinin onu getirdiği 20. yüzyılın en büyük piyanistlerinden Sviatoslav Richter konserinden öyle etkilenmişti ki… Bu mütevazi salondaki konserden çıktıktan sonra hayatını klasik müziğe adayan Rengim Gökmen bugün dünyaca tanınan, önemli orkestraları yönetmiş, Cumhuriyetimizin yetiştirdiği en önemli orkestra şeflerinden biri... Kendi hikâyesi de aslında bir Cumhuriyet mucizesinin eseri. Şimdi zamanı biraz geriye sarıyoruz…
Fotoğraf: Rıza ÖZEL
OPERACI MUAZZEZ İLE TİYATROCU MUZAFFER…
Sene 1930’lar… Genç başkent Ankara’nın, 1936’da kurulmuş yeni konservatuvarında iki öğrenci karşılaşıyor. Biri Ispartalı Muazzez Ünal. Aydın, dul bir annenin kızı olarak henüz 7-8 yaşlarında geldiği Musik-i Muallim Mektebi’ni bitirdikten sonra Şan Bölümü’nü kazanmış. Diğeri Muzaffer Gökmen. O da Bursa Lisesi’nden sonra içinde geometri ve cebir barındırmayan bir meslek arayışında, bir kamyon sırtında iki günde geldiği Ankara’da konservatuvar sınavını kazanıp Tiyatro Bölümü’ne girmiş. Yemekhanede başlayan dostluk hayat boyu beraberliğe dönüşüyor. Mezuniyetten sonra evlenip İtalya’ya gidiyorlar. Muzaffer Bey İtalya Sinema Akademisi’nde rejisörlük, Muazzez Hanım da şan öğretmenliği üzerine eğitim alıyor. Sonrasını Rengim Bey’den dinleyelim: “1950’lerde Türkiye’ye dönüyorlar ve ‘Artık bir çocuğumuz olsun’ diyorlar. 1955 yılında ben doğuyorum! İsmimi annem koymuş. Değişik isimlere merakı vardı. Başta ‘Rengin’miş, sonra ‘Rengim’e dönmüş. Hayat boyu karışıklıklara maruz kaldım; Rengin, Engin, Zengin, Dengin! Ahmet Adnan Saygun Hoca anneme ‘Ne güzel isim Rengim; kızın olursa da ismini ‘Sesim’ koy demiş. Ben de kendi kızıma ‘Sesim’ ismini koydum.”
Sene 1981-İstanbul AKM’de (Beethoven çalışmaları sırasında) /Sene 1955-Baba Muzaffer, anne Muazzez Gökmen ile bebek Rengim
PİYANO TUŞLARI OYUNCAĞIMDI