Yurtsan Atakan

New York Moda Haftası’nın tekno yıldızı

12 Eylül 2007
New York seyahatim bundan önce de birkaç kez olduğu gibi yine New York Moda Haftası’na rastgeldi. Moda haftasının bu yıl sürpriz bir yıldızı vardı; teknoloji şirketi HP... Ürünlerinin teknolojik üstünlüklerini ön plana çıkartmayı tercih etmesiyle tanınan HP, yeni ürünlerinin dünya galası için New York Moda Haftası’nı seçmişti.

HP’nin New York Moda Haftası’nda düzenlediği gala gecesiyle, dünyanın dört bir yanından 1000 kadar davetliye tanıttığı ürünler, teknolojileriyle olduğu kadar şık tasarımlarıyla da dikkat çekiyorlardı bu kez.

HP’nin New York Moda Haftası sırasında verdiği bu davet şirketin yakın dönemdeki rotasını da ortaya koyuyor.

Ürünlerinin teknolojik üstünlüğü kullanıcıların genel kabulünü gören HP, bundan böyle tasarıma ve stile de önem vereceğini gösteriyor.

HP bu yeni strateji değişikliğinde çok haklı. Pazar teknolojik özellikler kadar tasarıma da duyarlı olduğunu bir süredir gösteriyordu. Apple ve Sony’nin başı çektiği bu pazarda, bir üçüncü teknoloji devine daha yer olduğu açıkça görülüyordu.

HP bu üçüncü yeri dolduracak, daha da ötesi bu segmentin lider koltuğuna oturabilecek bir firma.

New York Moda Haftası sırasında tanıttığı ürünlerin tasarımı çok şıktı. Bu şıklığa ek olarak teknolojik pekçok yeniliğe de sahip ürünlerdi.

HP, masaüstü ve dizüstü bilgisayarlarını üç farklı alt marka altında toplamaya karar vermiş.

En altta herkesin ihtiyacına karşılık verecek Compaq markası var. HP, Compaq’ı otomotiv dünyasının Vokswagen’ı olarak konumluyor.

Compaq markasının bir üstünde, ortada kendi markasını yani HP’yi kullanıyor. Herkesin arzulayacağı, çekici ürünlerden oluşacak bu marka. Yani bir bakıma otomotiv dünyasının Audi’si, BMW’si gibi olacak HP markalı bilgisayarlar.

En üstte ise Voodoo markasını kullanacak HP, lükse meraklı alıcı kitlesine hitap etmek üzere. Yine otomotivden örnek vermek gerekirse, bilgisayarların Rolls Royce’u, Ferrari’si olacak diyebiliriz Voodoo için.

Spice Market-İkinci Ziyaret

İstanbul’da 2008 başında açılması planlanan Spice Market’ı eleştiren bir yazı yazmıştım geçen haftalarda.

Spice Market’ın pek öyle abartıldığı kadar muhteşem bir restoran olmadığını, şefi Jean Georges’un da diğer yıldız şeflerin seviyesinde olmadığını yazmıştım.

Spice Market’ın şubesinin içinde açılacağı W Hotels’in İstanbul Genel Müdürü Göktuğ Özdemir yazım üzerine bir açıklama göndermişti.

Çok büyük bir kısmı Spice Market’ın ne kadar muhteşem bir restoran, şefi Jean Georges Vongerichten’in de ne şanlı bir şef olduğunu anlatmaya çalışan açıklama metninin, yazımdaki ufak bir maddi hatayla ilgili kısmını geçenlerde yayınlamıştım.

Hazır New York’a gitmişken Spice Market’ı bir kez daha ziyaret edip, ilk ziyaretimdeki izlenimlerimde yanılıyor olabilir miyim göreyim dedim.

Spice Market, masaları önü kaldırıma açık bir verandanın üzerine taşan, iyi ama fazla iddiası olmayan bir sokak restoranı izlenimi veren cinsten bir mekan. Yemeklerin lezzetine diyecek yok. Her yediğimiz yemek lezzetliydi.

Servis ise bırakın öyle övüle övüle göklere çıkartılmış bir restoranı, sıradan bir kafe için bile kötüydü. Öyle ki şarabın yemek bitmeden gelmesi için garsonu üç kez uyarmamız gerekti.

Sonuç olarak, Spice Market ile ilgili ilk yargımda, ikinci deneyimimden sonra da bir değişiklik olmadı. Spice Market servisi kötü, yemekleri çok iyi ama muhteşem de olmayan bir restoran.
Yazının Devamını Oku

Antik İstanbul Limanı kimin umurunda

7 Eylül 2007
Antik İstanbul Limanı kimin umurundaYakınçağ’ın gemicilikle ilgili en büyük arkeolojik keşfinin İstanbul’da yapıldığını, Marmaray inşa kazıları sırasında antik İstanbul Limanı’nın kalıntılarının bulunduğunu biliyor muydunuz? Atlas dergisi okuyorsanız mutlaka, Hürriyet okuyorsanız muhtemelen biliyorsunuzdur. Yoksa bilmeniz için son bir olasılık daha var. O da Amerikan teknoloji kültürü dergisi Wired’ın son sayısını okumuş olmanız.

Batılı bir ülkede olsa yer yerinden oynayacak bu büyük keşif, Türk medyasının ilgisini çekmedi maalesef. Atlas dergisi kapak yaparak, Hürriyet fazla büyütmeden de olsa kapağından vererek nispeten görevlerini yaptılar. Gerisi tıssss!

Böylesi önemli bir arkeolojik kalıntı başka bir ülkede bulunsa bakın neler olurdu.

n 1000 yıllık antik limanın bulunduğunun ertesi günü tüm gazeteler manşetini bu buluşa ayırırdı.

n Gazetelerin pek çoğu antik limanın çekici grafik çizimlerle okurların gözünde canlanmasını sağlardı.

n Önce haftalık, ardından aylık dergiler antik limanın kendi okur kitlelerine hitap eden yanlarını incelerdi. Örneğin arkeoloji dergileri doğal olarak arkeolojik yanını işlerken, kadın dergileri batıklardan elde edilen bulgulara dayanarak dönemin modasını, yemek dergileri de dönemin gastronomik haritasını yazardı.

n Kazılardan elde edilen her yeni bilgi, gazetelere yansır, bu bilgiler ışığında polisiye romanlara taş çıkaracak senaryolar yazılır, efsaneler birbirini izlerdi.

n Antik İstanbul Limanı’nda 600 yılında geçen romanlar yayınlanırdı.

- Bu romanlardan en az biri, gişe rekorları kıracak bir filme senaryo olurdu.

- Televizyon için belgeseller çekilir ve üstelik işin enteresan yanı izlenirdi de. Çünkü yukarıda saydığım maddeler sayesinde kamuoyunun ilgisi doruğa çıkarılmış olurdu.

Biz yine de şükredelim ki, bu büyük arkeolojik keşif, projenin gecikmemesi için hasır altı edilip, saklanmadı.

Avrupa’nın kültür başkentlerinden seçilen İstanbul’daki Bizans döneminden kalma tarihi eserlerin haline bakarsanız, antik İstanbul Limanı’nın akıbetinin metro istasyonunun temelleri arasına gömülmek olmamasına eminim siz de şükredersiniz.

Kim bilir, Theodosiacus Limanı’nı bu akıbetten koruyan belki de Avrupa Birliği rüyamızdır.

Ah bir de bu rüyanın gerçek olmasının Avrupalılık değerlerini korkudan ve zorunluluktan değil, severek ve isteyerek benimsememize bağlı olduğunu görsek. Avrupalı olmak istiyorsak Bizans kültürünü de ortak mirasımız olarak benimsememiz gerektiğini anlasak.

Bilgi Notu: Antik İstanbul Limanı kalıntılarında meğer arkeologlarla, inşaatı bir an önce bitirmek isteyenler arasında çekişme varmış. Detaylı bilgi matahari.onpunto.com adresindeki "blog"da...

Sansür çeşmelere uzandı

Yeniköy’de parkın içinde yer alan tarihi Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi bir süre önce restore edildi. Daha önce tamamen mermerden olan çeşmeye zaman içinde yıpranıp tahrip olan tahta süslemeleri yeniden yapılıp, eklendi. Ailecek önünden geçerken bu estetik restorasyon dikkatimizi çekmiş, kardeşim Ersan Atakan da fotoğraflarını çekmişti.

Bir ay kadar sonra tekrar geçerken, ahşap süslemelerin yeni misafirlerinin olduğunu fark ettik. Ahşap süslemelerde modern çağda Yahudiler tarafından kullanılan altı köşeli Davut Yıldızı yani Mühr-i Süleyman deseni üzerine çakılan pirinçten bir tuğra ile yalapşap gizlenmeye çalışılmıştı.

Belli ki işgüzarın biri günümüzde halk arasında daha çok Yahudi yıldızı olarak bilinen bu tarihi ve çok kültürlü simgeyi kendi ilkel inançları gereğince gizleme ihtiyacı hissetmişti.

Halbuki Mühr-i Süleyman, İslam tezyini sanatlarında da sıkça kullanılan bir süslemedir. Gerek Selçuklu gerek Osmanlı mimarisinde bol bol kullanılan bir figürdür. Bu dönemlerde Mühr-i Süleyman’ın bulunduğu yere şeytan girmediğine dair yaygın bir inanış olduğundan cami, tekke gibi dini mekanlarda da bolca kullanılmıştır. Çeşme ve sebillerde ise zehirlenmeye karşı tılsım olarak işlenmiştir.

Cahillik, sansürü çeşmelere kadar uzattı. İşgüzarın biri çıkıyor ve İslam mimarisi ve sanatlarında bol bol kullanılan bir figürü sakıncalı görüp çeşme süslemesinden sansürlüyor. Bakalım bu iş daha nerelere varacak...
Yazının Devamını Oku

Hepimiz sonradan görmeyiz

5 Eylül 2007
Nereden çıktı bu, insanların başkalarını sonradan görme diye aşağılamaya kalkma modası, anlayamadım. Türkiye’de doğup büyümüşler arasında yaşı 25’in üzerinde olup da sonradan görme olmayan mı var? 1990’lara kadar yaşam zevki adına görülecek ne vardı da, görmedik?

Restoranlarda iyi şarap vardı da mı içmedik? Düzgün bir şarap kavı olan onlarca restoran vardı da mı gitmedik?

Çok değil, 80’lerin kalburüstü restoranlarını hatırlıyorum da, bunlarda yemek yiyenler mi kendilerini güngörmüş kabul ediyorlar, merak ediyorum.

McDonald’s’ın Türkiye’deki ilk şubesi Taksim’de açılmıştı da, kendini sosyete sananların akınına uğramıştı. Herkes kızarmış patatesini konuşuyordu. Bıçakla kesilmiş, suya atılıp kızartılmadan önce bezde kurutulan anne patatesine de böyle veda etmiştik zaten.

Restoranın biri Cafe de Paris’in ismini tırtıklamış, mönüsünü taklit etmişti de önceden görmelerimiz kapıda kuyruğa girmişti. Adamı parasıyla rezil etmeye yarayan 19-21, 21-24 oturum uygulaması da bu restoranla başlamıştı. Önceden görmelerimiz paraları bayılıp, iki saatte iki ayaklarını bir pabuca sokarak yemek yiyip, garson kışkışlayınca uzamak için önlerine atılan fiks mönü yerine birbirlerini yiyorlardı neredeyse.

Nişantaşı denilen semtin de, Mustafa Sarıgül adam etmeden önce adı vardı sadece. Sigara konusundaki madara oluşu ayrı konu, yakında bol bol değineceğim, şimdi fazla girmeyeyim.

Nişantaşı denilen semt, kaldırımlarında yürürken pis yüzlü, gri apartmanların üst kat pencerelerindeki klimalardan başınıza suların damladığı bir yerdi. Ünlü moda markalarının Akmerkez’e kaçmasının ardından açılan kimliksiz mağazalarla Mahmutpaşa’yı aratmaz hale gelmişti.

Ünlü moda markaları deyince uluslarası markalar da gelmesin aklınıza. Önceden görmelerimiz, sahiplerinin yılda iki kez New York’a gidip vitrinlerden fotoğraflarını çektiği giysileri, üç kuruşa diktirip sattığı özenti mağazalarla yetinmek zorundalardı.

Tavuk ve muz lüks olmaktan yeni yeni çıkmıştı. Şezlongunu kurup, şık mayolarıyla denize girenler mangallı, donlu magandalarca yeni yeni püskürtülmeye başlanmıştı Boğaz kıyı şeridinden. Otel havuzları üç, beş taneydi.

Galatasaray Adası’nın adı çeyrek futbolcu parasına satılmamıştı henüz. Seçkin üyeleri restoranda kayış gibi bifteklere, kupkuru şiş kebaplara, barda Tekel’in kolonya tadındaki ciniyle yapılmış cin-toniklere talim ediyorlardı.

Gece hayatı dediğin Elmadağ’daki üç, dört diskotek bozması dumanaltı bardan ibaretti. 80’lerin başında 24:00’ten sonra sokağa çıkmak da yasaktı. Yasak kalkınca biraz hareketlendi gece hayatı. Diskotek niyetine bir sinemanın üzerindeki düğün salonundan bozma mekana gitmeye başladı insanlar. Kepenk indiren bir başka sinema diskoteğe dönüştürüldü sonra. Ertesi sene Levent Kırca’nın Hodri Meydan Kültür Merkezi kepenk indirdi ve diskotek oldu. Her sene yeni bir diskoteğin açıldığı, açılınca eskisinin topu attığı bir dönemdi bu. İstanbul’da gece eğlenen insan sayısı tek diskoteğin ayakta kalmasını sağlayacak kadar düşüktü.

Aşk ve cinsellik deseniz, ondan da eser yoktu. Cinsellik tabuydu. Gençliğini yaşamak kızlar için haram, erkekler için yarımdı. Erkekler cinsellikle parası azsa genelevlerde, parası çoksa kalitesiz uvertürlerin sahneye çıktığı pavyon bozması barlarda tanışırlardı.

İşte bu yüzden hepimiz sonradan görmeyiz. Hepimiz sonradan görmeyiz ama içimizden bazıları da sonradan gördüklerinin değerini bilenlerdendir, merak etmeyiniz, hasetten çatlamayınız. Her Nişantaşı’nda gezene, her iyi yemek seçene, her evinin penceresinden mutluluk taşana sonradan görme demeyiniz.

Sizi gidi önceden görmeler, sizi...

Haber mi reytingden çıkar, reyting mi haberden

Türk televizyonculuğundaki banalleşmenin nedenlerini herkes birbirine atıyor ama bu banalleşmenin varsa, tek bir sorumlusu var, o da reklamverenden başkası değil. Televizyonlar Hilal-i Ahmer Cemiyeti değil ve yayın yapabilmek için para kazanmak zorundalar. Tek gelir kaynakları ise reklam. Reklamın hangi program arasına verileceğine ise ne yayıncılar, ne reklamcılar, ne de reyting ve araştırma kuruluşları karar veriyor. Tek karar verici var, o da reklamveren. Ve yayınlardaki banalleşmeden en çok şikayet edenlerden biri olan reklamverenler de, hangi program arasına ne kadar reklam vereceğine, tek bir ölçüye, izlenme oranı ve izlenme payına bakarak karar veriyor.

Şimdi reklam ve erişilen kitle ilişkisinin, İnternet’te de aynı şekilde işlediğini düşünelim. Türk İnternet kullanıcılarının sayısının, pazarlama iletişimi açısından kritik kitle olarak kabul edilen 3 milyon kişiyi aştığı nokta, aynı zamanda elit kullanıcıların oranının giderek azınlıkta kalmaya başladığı nokta olacaktır. Bu noktadan itibaren, eğer reklamveren, konvansiyonel medyadaki reklam verme alışkanlığını sürdürürse, televizyon yayıncılığı tarihimizdekine benzer bir banalleşme sürecinin İnternet yayıncılığında da yaşanması kaçınılmaz olacaktır.

Yukarıdaki iki paragrafı 16 Aralık 2001 tarihli "Abonene ebe" başlıklı yazımdan aldım. Haberlerin reyting ölçümü dışında tutulması tartışması sürerken, hem Cengiz Semercioğlu, Oray Eğin, Hıncal Uluç ve Özay Şendir’in öne sürdüğü fikirlere katkısı olur belki, hem de İnternet’in de TV gibi banalleşmesini önleyecek bir başka tartışmanın kapısını açar umuduyla...
Yazının Devamını Oku

Bebek Camisi’ne vandal doğraması

31 Ağustos 2007
İmamın oğluna düğün yaptığı ve kapıya dizdiği korumalarla içeri vatandaşı aldırmadığı Bebek Camii’ne yapılan çok önemli bir saygısızlık daha var. Üstelik bu saygısızlık yıllardır sürüyor ve bir yetkili makam da çıkıp "Ne yapıyorsunuz, bu ne rezalettir" demiyor.

Bebek Camii’nin girişindeki tarihi kemerlerin arası, revağı alüminyum doğrama çerçevelerle kapatılarak, yer kazanılmış. Alüminyum doğramalar, Türk mimari tarihinin önemli örneklerinden biri olan Bebek Camii’nin cepheden görüntüsünde bir Hoca Ali Rıza tablosuna Boyacı Hüseyin Efendi’nin Filli Boya ile attığı fırça darbesi gibi duruyor.

Bebek Camii 1. dereceden tarihi eser. 1913 yılında Türk mimari tarihinde Mimar Sinan’dan sonra gelen en önemli isimlerden biri, belki de birincisi olan Mimar Kemallettin Bey tarafından inşa edilmiş.

Yerinde eskiden III. Ahmed’in veziri Nevşehirli Damat Ibrahim Paşa tarafından 1726’da inşa ettirilen, ancak zamanla eskiyen ve hasar gören bir başka cami varmış.

Klasik Osmanlı mimarisine Türk kimliği getirmeye çalışan 1. Ulusal Mimarlık Üslubu’nun tüm özelliklerini çehresinde barındıran bir eser Bebek Camii.

1. Dereceden tarihi eser olan Bebek Camii’nin yasa gereği tüm orijinalliği ile aynen korunması gerekiyor. 1. Derece tarihi eserlere izin almadan çivi bile çakmak mümkün değil.

Gelin görün ki Bebek Camii bugün artık kemerleri arasına sıkıştırılan alüminyum doğrama gecekondusuyla tarihe, kültüre, dine, Türklüğe, belediyeye, bakanlığa yıllardır saygısızlık ediyor, meydan okuyor.

Ve ne Istanbul Belediyesi, ne Boğaziçi Imar Müdürlüğü, ne Kültür ve Turizm Bakanlığı, ne hükümetten biri çıkıp da bu saygısızlığa dur diyebiliyor.

F1 mönüsünde Türk mutfağı olmalı

Yazının Devamını Oku

Seçim bilgisayarına Hollywood senaryosu

29 Ağustos 2007
Seçim sonuçlarında hile olabileceği şüphesini medyada ilk dile getiren yazı, 27 Temmuz tarihli "Yılın Adamı-Hollywood filmi gerçek mi oldu?" başlıklı yazımdı (günlüğüm neonebu.com’da okuyabilirsiniz). Gerçeği söylemek gerekirse komplo teorilerine pek yüz vermeyen biri olarak o zamanlar bana da fantezi gibi gelmişti. Ama sonra birden yazım İnternet’te mesaj zinciri olarak dolaşmaya başladı. Yazıdan kaynaklanan kuşkularla pek çok insan YSK’nın sandık sonuçlarını açıklamasını beklemeye başladı. Can Ataklı, Yalçın Bayer ve Ruhat Mengi de benzer kuşkuları dile getirmeye başladılar.

YSK sandık bazındaki sonuçları açıklamayı geciktiriyordu. Tepkiler artınca, epey gecikmeli olsa da açıkladı. Sandık sonuçları İnternet’te yayınlandı.

Onpunto.com yazarı Serdar Temiz oy verdiği sandığın sonucuna bakınca verdiği oyun buhar olduğunu gördü ve bir yazı yazdı. Yalçın Bayer, İzmir’deki bazı sandıkların bilgisayardakilerle tutarsız sonuçlarını da yazdı. Kuşkular büyümeye baladı. Bilgisayar sisteminde doğru gitmeyen bir şeyler varmış gibi görünüyor. Bu illa kasıtlı bir hile olmayabilir, basit bir program hatası da olabilir, münferit hatalar da.

Sistemde Sun Microsystems’ın çok güçlü ve güvenilir bilgisayarları kullanıldı. Hatanın bu bilgisayarlardan kaynaklanıyor olma olasılığı yok denecek kadar düşük. Veritabanı olarak Oracle’ın güvenilir ve kararlı teknolojisi seçildi. Hatanın buradan kaynaklanma olasılığı da yok denecek kadar az.

Eğer varsa bu tip hatalar genellikle yazılımdan kaynaklanır. Bu projede kullanılan yazılım Havelsan tarafından yazılmış. Dolayısıyla yazılıma kasıtlı bir hata yerleştirilmiş olması da yine yok denecek kadar küçük bir olasılık. Ancak yazılımcılar bilir, hatasız kul olmadığı için hatasız yazılım da olmaz.

Sistemin ikinci yumuşak karnı ise sandık verilerinin merkeze iletildiği ağ.

Ne olursa olsun elle tutulmuş sandık tutanaklarının, bilgisayarla toplanan genel sonuçlarla karşılaştırılması zorunlu artık. Bunun zaten bugüne kadar yapılması gerekiyordu, neden bu kadar gecikiliyor anlamak mümkün değil.

Formula 1, sosyete ve bilgisayar

Formula 1 Petrol Ofisi Türkiye Grand Prix’sinin finalini Padok Kulüp’ün Ferrari takımı için ayrılan bölümünde izledim. Padok Kulüp, yarışları seyretmek için en kötü yer aslında. Ama piyasa yapmak için de en sosyetik yer yine burası. Buna rağmen bu seneki yarış benim için, geçen senelerdekilere göre çok daha heyecan vericiydi. Geçen sene İstanbul Park pistini gerçek bir Formula 1 otomobiliyle turlamıştım. Hem de geçen senenin şampiyonu Renault takımının yarışlarda kullandığı otonun, iki kişilik özel tasarımı dışında bire bir kopyasıyla... Bu nedenle bu seneki yarışı virajları birebir, yaşarcasına izledim.

Formula 1’de sadece pilotlar yarışmıyor. Arkada bir teknoloji yarışı var.

Örneğin Ferrari araçları, yarış sırasında pistteki her turun ardından, tur boyunca topladıkları milyonlarca veriyi padokun önünden geçerken bir, iki saniye içinde padoktaki bilgisayarlara geçiyorlar. Aktarılan yaklaşık 4 MB’lık veri bilgisayarlarca anında değerlendiriliyor, işlemlerden geçiriliyor ve yarış taktikleri buna göre şekillendiriliyor.

Ferrari takımı bu işlemlerde AMD marka işlemcilerin inanılmaz performansına güveniyor. İtalya’daki veri merkezinde AMD64 teknolojisine sahip AMD Opteron işlemcileri kullanılıyor. Yüzlerce işlemci paralel çalışıyor ve Linux işletim sistemi üzerinde koşan yazılım aracılığıyla tüm hesaplamalar inanılmaz bir hızda tamamlanıyor.

Kısacası Formula 1’de sadece pilotlar, yarış otoları değil bilgisayarlar da yarışıyor.

Las Vegas Spice Market Büfesi

W Hotels İstanbul Genel Müdürü Göktuğ Özdemir, "New York Spice Market Balonu" başlıklı yazıma bir açıklama göndermiş.

Açıklamanın büyük kısmı Spice Market’ın ne kadar başarılı bir restoran, şefi Jean Georges Vongerichten’in de ne büyük bir şef olduğuna dair subjektif yorumlardan ibaret.

Ancak açıklama mektubunda haklı oldukları maddi bir düzeltme de var. Yazımda Spice Market’ın Las Vegas’taki şubesinden bahsetmiştim. Spice Market’ın Las Vegas’ta bir şubesinin olmadığını söylemişler.

Araştırdım, haklılar. Las Vegas’ta Spice Market yok ama Spice Market Buffet diye bir yer var. Ancak Şef Vongerichten’in Las Vegas’ta bir başka şubesi var. Bellagio Hotel’deki Prime Steakhouse... Ve Prime Steakhouse’un diğer ünlü şeflerin şubeleri arasında sönük kaldığını da söyleyebilirim.

Tekrarlıyorum: Spice Market’ın ne kadar başarılı olacağını, bir büyük şefi ne kadar yansıtacağını, Vongerichten’in bu restoran için Türkiye’de geçirmeye ayırdığı zaman belirleyecek.

Oğlu Frank Savoy’un bana şahsen aktardığına göre Guy Savoy vaktinin üçte birini Las Vegas’taki şubesiyle ilgilenerek geçiriyormuş. Vongerichten’in İstanbul’da geçerdiği zaman ise şimdilik üç gün. Bakarsınız birkaç ayını, en azından birkaç haftasını ayırır da, bizim de dünyaca ünlü bir şefin imzasını attığı bir restoranımız olur. En başta ben sevinirim buna, Göktuğ Bey kuşku duymasın.
Yazının Devamını Oku

Turizmin servis ve selülit sorunu

24 Ağustos 2007
İngiliz Kralı VIII. Edward’ın İstanbul’da konuk edildiği bir yemekte, garsonun sakar servisi üzerine "Bu millet her şeyi öğrendi bir tek hizmet etmeyi öğrenemedi" diyen Atatürk sanki Türk turizminin bugününü görmüş. Güney sahil beldelerimizde son yıllarda sayısız otelde kaldım. Türk turizminin en büyük derdi ne "her şey dahil" sistemi ne de pazarlama eksikliği. Türk turizminin en büyük derdi servis ve mutfak kalitesi.

Eğitimsiz, yetersiz personelin verdiği servis ve sunduğu mutfakla "her şey dahil" sisteminin para harcamayan müşterisinden iyisini Türkiye’ye çekmenin olanağı yok.

Eşimle birlikte yıllardır Güney’de hangi otele gitsek aynı sorunla karşılaşıyorduk. Garsonlar ya çok antipatik ya fazlasıyla laubali. Servis ya çok yavaş ya çok hızlı. Ve servis hep yanlış. Plastik bardakta şarap servis eden 5 yıldızlı oteller, şarabı adabıyla servis etmesini bilmeyen ekipler, iyi yıkanmamış çatal ve bıçaklar, yemek saatinde yapılan temizlikler, tatsız tutsuz yemekler...

Bodrum Gümbet’te yeni açılan Mövenpick Otel’deki tatilimizde bambaşka bir tabloyla karşılaşınca bu yüzden şaşırdık.

Bodrum’un içinin ve Gümbet’in hali tam bir keşmekeş. Mövenpick bu karmaşa içinde bir vaha gibi sanki. Kapısından adımınızı atar atmaz içinize huzur yayan bir atmosferi var.

Bodrum çevresinde hálá birçok güzel koy var ama hepsi de Bodrum’un gece eğlencesinden uzak. Mövenpick’in özelliği lüks otellerin huzurlu ortamını Bodrum’un gece hayatının dibinde sunması.

Ancak dediğim gibi bizi asıl şaşırtan yanı Güney’de hiçbir otelde görmediğimiz servis ve mutfak kalitesini burada bulmamız oldu.

Personel çok iyi eğitilmiş. Hepsi güler yüzlü, yardımcı olmaya hazır, bilgili ve işinin ehli. Müşteriyle samimiyet kurmasını biliyorlar ama laubaliliğe asla kaçmıyorlar.

Yemekler Mövenpick’in namına uygun lezzette. Şimdilik mönü çeşit açısından biraz zayıf ama her yemek çok lezzetli.

Otelin en büyük eksiği çocuklara hitap eden çocuk havuzu, çocuk kulübü gibi mekanlarının olmaması. Yönetim bu eksiğin farkında olduklarını, seneye bu eksiği gidermeye yönelik bazı projelerinin olduğunu söylüyor.

Seneye mutfak da zenginleştirilecekmiş. Frank Reichenbach’ın bölgesel, Serpil Yıldız’ın yerel yönetiminde, Mövenpick Bodrum daha da mükemmelleştiriliyor.

Yiyecek İçecek Direktörü Tayfun Aybar, ekibi Ebru Macarrao ve Maximilian J. W. Thomae ile Bodrum Mövenpick’e İstanbul’dan destek veriyor.

Ebru Hanım, servisi şimdiden mükemmelleştirmiş zaten. Ünlü şef Maximilian ise mönüye el atmak üzere. Tayfun Bey, otelin üst büyük havuzunun yanıbaşındaki kartal yuvası benzeri muhteşem manzaralı yapıyı çok özel bir balık restoranına dönüştürüp, yeni sezonda hizmete açmayı planlıyor.

Otelin hanımlar ve sosyetik güzellere hitap eden en önemli özelliğini ise sona sakladım. Otelde kullanılan aynalar ve havuz başlarındaki ışık sanki sihirli gibi. Hani bu yaz magazin gündemini işgal eden ters ışık meselesi vardı ya, burada tüm ışıklar düz, hiç ters ışık yok herhalde ki kimsenin selüliti görünmüyor.

Seneye ünlülerimiz buraya akın ederse, paparazzilere selülit malzemesi çıkmayacaktır.

Solcu yazar İnternet yazmaz

Demode solcu yazarlar muhalefet ettikleri kişi, parti ve hareketlere güç katmaktan başka işe yaramıyorlar.

Tayyip Erdoğan geçen gün Bilim ve Teknoloji Bakanlığı kuracaklarını açıkladı. Demode solcu yazarlar arasından bunu eleştiren tek bir kişi çıktı mı? Çıkmadı çünkü demode solcu yazarlar içerisinde Bilim ve Teknoloji Bakanlığı’nın yeni bir rant kapısı olacağını görecek düzeyde olanı yok.

Wordpress.com isimli ünlü e.günlük (blog) yayınlama sitesini yasaklayan bir mahkeme kararı çıktı geçenlerde. Elalemin maskarası olduk, demode solcu yazarlarımızdan çıt yok.

Mahkemenin bu kararı, hukukun yorumlanmasıyla alınmış bir karar. Eğer bir ülkenin başbakanı köylerde kızlar çocuk yaşta evlendirilip ırzlarına geçilirken, münferit İnternet sapıklarıyla uğraşmak için anti-demokratik bir İnternet’i sansürleme yasası çıkarıyorsa, mahkeme de hukuku bu şekilde yorumlar.

Sahi daha birkaç ay önce sansürcü İnternet yasası çıkarılırken, yaygaracı demode solcu yazarlarımızın gıkı çıkmış mıydı?

İnternet’te yazan yeni solcular notu: Kendini arayan sol yenidensol.com adresinde toplanıyor.

Yazının kısalmamış tam metni, neonebu.com’daki e.günlüğümde.
Yazının Devamını Oku

Trafik polisi uyuyor maganda cirit atıyor

22 Ağustos 2007
Hiçbir trafik kuralına uymayarak caddelerde terör estiren motorculardan yana dertli meğer ne çok insan varmış. Bir dokun bin ah işit... Geçen haftaki "Caddelerde Motorcu Terörü" başlıklı yazımın ardından motorcuların sorumsuz, kural tanımaz tutumlarıyla yarattıkları tehlikelerden müzdarip yüzlerce okurdan mesaj aldım.

Buna karşılık yazımın tüm motosiklet sürücülerini eleştirdiği zannına kapılan motosiklet tutkunlarından da bazı tepki mesajları geldi.

Her iki gruptan da işin dozunu kaçıranlar vardı.

Kural tanımayan motorcuları eleştiren yazımı tebrik edenlerden çok az sayıda da olsa bazıları işi tüm motosiklet sürücülerine nefret besleyecek kadar ileri götürüyordu.

Hatta bir tanesi, kurallara uymayan motorcuları trafikte taciz etmesiyle övünecek kadar azıtmıştı.

Söylediğine göre otoyolda emniyet şeridinden giden motorcuları kendi deyimiyle "kafa göstererek" zor duruma düşürüyormuş.

Sıkıştırdığı motosiklet sürücüsünün de bir insan olduğunu, sıkıştırma sonucu ölebileceğini düşünmeyecek ya da düşünse bile umursamayacak kadar insanlığını unutmuş bu kişiye cevap yazmadım. Tatsız bir şaka amacıyla yazılmış abuk sabuk bir mesaj olarak hiç kaale bile almayabilirdim ama trafikte bu cins magandalara da sık sık rastladığım için mesajı bir kenara atıp, unutma yolunu seçemedim. Yazımda bu gibilerden de bahsetme zorunluluğu hissettim.

Trafik magandalığı tek taraflı değil tabii ki. Motosiklet sürücülerine saygı göstermeyen oto sürücüleri kadar otomobil sürücülerine saygısı olmayan motorcular da çok.

Bunlar da mesajlarını esirgememişler benden. Biri aynen şöyle yazmış (pardon aynen demeyeyim, çok fazla Türkçe yanlışı olduğu için cümlesinin anlaşılabilir olması amacıyla hatalarını düzeltmek zorunda kaldım); "Ben araçlar arasında slalom yapıp durur, trafikte araçlarla kaldırım arasında süratle yol alırken o kapıyı açan kişi LÜTFEN sen ol olur mu?"

Türkiye’deki trafik terörünün nedeni apaçık ortada değil mi? Bu zihniyetin bu denli yaygın olması, sorunun eğitimle de çözülemeyeceğini gösteriyor.

Sorun kendinden başkalarına en ufak bir saygısı olmayan insanların sayısının hızla artmasında. Ne yazık ki, terör estirmeye yetecek kadar çoğaldılar da.

Kasksız motor kafasız manşet

Dünya Supersport Motosiklet Şampiyonu Kenan Sofuoğlu ve arkasındaki muhabirin motor üzerinde, kasksız sürat yapar gösteren fotoğrafını kapaktan yayınlama sorumsuzluğunu gösteren Sabah’ı eleştirmiştim.

Yazımın ardında, Sofuoğlu bir basın toplantısı yapıp motosiklet tutkunlarını "İki tekerlek üzerindesiniz, mutlaka kaskınızı takın" diye uyarmış.

Yazımdaki amacım Sofuoğlu’nu eleştirmek değildi. Sofuoğlu’nun uyarısı güzel bir gelişme ve yerinde bir uyarı tabii ki. Ama asıl yanlışını düzeltmesi gereken Sabah gazetesi. Muhabirinin Dünya Motosiklet Şampiyonu’nu tuzağa düşürüp, kasksız fotoğraf çektirmeye nasıl ikna ettiğini tahmin edebiliyorum. Sofuoğlu’nun bu ısrar karşısında nasıl ikna olduğunu da görür gibiyim.

Ortada bir suçlu varsa bu ne Sofoğlu’dur ne de muhabir. "Gençleri kasksız motosiklet kullanmaya özendiren bu fotoğrafın sorumlusu büyük olasılıkla foto muhabiridir. Baş sorumlu ise fotoğrafa gazetenin kapağında yer veren editörler."

Bir dünya şampiyonumuzu bu gibi kumpaslara getirmek kimseye yakışmıyor. Neyseki Sofuoğlu bilinçli, gereken cevabı basın toplantısında vermiş.

Türk asıllı Musevi

Ertuğrul Özkök geçen gün haklı olarak yakınıyordu. Musevi inançlı bir Türk vatandaşıyla ilgili haberi Hürriyet’in birinci sayfasından verdikten sonra ikilemde kalmış; "Musevi asıllı Türk işadamı" denilmesi mi doğru, yoksa bir Türk işadamı için inancı ne olursa olsun "Musevi asıllı" ya da falanca asıllı tanımlamasını kullanmaktan kaçınmak mı doğru diye...

Bence en doğru tanım "Türk asıllı Musevi" demek olurdu.

Bir kimliğin aslı nedir ki? Hangisi daha önce gelir? Bir Türk’ü en başta hangisi tanımlar? Milliyeti mi, dini mi, ırkı mı?

Aslolan milliyetse "Musevi asıllı Türk" veya "Kürt asıllı Türk" demektense, "Türk asıllı Musevi", "Türk asıllı Kürt" veya "Türk asıllı Ermeni" demek daha doğru değil mi?
Yazının Devamını Oku

İçelim mest olalım

17 Ağustos 2007
Nietzsche’ye göre felsefe Thales’le başlar. Thales’e göre ise hayat su ile... Su hayatsa, içecek de hayattan alınan zevktir diye eklemek isterim. Hayat suyla başlıyorsa, zevk de içecekle başlar.

Kim ne derse desin küreselleşme yaşantımıza zenginlik katıyor. Küreselleşme ve serbestleşme ile birlikte içecek kültürümüz de hızla zenginleşiyor. Ve tabii yaşamdan aldığımız zevkler de hem çeşitleniyor hem rafine oluyor.

Önce rakı ve şarapla zenginleşti içecek kültürümüz. Şimdi kahve ve çayda sıra.

Unutulmaya yüz tutan kahve kültürümüz Starbucks’ın gelişiyle canlandı. 20. yüzyılda çaya teslim ettiğimiz kahve alışkanlığımızı Starbucks uyandırdı.

Starbucks mönüsüne Türk kahvesini de eklemekle kalmadı, kahveyi yemekten sonra içilen rutinleşmiş, tek düze bir zevk olmaktan da çıkardı. Starbucks ile öğrendik kahvenin de şarap gibi olduğunu. Her bölgenin kahvesinin, şarap gibi farklı lezzetler sunduğunu... Her yiyeceğin yanında farklı kahve türlerinin iyi gittiğini...

Starbucks’ın yeni "Zambia Terranova Estate" kahvesini yeni tattım. Starbucks, dünyanın en nadir kahve çekirdeklerini farklı isimlerle sunan Black Apron Exclusives serisinin son ürünü olan bu kahvesinin özellikle şeftali, erik gibi meyvelerle ve çikolata ile birlikte içilmesini öneriyor.

Kayısı, siyah üzüm ve mürdüm eriğiyle denedim, muhteşemdi.

Kahveye göre çok daha yeni tanıştığımız çay kültürümüze ise Lipton’un katkıları büyük. Buzlu çayı Lipton’la tanıdık ve sevdik. Meyve çaylarına Lipton’la alıştık.

Lipton şimdi de çok enteresan bir çay serisiyle karşımızda; Piramit Çaylar...

Lipton Piramit serisindeki çayların en büyük özelliği tat ve koku bırakmayan piramit şeklindeki tüllerin içinde ambalajlanmış olmaları. Bu özellik sayesinde, piramit çaylar diğer poşet çaylara göre suyla direkt temas ettikleri için hem daha hızlı demleniyorlar, hem de aromalarını suya daha yoğun aktarabiliyorlar.

Lipton piramit serisindeki favorim Türkiye’de pek aşina olmadığımız Beyaz Çay çeşidi. Çayların kraliçesi kabul edilen Beyaz çay, fermante olmamış yeşil çay özelliklerine sahip ancak çay filizlerinin en uç yapraklarının elle toplanmasıyla elde edildiği için çok narin bir tada sahip.

Lipton Piramit serisindeki beyaz çay, gerçek mango ve şeftali parçacıklarıyla tatlandırılmış.

Ve ben ne yaptım dersiniz? Starbucks’ın şeftali ile için tavsiyesine uyup, Zambia Terranova Estates’i Lipton Piramit serisinden Şeftalili Beyaz Çay ile denedim. Tavsiye edecek kadar ileri gitmeyeceğim ama siz de deneyebilirsiniz. Neden olmasın?

Caddelerde motorcu terörü

Sabah gazetesinin kapağında bir fotoğraf.

Gazetenin muhabiri Nurdeniz Kutsal, Dünya Supersport Motorsiklet Şampiyonu Kenan Sofuoğlu’nun arkasında motosikletle hız yapıyorlar.

İkisi de kasksız.

Fotoğraf tam da gençleri özendirecek türden. Herkesin imrendiği, gıpta ettiği Dünya Şampiyonu bir genç motosiklette, arkasında ise genç ve alımlı bir kız. Asi ruhlu genç ekek ve özgürlüğünü ilan etmiş genç kız imajı çizilmek istenmiş mizansen fotoğrafta.

Tevekkeli değil motorcular caddelerde terör estiriyor, neredeyse her gün bir motosikletçi kazada ölüyor.

Kelle koltukta, Allah’a emanet gittiğimiz trafikte bir de motorsikletliler çıktı başımıza.

Hiçbir kurala uymuyorlar, deli gibi motosiklet kullanıyorlar.

Kask takmıyorlar. Kendi kask takıp, arkasına aldığı arkadaşını kasksız bırakacak kadar bencilleri de var.

Yavaş ilerleyen trafikte, araçlar arasında slalom yapıyorlar. Duran trafikte, her an birisinin kapı açma riskine rağmen araçlarla kaldırım arasında süratle yol alıyorlar. Sokaklara ters yönden girip, otomobillerle burun buruna geliyorlar. Trafikte her türlü terörü estiriyorlar çünkü trafik polisi bunları denetlemiyor. Ceza kesmiyor. Uyarmıyor.

Ve üstüne üstlük gençleri motorsiklete kasksız binmeye özendiren Sabah gibi gazeteler de çıkıyor.

Kapağında gençleri kasksız motosiklet kullanmaya özendirecek kadar sorumsuz davranabilen Sabah, birkaç gün geçmez acı bir motosiklet kazasının haberini "kask takmadı öldü" diye haber de yapar utanmadan.

Bir oy nasıl deve oldu

Onpunto.com yazarı Serdar Temiz, "Oyum nasıl deve oldu" diye soruyor.

Seçimden önce oyunu kime atacağını açık açık yazmıştı Serdar Temiz. Yüksek Seçim Kurulu seçim sonuçlarını hayli gecikmeli olarak sandık bazında nihayet açıklayınca, Temiz de merak etmiş, girmiş bakmış oy kullandığı sandıktan çıkan sonuçlara. Ne görse beğenirsiniz. YSK’nın açıkladığı resmi sonuçlara göre Temiz’in oy kullandığı sandıkta, Temiz’in oy attığı adaya tek bir oy bile çıkmamış görünüyor.

Serdar Temiz de haklı olarak soruyor, oyum nereye gitti, benim sandığımda bu olduysa başka sandıklarda da olmamış mıdır, diye...

Münferit de olabilir tabii ama ister istemez 27 Temmuz tarihli "Yılın Adamı" yazımı hatırladım. Çarşamba günü Can Ataklı da esinlenip kullanmıştı bir bölümünü. Yazım İnternet'te posta zinciri olarak bir hayli dolaşmıştı, herhalde anonim bir yazı sandı Ataklı...

Temiz’in yazısını serdartemiz.onpunto.com adresinde, "Benim Oyuma Ne Oldu?" başlığı altından, Yılın Adamı yazımı ise neonebu.com'dan okuyabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku