Cinsiyeti ne olursa olsun aldatılanın kafasından, kalbinden geçen ilk düşünce intikam almaktır: “Bedelini ödeyecek”, “Sürüm sürüm süründüreceğim”, “Elâleme rezil edeceğim”... Yunanistan’da bu intikam düşüncelerine bir yenisi eklendi. Aldatılan kadının ve erkeğin intikam planlarında yepyeni bir adres var: SDOE. Yani, Maliye Bakanlığı Ekonomik Suç ile Mücadele Dairesi.
SDOE’ye geçen sene 17 bin 95 ihbar yapıldı. Bunların önemli bir bölümü aldatılan eşlerden geldi. İntikam ateşiyle yanan aldatılmış kadın ya da erkek telefona sarılıp 1517 numarayı arıyor, “Onun şu kadar parası var. Şu kadar da para kaçırdı, sahtekârlık yaptı” diye ihbarda bulunuyor. Aldatılmış kadının biri o kadar ileri gitti ki eşiyle yurtdışında ortak açtıkları yüz binlerce euroluk hesabı ihbar etti. Yani intikam uğruna kendini de gammazlamış oldu. Aldatılan erkeğin biri ise eşinin gizli hesabı filan olmadığından kayınpederini ve kaynanasını “Siklad adalarından birinde büyük servet sahibi” diyerek ihbar etti. Anlayacağınız “Beni aldattın ha! Al sana vergi müfettişi!” zihniyeti hâkim bu dönem. İhbarlar değerlendiriliyor, aldatanın vergi kaçakçılığı tespit edilirse cebi fena yanıyor.
Yunanistan’ın eski Başbakanı Yorgo Papandreu sizin için “O yetenekli bir gazeteci ve ilham verici insandı. Onun kaybıyla mantıklı bir sesi, mizah güçlü bir sesi ve sevgi merhamet dolu bir sesi kaybettik. Türk-Yunan yakınlaşmasınada yapıcı ve destekliyici bir rol oynadı. O Yunanistan’ın dostuydu. Onu çok özleyeceğiz” dedi. Dışişleri Bakanı Dimitris Avramopulos’ın dedikleri de unutulmamalı: “Ölümü, onu bizat tanıyanlar ve soğukkanlı, gerçekçi, cesur kalemini bilenler için derin üzüntü yarattı.”
Yunanistan’ın en saygın gazetelerinden Kathimerini’nin Genel Yayın Yönetmeni Aleksis Papahelas başyazısını size ayırdı: “Mahallemize Batılı tarzda bir araştırmacı gazetecilik getiren ilk muhabir oydu. Başarılı haber ve röportajın hayranıydı. Bedeline aldırmadan hep haberin takipçisi oldu. Kozmopolitti. İstanbul’un en salaş mekânlarında da Washington’da ya da Brüksel’de de aynı rahatlıkla dolaşırdı. Hani derler ya, hayatın kendisinden bile büyüktü. Hiç şüphe yok ki hepimiz onu özleyeceğiz.”
ILIMLI MESAJLARINIZ UNUTULMADI
Yunanistan’ın en ünlü gazetecilerinden Pavlos Çimas ise bakın neler diyor sizinle ilgili: “30 yıllık dostumdu. Vatanperverlik zihniyetli gazetecilikten soyutlanmıştı. Kendi inandığı davalar dahil hiçbir hedefin fanatik savunucusu olmadı. ‘Eğer filleri seviyorsan sirk çin yapma’ derdi. Onu son gördüğümde Putin’den demeç alabilmek için bir ay içinde 6’ncı Moskova ziyaretinden dönüyordu” dedi. Yunanistan’daki televizyonların, gazetelerin, radyoların, haber sitelerinin tümü sizin için geniş haberler yayımladı.
Mehmet Ali Bey, onca yıl bu diyardayım. Sizin kadar bir yabancı gazeteciye bu kadar sevgi, bu kadar saygı gösterildiğini ne gördüm, ne de duydum. Az önce belirttiğim Papahelas başyazısında “Yunanistan’da Ankara’nın görüşlerinin duyulmasının ya da Türkiye ile ilgili bir haberin ‘lanet’ sayıldığı yıllarda Yunan televizyonlarına çıkıp konuşan ilk Türk gazeteci Birand idi” dedi. Doğru. İş yükünüz ne olursa olsun, hiçbir Yunan meslektaşınıza kapınızı kapatmadınız. Kritik dönemlerde Yunan gazetelerinde, dergilerinde, televizyonlarında hep ılımlı, hep barışçıl mesajlar verdiniz. 2004’de de Kıbrıs sorununun çözümü için çok uğraştınız.
Mehmet Ali Bey, bu meslekte henüz çaylakken tanıştım sizinle. Anadolu Ajansı’nda, NTV’de çalışırken Avrupa’nın dört bir yerindeki AB zirvelerinde, Kıbrıs zirvelerinde defalarca karşılaştım ve her defasında da sizi çok kıskandım. Hürriyet ve CNN Türk’e geçtiğimde de sizinle aynı safta olmanın zevkini yaşadım. Atina’nın Nişantaşı’sı olan Kolonaki’nin meydanında buluşurduk her gelişinizde. Hep Nişuaz salatası yerdiniz meydandaki Peros Cafe’de. En son ‘Son Darbe’ belgeseli için eski Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos ile söyleşi için geldiğinizde buluşmuştuk. Yunanistan’daki ekonomik kriz için sürekli sorular soruyor, sık sık “Hayret ya!” diyordunuz. Ne zaman birlikte bir yere otursak pek çok insan size tebessümle yaklaşıp selam verirdi, “Sizi tanıyoruz” derdi.
Edirne’deki Pazarkule hudut kapısından Yunanistan’a giriş yaptığınızda, karşınıza ilk çıkacak şehir nüfusu 35 bin civarındaki Orestiada’dır (Kumçiftlik). Tarımla, hayvancılıkla geçinir insanları, fakirdir çoğu. Yazları eh de kışları zordur, soğuktur, geceleri uzundur Orestiada’nın.
Sosyal etkinlikleri, gece hayatı yoktur pek. Yaşlılar kahvelerde, gençleri kafelerde geçirir boş vakitlerini. İnsanlar pek çok günlük ihtiyaçlarını daha hesaplı olduğundan 25 kilometre mesafedeki Edirne’den temin eder.
Yunanistan’da borç para üzerine kurulan ‘cennet ortamı’ yıllarında devlet baba ve belediye kapalı bir yüzme havuzu inşa ettirince ‘Nireas’ adlı bir yüzme kulübü de açıldı şehirde. Çocuklara, gençlere gün doğdu. Çok değil 20 euro gibi cüzi bir aidatla hem spor yapıyorlar hem de hoş vakit geçiriyorlardı. Zamanla şampiyon yüzücüler de çıkardı Nireas.
Ülkede üç yıl önce ekonomik kriz patlayınca taşrada pek fazla hissedilmedi. Ancak, zamanla kriz dalga dalga yayıldı ve Meriç Nehri’ne kadar uzandı.
Yaz bitip de geçen ekim ayında havalar iyice soğuyunca, yüzme havuzunun idaresinden sorumlu Orestiada Belediyesi “Havuzu ısıtacak yakıt parası yok. Havuzu kış için kapatıyoruz” kararı aldı.
SOKAKTA KALACAĞIZ
Yaklaşık 250 sporcusu bulunan Nireas kulübünün başkanı Odiseas Reçidis “çocuklar, gençler sağa sola dağılacak onca çabaya yazık olacak” düşüncesiyle çalmadık kapı bırakmadı. Cumhurbaşkanına, Başbakana mektup yazdı. Nafile...
Çalıştığı HSBC Bankası’nın Cenevre’deki merkezinde 24 bin müşterinin isimlerini ve yatırdıkları para miktarlarını yasadışı bir şekilde kendi bilgisayarına aktaran Evre Falciani, Fransa’da yakalandığında takvimler Aralık 2008’i gösteriyordu.
Dönemin Fransa Maliye Bakanı, bugünün IMF Başkanı Christine Lagarde, durumu AB’deki mevkidaşlarına anlattı. Ardından da resmi başvuruda bulunan ülkelere kendi vatandaşlarını ilgilendiren bilgileri birer bellek aygıtına (USB) yükleyip gönderdi. Tarihe ‘Lagarde listesi’ olarak geçen bilgiler sayesinde İspanya altı, Almanya iki buçuk, İtalya bir buçuk, Fransa da 1 milyar euro’luk vergi kaçakçılığı tespit etti.
Yunanistan için durum biraz farklıydı. Yunanistan ‘Lagarde listesi’ni istemekte biraz gecikti. Paris’ten gelen USB de ‘tesadüfün böylesi’ kayboldu. Dönemin Maliye Bakanı Yorgo Papakonstantinu, USB’yi teslim aldığını, inceleme için oraya buraya göndereyim derken yolda kaybolduğunu söyledi. Bakan “Ama iyi ki listenin bir kopyası elimizde” dedi.
Haftalar geçti, aylar geçti. Ekonomik kriz öylesine derin ki kimse “Milyarlarca euro vergi kaçırıldığının kanıtı olan USB nasıl kaybolur?” diye pek düşünmedi.
ÇALDIKLARINIZI GERİ VERİN
Maliye Bakanı Papakonstantinu, başarısız sayılarak dönemin Başbakanı Yorgo Papandreu tarafından 2011 yılında görevden alındı. ‘Lagarde listesi’ tam unutulmak üzereydi ki, geçen kasım ayında listedeki 2059 Yunan vatandaşının isimleri medyada yayımladı. Büyük gürültü koptu.
Bazı ünlü siyasetçilerin ve işadamlarının tanıdıklarının ya da uzak akrabalarının isimlerini kullanarak İsviçre’ye para kaçırdıkları iddia edildi. Gerçek olup olmadığı tartışmaları yüzünden ‘Lagarde listesi’ vergi kaçakçılığına kanıt sayılamadı.
Seninle işler sanki biraz karışık. Adın ne ya? Nikola mı? (Katolik âlemi) Vasil mi? (Ortodoks âlemi). Ya soyadın? “My name is Bond, James Bond” misali “Claus, Santa Claus”mu? Öyle soyadı olmaz. Bildiğim, fazla ismi olanlar biraz karanlık tiplerdir. Ayrıca, memleket neresi? Kayseri? Patara? Finlandiya “Farklı kişiler hepsi” cevabını anlamam. En iyisi kimlik kartını ya da pasaportunu göstermen.
Sevgili, Noel Baba. Baştan söyleyeyim: Çocukluk hayallerimle hesaplaşmamı çoktan yaptım. İtiraz etme sakın, çocukluğumda senden ne istediysem getirmedin. Yalan söyleme. İstanbul’da her yılbaşı evimizde oyuncaklarla, minik lambalarla süslediğimiz çam ağacının altında bulduğum ışıkları yanıp sönen oyuncak uçağı da kıpkırmızı itfaiye arabasını da pille çalışan küçük transistörlü radyoyu da getiren rahmetli babam Koço idi.
“Eğer varsa gelsin göreyim” dediğimde de yüzünün dört bir yanına pamuklar sıkıştıran Koço’nun o kırmızı-beyaz kıyafetini diken de annem Katerina.
Söz kıyafetten açılmışken, öyle ak sakallı, iri cüsseli kırmızı kıyafetli beyaz kürk yakalı bir adam karikatürünün ilk kez 1823’te bir şiirin yazıldığı kâğıdı süslediği doğru mu? Kötü diller “Hayal sanayisi o karikatürden sonra başladı” diyor çünkü. Hadi bunu geçelim. Çoktan kapanmış ‘White Rock Beverages’ adlı meşrubat fabrikasının 1915’te reklam kampanyası için tıpatıp sana benzeyen birini keşfettiği de mi yalan?
TORBAN NEDEN O KADAR KÜÇÜK?
Sevgili, Noel Baba. Herkes “ha ha ha” diye gülerken, senin “ho, ho, ho” gülüşünü hiç anlamadım. Hoş, kızağına bağladığın o zavallı rengeyiklerinin senin iri cüsseli bedenini taşırken acıdan kıvranacak yerde nasıl mutluluk içinde gülümsediklerini de bir türlü kafam almadı. Üstelik, madem dünyada milyonlarca çocuğa hediyeler getiriyorsun sırtındaki torba neden o kadar küçük?
Öyle bir ‘efsane’ yarattın ki Noel Baba, adını kullanıp iyilik yapanlar bile belasını buluyor. Varlığına inanan bir çocuk sana mektup yazıp “Çok fakiriz. Bize 1000 Euro gönder” demiş. Senden ses seda çıkmadı tabii ama mektubu okuyan postanede çalışanlar, çocuğa acıyıp aralarında 500 Euro toplayıp göndermişler. Çocuk saf. Hâlâ sana inanıyor ya yeniden kaleme sarılmış: “Noel Baba, biliyorum sen 1000 gönderdin ama 500’ünü postanedeki alçaklar götürdü. Yeniden 500 yollayabilir misin?”
Azınlık olmak dünyanın her yerinde zordur. Bir azınlık ferdi olarak da Batı Trakya Türk azınlığının sevinçlerini, üzüntülerini, şikayetlerini ve sorunlarını sanırım anlayabiliyorum.
Batı Trakya Türk azınlığı, 1990’lı yılların ortalarına kadar insafsız, akıl dışı, hukukla ilgisi olmayan ayrımcı muamelelere maruz kaldı: Çiftçi, sırf Türk diye traktör ehliyeti alamıyordu. Azınlık ferdi yağmurda akan evinin damını onaramıyordu. Yunan devletine bir işi düşenin vay haline. Eziyet de eziyet... Türkiye’deki akrabalarını, dostlarını ziyarete giden pek çok Batı Trakyalı Türk, dönüşlerinde Yunan vatandaşlığından çıkarıldıklarını öğreniyorlardı. Azınlığın seçtiği dini liderler (müftüler), Yunan devleti tarafından tanınmadıklarından ‘Kendilerine müftü süsü vermek’ diye garip bir suçlamayla hapis cezalarına çarptırılıyorlardı.
1990’ların ikinci yarısından sonra durum değişmeye başladı. Bence pek çok yanlış düzeltildi. Ama tabii ki bazı sorunlar hâlâ devam ediyor. Mesela Gümülcine’deki Türk Gençler Birliği mevzuu... 1928’de kuruldu. Yunan mahkemesi, 1983’te ‘Batı Trakya’da Türk olmadığı’ (Yunanistan Lozan Antlaşması’na dayanarak azınlığın Müslüman olduğunu söylüyor) gerekçesiyle, bu derneğin tabelasında ‘Türk’yazıyor diye kapatılmasını kararlaştırdı. Azınlık, Batı Trakya’daki ‘Türk’ dernekleri için hakkını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) aradı. AİHM, 2008’de Yunanistan’ı mahkûm eden bir karar aldı. Ancak, Yunanistan bugüne kadar AİHM kararını uygulamadı. Yunan mahkemeleri derneklerin yeniden faaliyeti için yapılan başvuruları reddetti.
AZINLIĞIN BULUŞMA YERİ
‘Türk Gençler Birliği’nin tabelasız lokali, azınlık fertlerinin buluşma yerlerinden biri. Türkiye’deki maçlar seyrediliyor; sergilere, folklor gösterilerine de ev sahipliği yapıyor bu lokal. İçinde de dernek üyelerinin çay kahve içmeleri için bir büfe var.
Geçenlerde vergi müfettişleri, Yunan yasalarına göre kapatılmış derneğin lokaline denetlemeye gitti aniden. Sonuçta büfe ‘vergi numarası olmadığı, yazarkasa bulundurmadığı ve fiş kesilmediği’ gerekçesiyle kapatıldı. Gümülcine Türk Gençler Birliği Onursal Başkanı Arif Hüseyin “Biz gönüllü olarak vergimizi ödemek istiyoruz. Ancak, devlet tarafından tanınmadığımızdan vergi numarası alamıyoruz” diyor. Başkan Koray Hasan da büfenin kapatılmasındaki asıl maksadın Türklerin bir araya gelmelerini engellemek olduğunu söylüyor.
Atina’nın göbeğinde, Panepistimiu Caddesi’nin, kuyumcularıyla ünlü Vukurestiu Sokağı’nın köşesindedir ‘Zonar’s’. Adını, Trakya’dan ABD’ye göçen ve o gurbet ellerde çikolata fabrikası kuran ama memleket hasreti ağır basınca ülkesine dönen kurucusu Karolos Zonaras’tan alır. Açılışı yapıldığında, takvimler 15 Ağustos 1940’ı gösteriyordu. Meryem Ana yortusuydu ve aynı gün birkaç saat önce, Yunan denizaltısı Elli, Nazi bombardımanı sonucu batırılmıştı. 2. Dünya Savaşı ve sonrasında Atina’nın en nezih pastanesiydi Zonar’s. Tam 60 yıl sanatçıların, siyasetçilerin, jet sosyetenin buluşma yeriydi. Ünü o kadar yayılmıştı ki daha Yunan halkının ismini bile bilmediği Coca-Cola ABD’den fıçılarla gemilere yüklenir ve Yunanistan’da sadece Zonar’s’ta bulunabilirdi. Sophia Loren, Antony Quinn gibi sinema ilahları, Jorge Luis Borges gibi kalemler Atina’ya geldiklerinde kahvelerini Zonar’s’ta yudumlarlar, birbirinden lezzetli pastaları, tatlıları afiyetle yerlerdi.
Viyana’daki cafe’lerle kıyaslanabilecek tek mekândı Atina’da. Duvarları ayna ve ahşap kaplı, tavanları görkemli dev avizelerle süslü, spesiyalitesiyse Chicago dondurma...
AYNI YERİNDE TEKRAR AÇILMIŞTI
Ne aşklar doğdu ne aşklar bitti Zonar’s’ta. Onca büyük iş anlaşmaları sağlandı, onca siyasi kararlar alındı. Neoklasik bina Yunan Ordu Yardımlaşma Kurumu’na (MTS) ait. 2001’de kira bedelinde anlaşmazlık çıkınca kapansa da sevenlerinin gönlünde hep açık kaldı. Sanatçısı, siyasetçisi, entelektüeli “Pastanemizi geri istiyoruz” diye günlerce, haftalarca, aylarca, yıllarca bağırdı. Ve Zonar’s 6 yıl kapalı kaldıktan sonra 2007’de aynı yerinde yeniden açıldı. Eskiyi hatırlatıyor ama yenilikler de var. Yeni kahve türleri, yeni tatlıları süslüyor tezgâhı ama ‘Chicago dondurma’sının lezzeti hep aynı. Atina için Zonar’s ne demekse, İstanbul için de ‘İnci Pastanesi’ odur. İnci’nin 68 yıl sonra kapandığını öğrendiğimde kurucusu rahmetli Luka Bey ile sohbetimi hatırladım:
-Luka Bey, Atina’da şube açsan...
-Niye? Ben buradan memnunum.
Çocukluk arkadaşım Mihal aradı “Yorgo, ilk kaybı verdik Dimitri Çukala öldü!” Zor günler yaşayan arkadaşımın bu aralar ölümü filan duymak istemediğini düşünerek, soğuk mu soğuk bir espri yaptım: “Toprağı bol olsun. Çok dayağını yemiştim rahmetlinin”. Gülmekten kırıldı Mihal.
Telefonu kapattıktan sonra gözlerim karşımdaki duvarın orta bir yerine takıldı.
İstanbul’daki Zoğrafyon Lisesi Ticaret Bölümü 1977 mezunları 18 kişiydik; artık 17 kaldık. Dimitri Çukala Gökçeadalı’ydı. İri yarıydı. Kavgacıydı. Daha okuldayken bile çok içerdi. En arka sırada otururdu. Sınıf ve okul takımlarının liberosuydu. Kaleciyse bendenizdim. Suçum olsun olmasın her gol yiyişimde döverdi. Bu nedenle maçlarda gol yememek benim için çifte sevinç nedeniydi. Lise 2’deyken, lise 3 Fen bölümüne 32-5 yenildiğimizde dayak korkusu yüzünden birkaç gün okula gidememiştim.
Atina’ya göçtükten sonra herkes kendi yoluna çekti. Dimitri garsonluk, mermer işçiliği yaptı. Uzun yıllar hiç karşılaşmadık. Tertemiz bir çocuktu. Zoğrafyon sadece erkek lisesiydi bir zamanlar. Ergenlik çağındaki 18 erkek öğrenci günün sekiz saati karşı cinsten sadece 100 ve üstü kilo bakımsız hocalar görürdü. Zil çalıp da okuldan çıktığımızda, Beyoğlu’nda karşılaştığımız Zapyon Kız Lisesi ve Merkez Kız Lisesi (İlkyardım Hastanesi’nin arkasındaydı; yıllar önce kapandı) öğrencilerine nasıl baktığımızı anlatmaya sanırım gerek yok.
MASUM YILLARDI
Duvarın o noktasından ayıramıyorum gözlerimi. İlk aşkım Anita ve bize göre ‘aşkın kitabını yazdığımız’ Rena geldi aklıma.
Rena 14’ündeydi tanıştığımzda. Beyoğluspor ve Yedikule lokallerindeki partilere giderdik. Şan Sineması’na (Locaya) , Saray Muhallebicisi’ne...