21 Kasım 2005
Sefarad, İspanya’nın İbranicesidir. Sefarad müziği ise, 500 yıl önce İspanya’dan ayrılmak zorunda kalan Musevilerin oradan taşıdıkları dil ile göç yolunda şekillenen ve İstanbul’da gerçek halini alan bir serüvenin hikayesidir. Bundan daha ötesini öğrenmek, onları daha yakından tanımak için, yeni albümleriyle yine büyük yankı yapan Sefarad grubuyla konuşalım dedim. DMC’nin babası bizim sevgili Ercan Saatçi’ye bir telefon, randevular anında tamam. Sefarad’ı bizim VIP salonunda ağırlayalım dedim, yakışıklı idare müdürümüz Salih Bahadır’a. Kendisine bir dizide oynatma sözüm olan Salih, her zamanki gibi organizasyonu mükemmel yaptı. Derken Çeki-Sami-Cem üçlüsü tam randevu saatinde geldi, hepimiz doğru salona. Bir de baktım ki, VIP’in prensesi Fatoş Kaymaz’la, Cimbomlu idare amirimiz Fikret Şengüder, hasta Fenerli Sefarad grubunu kapıda alkışlarla karşılıyorlar. Geçtik içeri, oturduk koltuklarımıza, başladık uzun saatler sürecek sohbetimize. Adam başı ikişer tane, çift kaşarlı kepekli tost yedik. Kimimiz kola içti, kimimiz çay, kimimiz kahve... Ne demişler, ‘Gönül ne kahve ister, ne kahvehane... Gönül sohbet ister, kahve bahane.’
Cem Stamati
Biz etnik-pop yapıyoruz
Cem Stamati, grubun bas gitaristi. İstanbul 1981 doğumlu, Özel Musevi Lisesi mezunu. Halen Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümü öğrencisi. Heyecanlı, sözünden dönmeyen, tıknaz bir Balat delikanlısı benzeri.
- İlk albümümüz müzik mağazalarında türkülerin olduğu raflara da konulmuştu, pop müziğin olduğu raflara da. Oysa ki son albümümüz çok başka bölümlere konuldu, özellikle etnik müzik raflarına. Dinleyici olarak bir albümün hakkını verebilmek için onun tamamını dinlemek şart. Bizde adam korsan albüm alıyor, iki şarkı dinledikten sonra atıyor. Halbuki, geriye kalan 8 şarkıyı da dinlemeden albümün renk bütünlüğünü görmek mümkün değil.
- Sefarad müziği anlam ve derinliğini günlük hayatın merkezinden alır. Komşu dedikodusu, bakkal çırağının hikayesi ya da karikatürize edilmiş bir ailenin seks yaşamı, hepsi bu. Yaşamı daha eğlenceli kılar bu müzik, bize kendimizi anlatır. Müzikte Osmanlı etkisiyle gelen çok fazla darbuka ritmi ve nefesli melodiler var. Bunun yanında keman, ut gibi klasik Türk müziği enstrümanları da kullanılıyor. Atalarımız yol boyunca Balkanlar’dan da önemli etkilenmeler yaşadığı için kısmen Balkan ritimlerini de kullanıyoruz. Adam kovulmuş İspanya’dan, başlamış bir şarkıyı söylemeye. Balkanlar’da soluklanmış, İstanbul’da bitirmiş.
- Ocak 2006’da İş Sanat’ta vereceğimiz konser bizim için çok önemli. O günden sonra Sefarad albümleri pop müzik raflarından etnik müzik raflarına taşınacak. Biz Seferad müziğini dünyada en genç yapan 3 arkadaşız, bu işin şakası yok. İlk başlarda Ladino dilindeki orijinal şarkıları dilimize çevirerek Türk popüler kültürüne tanıttık. Ama bu müziğin de bir ağırlığı, etnik kökeni, hayatla ilgili gerçekleri var. Bunları da göstermek gibi bir görevimizin olduğuna inanıyoruz.
- Çok ilginçtir, bugüne kadar İsrail’den hiçbir konser daveti almadık. Hatta, albümümüzün orada satılıp satılmadığından bile emin değiliz. Oysa, Fransa’da, Amerika’da ciddi bir alıcı kitlemiz var. Paris Sorbon Üniversitesi’ndeki konserimizde 2 bin kişinin tamamı Fransız idi.
Ceki Benşuşe
Seferad müziğini dünyada ilk biz notalara kaydettik
Ceki Benşuşe grubun gitaristi, 1980 İstanbul doğumlu. Özel Musevi Lisesi mezunu, halen bir özel üniversitenin sinema-televizyon bölümü öğrencisi. Çok ciddi, çok ağırbaşlı, çok sakin, çok şık. Bir müzisyenden çok büyük bir holdingin CEO’suna benziyor.
- Biz sabah programlarına gidip şarkı söyleyen popçulardan değiliz. Geçenlerde bir müzik markette albümümüzü türkü bölümünde gördüm, ağlamak istedim. Türkülerimizi çok severim ama, biz türkücü, şarkıcı değiliz. Sefarad müziği ne yazık ki notaya dökülmemiş bir müzik. Dünyada ilk olarak biz eserleri notalara kaydedip, profesyonel müzisyenlerle bir Sefarad albümü gerçekleştirdik. İspanya’dan kovulanlar, 500 yıldır bu şehirde İspanyolların o yıllarda konuştuğu Ladino dilinde kendi müziklerini yapıyorlar.
- Yemek, benim hayatımın çok önemli bir unsurudur. Özellikle Cem’le benim çok özel bir yemek kültürümüz vardır, oturup saatlerce yemek yeriz. Mesela Bodrum’a gittiğimiz zaman limandaki pizzacımızdan çıkmayız. Daha yolda giderken orada yiyeceklerimizin hayalini kurarız, yemin ederim. İçeri girer girmez pizza ile lazanya ısmarlarız, ikisini de bir ondan bir ondan yiyip temize havale ederiz.
- İlkokuldan beri bende sahne ve mikrofon fobisi var. Okulda şiir söyletirlerdi bana, kötü bir mikrofondan yayılan iğrenç bir ses. Sahneyle ilgili bir anımı anlatayım, bir konserdeyiz, ‘Ben Seni Severim’in girişinde küçük bir gitar solom var. Sami ile Cem işaret ediyorlar, bende tık yok, giremedim.
Sami Levi
En büyük zaafım hanımlar
Grubun solisti Sami Levi, 1981 İstanbul doğumlu, Göztepe Lisesi mezunu, halen Açık Öğretim Fakültesi Yerel Yönetim Bölümü öğrencisi. Gözleri fer fecir okuyor, tatlı dilli, güler yüzlü, sempatik. ‘Bulunca sevmek lazım, dudaktan öpmek lazım’ diyen o.
- Türküz, Türkiye’de yaşıyoruz, o halde bu müziği anadilimizle de yorumlamalıydık. Orijinalleri İspanyol Ladino dilinde olan parçalar Türkçe’ye çevrilirken çok zorlanıldı. Kelimeler bire bir Türkçe’ye çevirince anlam kaybına uğradı, inanılmaz komik olaylar yaşadık. Sonunda, eserlerin içindeki duygu ve derinliği kaybetmeden anadilimizde yorumlamayı başardık.
- 1993’te Kenterler’de Dario Moreno’nun hayatını anlatan amatör bir oyunda ben ünlü şarkıcının en küçüklüğünü canlandırdım. İlk Sefarad şarkımı orada söyledim. Biz Sefarad müziğini kendi hissettiğimiz müzik olarak tanımlıyoruz, Ladino dilinde söylediğimizde.
- Zırt pırt sevgili değiştirdiğim doğru. Ben çapkın bir adamım, en büyük zaafım hanımlar, size itiraf ediyorum. Ray Charles’ın, kendi hayatını anlatan filminde söylediği bir söz hálá kulaklarımda. ‘Seksten güzel hiçbir şey olamaz’ diyordu. Bence de seksten güzel hiçbir şey yok hayatta, bu kesin.
- ‘Osman Aga’ şarkısını babaanneme Ladino dilinde dinlettim, o da bana Türkçe sözlerle söyledi. Meğer, Çanakkale’de yaşadıkları yıllarda adına şarkı yapılan Osman Aga’yı tanımış. Uzun boylu, uzun bıyıklı, koç gibi bir adamdı diye anlattı bana.
Hürriyet’te halay
Hürriyet’in VIP salonunda Yener Süsoy’la halay çeken
Seferad’ın tek batıl inançlı üyesi Sami Levi. ‘Uğurlu rengim kırmızı, uğurlu rakamım 9’dur’ diyen Sami, ensesindeki bir tutam atkuyruğu saçının kesilmesi halinde bütün işlerinin ters gideceğine inanıyor. Ceki Benşuşe, yemek konusunda iddialı ve bu konuda kendisiyle son derece barışık:
‘Ben karnımın acıktığını hissetmiyorum, sinirlenmeye başladığım zaman anlıyorum ki, hemen yemek yemem lazım...’ Cem Stamati ise
Sorbon’daki konserlerini 2 bin Fransızın izlemesini unutamıyor.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2005
Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu, arkadaşımız Yener Süsoy’a en çok kızdığı şeyin çocukların dövülmesi olduğunu söyledi. Çubukçu, çocuklarını döven anne babalarla her yerde kavga ettiğini belirtti. Malatya olayından sonra ananızdan emdiğiniz sütler burnunuzdan gelmiş olmalı. Bundan genç bir siyasetçi olarak ne ders çıkardığınız?
- Ben uzun yıllar çocuk haklarıyla uğraşmış, çocuk mahkemelerinde çalışmış bir ceza avukatıyım. Benim sokakta çocuğunu döven annelerle, babalarla kavga ettiğim çok olmuştur. Bir gün Beşiktaş’ta yürüyorum, kadının biri çocuğunun kafasını vitrin camına vurarak susturmaya çalışıyor. Durup kadınla kavga ettim, kadın sana ne diye bağırıyor, dinlemedim, çocuğu kurtardım. Bir gün de oğlumun okulunun bahçesinde bir çocuğun babası tarafından öldüresiye dövülmesine şahit oldum. Çocuk yerde yatıyor, adam küfürler ederek onu tekmeliyor. Bütün erkek idareciler dahi müdahale edemezken ben çocuğun üstüne kapandım. Adam alkolikmiş, çocuğun velayetinin babasından alınması için hemen başvuruda bulundum. Biz toplumun dezavantajlı gruplarıyla sürekli ilişki içinde olan bir partiyiz. Biz böyle bir olaydan sonra yurda, yuvaya gidip de kucağına çocuk alan siyasetçiler değiliz. Siyasette çok fazla dostunuz olduğunu zannediyorsunuz ama, gerçek hiç de öyle değil. Son olaylardan sonra anladım ki, siyasette dar geçitler ve oralardan geçmek şart. Bakanlığımın ilk 4 ayını geçtim, hem dost düşman gördü, hem de benim için iyi bir tecrübe oldu.
Aileye dönüş projeniz, bir anlamda ‘Al parayı, çocuğuna kendin bak’ demek olmuyor mu?
- Kurum bakımındaki çocukların yüzde 90’ın ailesi var. 3 çocuğu da kurum bakımında olan aileler sayarım size. Şu anda yuvalarımızda toplam 19 bin çocuk var, personel sayımız ise 9 bin civarında. Kağıt üzerinde, 4 çocuğa bir personel düşüyor. Bakanlığa geldikten sonra aileye dönüş projesini başlattım, ayni ve nakdi yardımla. Hedefimiz bu yıl sonunda 550 çocuğu ailelerine kavuşturmaktı, bu rakam şu anda 1320’ye ulaştı. Nakdi yardım 158 milyon civarında, ayni yardım da bir o kadar. Bu rakamı en kısa zamanda daha da yükselteceğiz. Çocukları ailelerine döndüler diye bırakmıyoruz, sosyal hizmet uzmanlarımız bir yıl çocukları izliyor. Bu, al parayı, çocuğuna kendin bak politikası değil.
AB’DEN EN KÜÇÜK UYARI BİLE ALMADIK
Personel ve fiziki şartlardaki eksiklikler, bu olaylar için sizce bir bahane olabilir mi?
- İdarecilerimizin en büyük şikayeti personel ve fiziki şartların yetersizliği, reel durum da böyle. Ama bu, başarısızlığın tek gerekçesi olamaz. Görevlinin yerinde olmamasının eğitimle, personel yetersizliğiyle ne alakası var? Personelimizin geniş bir kesimi çok büyük bir fedakárlıkla meşakkat içinde çalışıyor. Aslında dünyanın hiçbir yerinde çoktandır bu tür hizmetler merkezi idare tarafından verilmiyor. Onun yerine koruyucu aileye, evlat edinmeye, gönüllü aileye ağırlık veriliyor. İngiltere’de 200 bin görevli çalışıyor bu işlerde. Bizim de konuyla ilgili derneklerle ilişkimiz var, birçok sivil toplum örgütüyle sayısız protokoller imzaladım. Avrupa Birliği son olarak Romanya’daki bütün yetimhanelerin kapatılmasını istedi. Çünkü buraların hiçbir şekilde düzenlemeyeceğine kanaat getirilmiş. Türkiye’ye bu konuda en küçük bir uyarıya bile maruz kalmadı.
Tayyip Bey istediği için siyasetteyim
Tayyip Erdoğan’ın liderliğine güvenerek siyaset yapan biriyim. Zaten siyasete Tayyip Bey olduğu için girdim, onun kimliği benim için çok önemli. Son derece adil ve objektif bir insan, bunlar benim için çok önemli. Sayın Başbakan’ın son olayda bana sahip çıkması, benim için onur ve gurur oldu. Bu meselelerde daha güçlü, daha yürekli çalışmam ve mutlaka başarılı olmam lazım şeklinde bir kamçı etkisi yarattı. Emine Erdoğan Hanımefendi, benim son derece saygı duyduğum, çok sevdiğim bir insandır. Emine Hanımefendi temsil ettiği sıfatı son derece iyi taşıyan birisi.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2005
Hemen her gün Aksaray’daki kebapçıda arkadaşlarıyla birlikte yemek yemektedir esmer genç kız. Karaman’ın Ayrancı ilçesinde nakliyecilik yapan Ferit Bey’in 10 evladından biridir. Konya Ereğli Cumhuriyet Lisesi mezunu olup, İstanbul Hukuk’ta okumaktadır. Kebapçı dükkanının sahiplerinden, İstanbullu sempatik muhasebecinin dikkatini çeker esmer kız. Bir vesileyle tanışırlar, arkadaş olurlar ve yüreklerine ilk aşk ateşi düşer. Sempatik muhasebeci kısa dönem askere gider, gelir, bakar ki esmer kız yine oradadır. Arkadaşlık aşka dönüşmüştür artık. Sonunda Vezneciler Kız Öğrenci Yurdu’nda kalan 1965 Karaman Ayrancı doğumlu esmer kızla Vezneciler’de bürosu olan sempatik muhasebeci dünya evine girerler.
Esmer kızın adı Nimet’tir, muhasebecininki ise Birol Çubukçu...
Devlet Bakanı Nimet Çubukçu, Sarıyer tepelerinde, mütevazı bir sitenin mütevazı bir apartman dairesinde oturuyor.
Sevgili eşi Birol ile lise son sınıf öğrencisi biricik oğlu Çağrı ile. Bu bakanın evinde hizmetçiler, aşçılar, şoförler yok. Nimet Hanım’ın en büyük yardımcısının sempatik eşi Birol Bey olduğu apaçık ortada. Biz bakan hanımla konuşurken, kaşla göz arasında Sarıyer’den aldığı börek ve kazandibini kendi elleriyle servis etti. Kendi elleriyle demlediği çaylar da cabası; şu hamaratlığa bakar mısınız? İşte, Türkiye’nin ‘anne’ olan ilk Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu... İşte bugüne kadar kimselerin yüzünü görmediği eşi Birol Çubukçu...
Gittiğiniz yuvalarda çocuklar size neler anlatıyorlar? Eli boş gidiyormuşsunuz duyduğuma göre.
- Bugüne kadar 25 ilde 150’ye yakın kuruluşumuza ani baskınlar yaptım. Bunların hiçbirinde yanımda basın mensuplarını almadım, kimsenin haberi olmadı. Gittiğim yerlerde sürekli çocukların vücutlarını kontrol ediyorum, sohbet ediyorum, masal anlatıyorum. Karşılıklı güven oluştuktan sonra kurumla ilgili bilgiler alıyorum onlardan. Ziyaret ettiğim kurumların hepsinde şu anda en az 4’er muhbirim var. Bana mektup yazıyorlar, telefon açıyorlar, bilgi veriyorlar. Geçen gece biri aradı, battaniye vermemişler, çok üşüyormuş. Ertesi sabah gün ışırken gittim oraya, gerçekten battaniyesi yoktu çocuğun. Ben yurtlara, her birine eşit verilen standart hediyelerle gitmekten özellikle kaçınıyorum. Gidiyorum onlarla tanışıp, becerilerini, zevklerini, hobilerini öğrenip adıyla birlikte not ediyorum. Sonra hepsine ayrı hediyeler gönderiyorum. Önceleri bana ‘Bakan anne’ diyorlardı ama, şimdi direkt ‘Nimet Abla’ diyorlar.
ATEŞLi BEBEKLER YERDE YATIYORDU
- Geçenlerde bir gece Anadolu’daki yurtlarımızdan birine yine habersizce gittim. Kapıdaki görevli kim olduğumu sordu, ‘Devlet bakanıyım, çocukları ziyarete geldim’ dedim, panik oldu. İçeri girdim, gördüm ki nöbetçiler ortalıkta yok. Bebeklerin olduğu bölüme girdim, 40’u aşkın bebek bezleriyle yerlerde. Hepsi kızamık olmuş, yüksek ateş içindeler, başlarında sadece 2 görevli. Yarım saat içinde orada olmaması gerekenler dahil herkes geldi. Çocukların kızamık aşılarının zamanında yapılıp yapılmadığını sordum. Çünkü aşıları takip eden hemşirelerimiz var. Kimsenin görevi sabit değil, işini yapmayanı anında alıyorum.
Bu makamda görev yapmış eski siyasetçilerin beni eleştirmeye hiç hakları yok. Bu kurumda 3042 personelin hizmet içi eğitimi ilk defa benim dönemimde verildi. Bu kurum hizmet içi eğitimin ne anlama geldiğini dahi bilmiyor. Şimdilerde yurt idarecilerimizin en büyük şikayeti anormal ziyaretçi akını. Hayrın da bir sınırı var; 0-1 yaş grubu bebeklerin ziyareti çok sağlıklı değil. Gelende bulaşıcı hastalık olabilir, kendi bebeğim için hangi hassasiyeti gösteriyorsam, o çocuklar için de aynısını hissederim. Bunu yapınca, bu seferde kapıları kapatıp, çocukları göstermediğimiz yolunda eleştiriler yapıldı.
Muhafazakár feministim
- Kadınla erkeğin eşit haklara, eşit fırsatlara sahip olması anlamında feministim. Ben kadın haklarını, muhafazakár, demokrat, kendi felsefemiz doğrultusunda bir çerçeveye oturtuyorum. Hem yasal anlamda eşitlik, hem de toplumsal statülerinin güçlendirilmesi ve cinsler arasındaki eşitliğin tam ve gerçekçi ölçülerde sağlanması için mücadele ediyorum. Cinsler arasında barışı bozacak bir felsefenin içinde değilim.
Yetiştirme yurdundan yetişen DSP milletvekili
Kurum ile ilgili elinizde hiçbir anket var mı, yoksa göz kararı, el yordamıyla mı yürüyor işler?
- Olur mu, son bir anket yaptırdım, ne yazık ki, kurumdan yetişen çocuklara toplumun bakış açısının kötü olduğu ortaya çıktı. Buralardan yetişenlerin çoğu, mesleklerinde çok iyi yere gelseler bile, yurt çocuğu olduğunu söylemiyor. 22 Kasım’da bu kurumlarımızı tanıtacak bir kampanya başlatıyoruz. Öğrendim ki, geçen dönem DSP İstanbul Milletvekili Mustafa Düz de yurt çocuğu. Kendisiyle görüştüm, tanıtım filmlerinde, ilanlarda yer almayı gururla kabul etti. Son üniversite sınavlarını kazanan öğrencilerimize Ankara’da bir yemek verdim. Biliyor musunuz ki, yetiştirme yurtlarından üniversiteye girme oranı yüzde 39, Türkiye ortalaması ise yüzde 10. Önümüzdeki aylarda bütün çocuklarımızla ilgili bir network ağı kurup, onların gelecekteki yaşamlarını da izleyecek bir sistem oluşturacağım. İlerde ne oldular, ne yapıyorlar, bize ihtiyaçları var mı, gibilerinden.
YARIN: Çocuk dövenle kavga ederimYazının Devamını Oku 29 Ekim 2005
Prof. Dr. Ioannis Pallikaris, dünyanın en ünlü göz cerrahlarından. Kendi buluşu olan Lasik ve Epilasik adlı lazer ameliyat yöntemi dünyanın dört bir köşesinde uygulanıyor. Pallikaris aynı zamanda Girit Üniversitesi Rektörü ve Vardinoyiannion Göz Enstitüsü’nün kurucusu. Avrupa Katarakt ve Refraktif Cerrahi Cemiyeti Başkanı. Dalgıç, yelkenci, avcı, ressam, binici. Eşi Barbara Terzaki de çok sempatik, çok konuşkan ve de yaman bir Giritli sosyalist. Ne de olsa Zorba’nın unutulmaz yazarı Giritli Nikos Kazancakis’in torunu.
Pallikarisler İstanbul’daki randevumuza gelirlerken yanlarında Girit’teki çiftliklerinde ürettikleri organik zeytinyağından domatese, bala, ıhlamura kadar birçok örnek getirmişler. Biliyorsunuz, Giritliler dünyanın en uzun yaşayan insanları. Giritli dostlarımız bu kadar zahmet etmiş, hepsinden birer lokma tatmazsak ayıp olur. Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım...
TÜRKİYE İÇİN SAVAŞ VERİYORUM
Türk denince Sayın Pallikaris’in aklına ilk gelen ne olur?
- Türk denince aklıma ilk gelen; kendime çok yakın, bana benzeyen insanlar oluyor. Dostunuz olduğum için, başkanı olduğum Avrupa Oftalmoloji Cemiyeti’nde Yunanistan’dan çok Türkiye için savaş veriyorum. Bunları Türklere şirin görünmek için söylemiyorum. Türk doktorlarının bu cemiyet içinde görev almaları için çok büyük bir mücadele veriyorum. Cemiyetin yönetim kurulunda Türkiye’den hiçbir meslektaşım yok, bu beni üzüyor. Yönetim kurulunda Türk doktorları niye olmasın, burada görev yapmayı onlar da hak ediyor. Bunun için aylardır büyük bir çalışma yürütüyorum, sonunda bunu da gerçekleştireceğim.
Ülkemizle ilk tanışıklığı ne zaman olmuş derseniz...
- Büyük büyük dedem halen ilk evini bir Türk’ten almış, ülkenizle ilk tanışıklığım oradan. O evi eski orijinal haline getirip, bundan sonraki hayatımı orada geçireceğim. Bizler günlük olayları bir yana bırakıp, gelecekle ilgili konuları konuşmalıyız. Kim ne desin, Türkiye ile Yunanistan birbirine çok yakın iki kardeş ülkedir. Eğer barış içinde olursak her iki tarafın menfaatine olacak taşları çok daha hızla üst üste koyup ortak amaçlara ulaşırız. Gelecek yıl benim yönettiğim Odysea geleneksel yelkenli tekne yarışının bir ayağı İstanbul’dan başlayacak. 1 Ağustos 2006 günü Karadeniz’den gelecek tekneler İstanbul’da toplanıp hep birlikte Girit’e hareket edecekler. Avrupa’dan gelecek tekneler ise Sicilya’da toplanacak. Bunları, Türkleri gerçekten kendime yakın bulduğum için yapıyorum, başka hiçbir amacım yok.
Göz ameliyatı için Türkiye’ye geliyorlar
Diyelim ki, Türkiye’deyken gözlerinizden rahatsızlandınız, acilen ameliyat olmanız gerekiyor. Hemen özel uçakla ülkenize mi dönersiniz?
- Neden ülkeme döneyim, kendimi gönül rahatlığı ve güvenle Türk doktorlarına teslim ederim. Türkiye’de göz alanında veren kliniklerin servis kalitesi, özellikle son 10 yıldır inanılmaz bir hızla değişti. Sevgili dostum Eray Kapıcıoğlu gibi işadamlarına devletinizin madalya vermesi lazım. Sevgili kardeşim Eray Kapıcıoğlu’nun eseri olan Dünya Göz Hastanesi aslında Türk doktorlarının adını dünyaya duyuruyor, ülkesine para kazandırıyor. Aslında kazanan o değil, kazanan Türkiye. Bu sayede Avrupa’nın birçok ülkesinden insanlar göz ameliyatı için İstanbul’a geliyor. Kurucusu olduğum Girit Vardinoyiannion Göz Enstitüsü’yle burasını kardeş yaptık. Belli periyotlarla gelip Türk göz hekimlerine konferanslar verip, seminer düzenliyorum. Türkiye’nin yurt dışında pek çok dünya çapında tıp doktoru var. Mesela efsane Gazi Yaşargil, onunla Zürih Üniversitesi’nde 6 yıl çalıştım. Aslında ülkeniz içinde de çok değerli doktorlarınız var ama, değerlerini pek bilmiyorsunuz. Kendilerine ar-ge imkanları sağlanırsa, inanıyorum onlar da yeni cihazlar icat edip, yeni tedavi yöntemler bulup dünya tıbbının hizmetine sunacaklar.
14 derecelik miyop göz düzeltiliyor
Miyop, hipermetrop ve astigmat tedavisinde kullanılan Lasik, lazer ameliyatlarının en son aşaması mı?
- Çok doğru, bu yöntemle korneadan yaklaşık 160 mikronluk bir tabaka kaldırılıyor. Bu tabakayı kaldırdıktan sonra stroma dediğimiz yatak tabakaya lazer uygulanıyor. Bunun için korneanın belli bir kalınlığın üzerinde olması lazım. Bu yüzden ince kornealarda Lasik yerine Epi-Lasik ameliyatı tercih ediliyor. Excimer Laser, korneada yapılması gereken düzeltmeye göre ışını kontrol eden son derece gelişmiş bilgisayara sahip bir cihaz. Lazer ışını, üzerine düştüğü bölgede istenilen miktarda dokuyu kaldırarak, korneaya yeni bir şekil veriyor. Bu sayede, kişi gözlük veya lens kullanmadan net bir görüş kazanıyor. Epi-lasik ise, damla anestezi altında, 4-5 dakikada yapılıyor ve ameliyat sonrasında daha az ağrıya neden oluyor. Bu tedavi yöntemleriyle 14 dereceye kadar miyoplar, -7 dereceye kadar astigmatlar, +7 dereceye kadar hipermetroplar tedavi edilebiliyor.
Türkiye’yi bugün AB’ye alırdım
n Sayın Pallikaris, eğri oturalım, doğru konuşalım. Bir Yunanlı olarak Türkiye’nin AB’ye girmesini istiyor musunuz?
- Türkiye’nin AB’ye girmesini şahsen çok istiyorum. Elimde olsa hemen bugün Türkiye’nin birliğe girmesini sağlarım. Bu bir kompliman değil, zaten bu konudaki en büyük destekçiniz Yunanistan. Şuna emin olun ki, Türkler Avrupa Birliği’ne girdiğinde en çok sevinen Yunanlılar olacak, Çünkü üye ülkeler içinde bize en yakın olan sizsiniz, sizsiz AB’nin tadı yok. Küçük olaylar üzerinde durup hedefi kaçırmayalım, amaç birlikte olabilmek. Siyasi tepelerde tartışmalar olabilir, bizler halklarımızın dediklerine kulak asalım.
n Giritli olduğunuz için ağzından bal damlıyor galiba?
- Giritli Yunanlılarla öteki Yunanlıların Türkiye’ye bakışları arasında önemli bir fark olduğunu sanmıyorum. Ne var ki, Giritliler tarihte Türklerle çok iç içe yaşamış. Onun için, biz Giritliler Türkleri başkalarından çok daha iyi tanırız. Atina dahil nereye gidersem gideyim, Türk kahvesi’ni Türk kahvesi adıyla ısmarlarım, Yunan kahvesi demem.
n AB tecrübesi olan Türk dostu bir Yunanlı olarak AB’ye girmemizi tavsiye eder misiniz?
- AB’ye mutlaka girmelisiniz. AB üyesi olduğunuzda ülkenizdeki ticari dengelerin pozitif değiştiğini göreceksiniz. Maaşlar yükselecek, hayat daha pahalı olacak ama, standartlarınız yükselecek.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2005
İtalya’nın Toscanalı tenor Andrea Bocelli’si varsa, bizim de Şanlıurfalı tenor Ferhat Göçer’imiz var... Bocelli’nin ‘Melodramma’sı, ‘Con te Partiro’su, ‘Il Mare Calmo Della Sera’sı varsa, Ferhat’ın da ‘Aşkların En Güzeli’si, ‘Sevgisiz Olmaz’ı, ‘Dola Dola’sı var... Bocelli’nin Enrica’sı varsa, Ferhat’ın da Ayla’sı var... Bocelli’nin Amos ile Matteo’su varsa, Ferhat’ın da Şişli Terakki 3. sınıf öğrencisi Yağmur’u ile 4 aylık Can’ı var... Üstelik Bocelli hukukçu, bizim Ferhat ise hem cerrah, hem de konservatuvar opera-şan bölümü mezunu... Ferhat Göçer, son yıllarda sessiz sedasız, aşksız meşksiz bir fenomen oldu. Türkiye’nin neresinde olursa olsun bütün konserleri tıklım tıklım doluyor. Çalıştığı gece kulüplerine günler öncesinden rezervasyon yaptırılıyor. Ferhat Göçer’in limuzini, korumaları, uşağı, aşçısı, villası, yalısı, çiftliği, havası, cakası yok. İkinci eşi Ayla’sıyla Etiler Ulus’ta mütevazı bir bahçe dubleksinde oturuyor. Ayla, yıllar önce işçi olarak İngiltere’ye giden Yozgatlı Göksel ailesinin Londralı kızları. Ekonomi-politika lisansının üstüne London School of Economics’te mastır yapmış, Johns Hopkins ve Harvard üniversitelerine kadar da uzanmış. İki yıllığına Türkiye’ye geldiğinde tanışmış Ferhat’ıyla, 4 yıl önce de evlenmişler. Halen Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV) Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı. Ve işte karşınızda, Klasik Batı ve Türk müziğini kendine özgü neo-klasik yorumuyla tek vücutta ortak ruha kavuşturan efsane tenor, Op. Dr. Ferhat Göçer...
Andrea Bocelli ilk çıktığı zamanlarda özellikle Almanya’nın statükocu klasikçileri onu köylülükle suçlamıştı.
- Bana köylü diyemiyorlar da, işi dejenere eden adam diyorlar. Asla bu bir dejenerasyon değil, ben Türk dinleyicisine onun duymak istediği şan tekniğiyle sesleniyorum. Ben klasik şan tekniğiyle Türkçe şarkı okumaya çalışanlardan değilim. Aslına bakarsanız DMC’den çıkan albümümde de pop yaptım. Neo-klasik akımının temsilcisi olarak, orijinal eserlerle popüler klasik müzik yapıyorum. Buna, popüler şarkıları klasik şan tekniğiyle söylemek de diyebilirsiniz. ‘Anadolu Aryaları’ projemiz için İstanbul’dan Diyarbakır’a, Gaziantep’ten İzmir’e, Ankara’ya kadar uzanan konserler gerçekleştirdim. Bu projenin amacı, derin özgeçmişe sahip topraklarımızda bizim ezgilerimizi evrensel senfonik dünya müziği ile kaynaştırmak. Bunun sonucu olarak farklı ve keskin tarzların duysal çatışmalarının yarattığı mucizevi bütünlüğü dünyaya sunmak.
BOCELLİ’DEN ETKİLENDİM
Sosyetenin de gözbebeğisiniz, evlerinde, davetlerinde Türkiye’nin Bocelli’sine konser verdirtmek için birbirleriyle yarışıyorlar.
- Benim adım ilk önceleri böyle duyuldu nedense. Yener Bey, ben sosyete şarkıcısı değilim, ayrıca bu terimden de nefret ediyorum. Çalıştığım gece kulüplerinin kalitesine özen gösterdiğim için, mali bilançoları yüksek oluyor. O zaman da haliyle belli kitleler oraya gelebiliyor, belki de bunun için böyle söyleniyor. Ben bugüne kadar birçok üniversite konseri de verdim, halk konserine de çıktım. Evlerde verilen özel partilerin birkaçına katıldığım doğru, 50-60 kişilik dost davetleriydi. Böyle özel konser yalıda da olabiliyor, konakta da; ekstra fiyatım neyse onu alıyorum. Konserden önce evin yapısına bakıp ses ve orkestra düzenini ona göre ayarlıyoruz. Böyle özel konserlerde maksimum 2,5 saat sahnede kalıyorum. Bana Türkiye’nin Bocelli’si diyen çok, ilk zamanlar benim de idolüm oydu. Bocelli’nin beni en çok etkileyen şarkısı ‘Melodramma’dır.
Op. Dr. Ferhat Göçer acil ameliyat masalarında kim bilir hangi aryaları söylüyordur?
- Bugüne kadar sayısız ameliyat yaptım ama, hiçbirinde şarkı söylediğimi hatırlamıyorum. Fonda düşük volümde çalan müziğin patronu hemşire ve hademelerdir. Onlar hangi radyo istasyonunu seçmişlerse onu dinleriz, başka kimse karışmaz. Konsantrasyonu toparlamamızda müziğin büyük yararı var. Haydarpaşa Numune Hastanesi Acil Servisi’nde sabah 09.00’dan ertesi sabah 09.00’a kadar aralıksız görev yapıyordum. Şimdi sözleşmeli olarak part-time çalışıyorum, duruma göre belki de bir yıllık ücretsiz izin alacağım. Doktorluk maaşım 1.200 YTL civarında. Size biraz da utanarak itiraf ediyorum, sağlığıma, bedenime bakmıyorum. Hayatım boyunca yaptırdığım kan tahlili 1 veya 2’dir. Eskiden iğne olmaktan da korkardım, çok şükür onu atlattım. Ne kendimin, ne ailemin hiçbir ferdinin kanını görmeye tahammül edemem. Eşim parmağını kesse saramıyorum. Ameliyatta kan içinde yüzüyorum, donuma kadar kan oluyor ama, ailemin hiçbir ferdine iğne bile yapamıyorum. Sağlık memuru gelip iğnelerini yapar, ben o sırada binadan dışarı çakırım. İğneci gittikten sonra ben de evime dönerim.
BABASI BELEDİYE BAŞKANI
Ferhat Göçer’in duruşuna, tipine şöyle bir bakınca ‘Kendini Şanlıurfalı sanan bir İtalyan’ diyesim geldi.
- Ailecek Urfa Bozova’nın Yaylak beldesindeniz, bense Birecik doğumluyum. Annem ve babam ilkokul öğretmeniydi, ikisi de emekli olduktan sonra memlekete döndüler. Babam İbrahim Halil Göçer, son seçimlerde Yaylak’a AKP’den belediye başkanı seçildi. Ben 5 yaşındayken annemle babam İzmit’in Samanlı Dağları’ndaki Düzlük Köyü’ne tayin edilmiş. 1985’te İzmit Lisesi’nden mezun olduğum yıl İstanbul Tıp Fakültesi’ni kazandım. Bu arada sosyal faaliyet olarak çeşitli korolarda yer aldım. 1988’de İstanbul Devlet Konservatuarı sınavlarını kazanıp bariton eğitimi almaya başladım. Bir sene sonra ses rengim değişince, egzersizlerle tenor eğitimine geçtim. Bu arada Devlet Opera ve Balesi Korosu’nda da sözleşmeli olarak şarkı söylemeye başladım. Bir yandan da Haydarpaşa Numune’de genel cerrahi uzmanlığı eğitimi alıyorum. Gündüzleri hastanede, geceleri konservatuardayım, derken profesyonel olarak müzik yapmaya başladım.
Timur Selçuk’un ‘Kalamış’ fırçası
‘Yok başka yerin lütfü ne yazdan, ne de kıştan... Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan...’ Ferhat Göçer’in bu şarkıyı söylemeden sahneden ayrılması ne mümkün, seyirci parçalar alimallah. Ama ilk albümünde bu şarkı nedense yok.
- Ercan Saatçi’yle oturup konuşurken ‘Kalamış’ı da albüme almaya karar verdik. Randevu alıp çaldım Timur Hoca’nın kapısını. Beni karşısına oturttu, çok sakin bir ses tonuyla ‘Evladım, sen Kalamış’ı okumak için hazır değilsin’ dedi. ‘Orada burada okuyormuşsun ama, senin Münir babanın şarkılarını okumanı istemiyorum’ diye devam etti. Şok halde dinliyordum; ‘İnsanların seni beğenmesi, alkışlaması o şarkıyı doğru söylüyorsun anlamına gelmez. Senin yerinde olsam asla Türk sanat müziği söylemem. Benim İspanyol Meyhanesi falan var, al onları söyle.’ Timur Hoca’nın hakarete varan bu ağır sözleri yüzünden bir ay kendime gelmedim. Bu yüzden çok ısrar edilmediği müddetçe ‘Kalamış’ı sahnede okumuyorum. Şimdi kafamı Hacı Arif Bey’e taktım.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2005
Libya Arap Halk Sosyalist Büyük Cemahiriyesi’nin Ankara Büyükelçisi Muhammed Manguş, bildiğimiz klasik diplomatlardan değil. Sıkı durun, o sadece Libya’nın eski İmar İskan Bakanı değil, Başbakanı da. Muhammed Bey’e başbakan mı demeliyim, yoksa büyükelçi mi, mühendis bey mi? Libyalılar işin kolayı bulmuş, iki unvanını birleştirip Başmühendis diyorlarmış... Kabataş Erkek Lisesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu Muhammed Bey’le Cinnah Caddesi’ndeki büyükelçilik rezidansında buluşmaya gidiyoruz. Muhammed Bey, dizinden ameliyat geçirdiği için koltuk değnekleriyle dolaşıyor. Türkçeyi eski İstanbul beyefendileri gibi konuşuyor, gayet sakin ve çok mütevazı. Yanında 40 yıllık eşi Fethiye Hanım, gelini Menal, oğlu Ayman ve kucağında ise 5 aylık torunu Malik. Kabul salonundaki kısa hoşbeşten sonra üst kattaki yemek salonuna geçtik. Masanın üstüne Libya taşınmış sanki, etli kuskustan Libya çorbasına, kıyma içli patatesten yeşil çaya kadar. Libyalılar yemekten sonra sadece meyve yiyip, yeşil çay içermiş. Tatlı ise sadece ramazanda ve bayramlarda yenirmiş. Yemeğin sonunda tavla oynadık, meğer Başmühendis Bey ‘kapalı’ tavla bilirmiş, yenildiğimi söylemeye gerek var mı?
Başmühendis Bey, hangi Kaddafi’ye güvenelim; Türkleri yere göğe sığdıramayan Kaddafi’ye mi? Türk başbakanına hakaret eden Kaddafi’ye mi? Yoksa, ‘Türkiye’yi AB’ye almayın’ diye kampanya açan Kaddafi’ye mi?
- Kaddafi’yi uzun yıllardan beri tanıyorum, Türkleri çok sevdiğini biliyorum. Türkiye bizim için çok mühim ve çok büyük bir devlettir. Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Harekatı’nda yanında yer alan, petrolüyle, uçak yedek parçalarıyla yardımına koşan ilk ve tek ülke Libya oldu. Biz de 7 sene ambargo yedik, çok zor günlerimiz oldu, şimdi o günler bitti. O sıkıntılı günlerimizde Türkiye bize yarım elini uzattı, bunu unutmuyoruz. Libya 1911’e kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Osmanlı, o topraklara sömürgeci olarak gelmedi, padişahtan talep ettiler, o da Turgut Reis’i gönderdi.
KADDAFİ’Yİ ÇAĞIRMADINIZ
Kaddafi’den korkmaz mısınız, dünyaya meydan okuyan böyle bir devlet başkanı, kendi başbakanını parmağının ucunda oynatır gibi geliyor insana.
- Yener Bey, bir kere bunu şahsım adına kesinlikle reddederim. İnsanın kukla olup olmaması kendi elindedir, karşınızdakine fırsat verirseniz elbette olursunuz. Ben hiçbir Kaddafi’nin kuklası olan bir başbakan olmadım, beni Genel Halk Komitesi, sekreter, yani başbakan seçti. Zaten, Kaddafi öyle bir yönetici değildir, herkesin fikrine saygı gösterir, çok sakindir. Bakanlığımda da, Başbakanlığımda da bana bir gün olsun karışmadı. Bana Kaddafi’nin bugüne kadar niye Türkiye’ye gelmediğini sordunuz. Bugüne kadar ülkenizden hiç resmi davet almadı da ondan. Sadece rahmetli Özal bir defa bana; ‘Kaddafi’ye söyle, benim özel misafirim olarak Okluk’a gelip çadırını kursun, devesini getirsin’ dedi.
BİZDE KADIN TOKALAŞIR
Libya eski başbakanın güler yüzlü eşi Fethiye Hanım, başını annelerimiz gibi örtmüş. Ayrıca elini erkekten de kaçırmıyor, kaç defa tokalaştık.
- Ben türbanı ilk defa Türkiye’de gördüm, bizde hanımlar başını eşim Fethiye hanım gibi bağlar. İsteyen başı açık gezer, isteyen kapatır, herkes serbest. Sizde bu mevzu senelerdir çok problem yapılıyor, bu konuda bizden geriye düştünüz. Eğer serbest bırakılsın, göreceksiniz türban kendiliğinden yok olup kalkar. Dindar olmayanlar bile inat için türban bağlıyor sanki. Türkiye asla bir din devleti olmaz, İran ayrı bir konu.
Erbakan’ın ziyaretindeki tercüme hatasıydı
Sayın Kaddafi iyi ki bizi çok seviyor, ya sevmeze kim bilir neler söyleyecek?
- Kaddafi hür düşünceli bir insandır, kendini hiç sınırlamaz, kendine mahsus fikirlerini çekinmeden söyler. Onun için Kaddafi’yi devlet başkanı olarak değil, filozof gibi dinlemek lazım. Bir prensibi var; ‘Her milletin kendi özgürlüğünü istemesi onun doğal hakkıdır’ diyor. Kürtleri de bu prensip içine alıyor, başka bir şey değil. Kaddafi, Türkiye’nin birliğe üyeliğinin, Usame bin Ladin gibi İslamcı militanlar için bir ‘Truva Atı’ vazifesini göreceğini de söyledi. Bana ‘Türk kardeşlerim AB’ye karşı uyanık olsunlar diye söyledim’dedi, ben de Türk Dışişleri’ne aktardım. Sayın Erbakan’ın ziyaretinde olan ise, mütercimin hatasıydı. Hiç yoktan mesele çıktı, iki ülke arasındaki münasebetler uzun bir duraklama dönemine girdi. Kaddafi beni eski sıcak kardeşlik günlerine dönmemiz için Ankara’da vazifelendirdi.
‘Sallabaş’ Kemal Hoca’yı unutamam
Türkiye’ye yolunun nasıl düştüğünü soralım Başmühendis Bey’e.
- Türkiye Cumhuriyeti Libya’ya burs verdi, 3 grup halinde buraya geldik. Sene 1954, o zaman Libya dünyanın en fakir memleketiydi. 12 kişi Kara Harp Okulu’na, 3 kişi de üniversiteye girecekti. Benim de dahil olduğum 12 kişi ise liseyi Türkiye’de bitirip üniversiteye devam edeceklerdi. Ben ilk sene yanlışlıkla Kara Harp Okulu’na girdim, bir sene Türkçe öğrendim. Okul komutanımız Tümgeneral Kemal Yukeb’ti. Ertesi sene yatılı olarak Kabataş Erkek Lisesi’ne geçtim. Matematik hocamız ‘Sallabaş’ Kemal Gürsan biz Libyalılara çok yardımcı oldu, hiç unutumam. Edebiyat hocamız Halis Bey’le okul müdürümüz Faik Dranas da öyleydi. Kabataş’tan sonra kontenjandan burslu olarak İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Bölümü’ne girdim. İTÜ’den 1964’de mezun olur olmaz Libya’ya döndüm, İskan Bakanlığına girdim. 1969’da Kaddafi devrim yaptı, 1970’de Bayındırlık Bakanlığı müsteşarı oldum. Ertesi yıl Callud’un kabinesinde İmar İskan Bakanı seçtiler. 1983’e kadar aralıksız bu görevde kaldım. 1983-1994 arası Libya’nın 15 milyar dolarlık meşhur yapay nehir projesini yönettim. 1997’de Büyük Halk Kongresi beni genel sekreter, yani başbakan seçti, bu görevi de 2000’e kadar yaptım.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2005
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın gizli sağ kolu Yüksek Mimar Hakan Kıran’ın adı, ilk kez Mydonose Showland adlı dev çelik çadırla duyuldu. 43 yaşındaki Ankaralı mimar, daha sonra başta Perili Köşk olmak üzere Boğaz’da yaptığı yalı restorasyonlarıyla ünlendi. Son olarak Kabataş iskele projesini gerçekleştirdi. Genç Kıran, bateriden gitara, piyanodan akordeona kadar bütün müzik aletlerini çalabiliyor. İyi bir şarkıcı, korist, fotomodel, aşçı, şarap uzmanı. Taksim meydanındaki ünlü kafe-restoran Gezi İstanbul’un sahibi. Belçika’nın en iyi el yapımı çikolatasıyla yarışmak için dünyanın 1 numaralı çikolata ustasını transfer etmiş.
Tatlı dilli, güler yüzlü eşi Tülin Kıran ise hem iç mimar, hem de konservatuvar mezunu soprano ve viyolonsel sanatçısı. TRT Gençlik Korosu’nda çalışırken tanışmışlar, sonrasında aşk ve evlilik. Büyük kızları Dilara, Notr Dame de Sion’u kazanmış, küçük İpek ise ilköğretim 3. sınıf öğrencisi. İkisinin de çok iyi piyano çaldıklarını söylemeye gerek yok. Hakan Kıran’la Balat’taki ofisinden el yapımı çikolata tezgahlarına, Perili Köşk’ten Mydonose çadırına kadar dere tepe dolaştık. Gecenin bir vakti vedalaşırken kendisini şu cümleyle özetledi: ‘Ben bir çılgınım, hayallerimi engelleyemiyorum, manyakça işler yapıyorum.’
Yüksek Mimar Hakan Kıran, çok kibar, çok mütevazı ama, öyle kolay yutulur lokma da değil. Örnek mi istiyorsunuz, buyrun.
- Bir ay önce Gezi İstanbul’a arka arkaya birkaç kez Tarım Bakanlığı’ndan olduklarını söyleyen kişiler geldi. Avrupa ve Amerikan
standartları baz alınarak yapılan, altyapıya, tuvalette dahi işleyen arıtma sistemlerine, her türlü hijyen önlemlerine ve donanımına rağmen, uzun arayışlar sonunda kendi mutfağımızda yaparak kullandığımız reçelin izni olmadığı öne sürerek ceza kesmeye kalktılar -ki tüm izinler alınmıştı. Paslanmaz çelikten ve içi poşetli çöp kovasının çöp atıldığı sırada ağzının açık olduğu gerekçesiyle de ceza kesmek istemişler. Genel müdürümüz, ‘Peki cezamızı kesin, ödeyelim’ demiş. Ama aynı memur, buna rağmen cezayı kesmiyor; 350 milyon lira dediği cezanın 3,5 milyar lira olacağını söylüyor. Konu bana intikal etti; ben de ‘Peki ödeyelim, eksiğimiz varsa öğrenelim. Eksiğimiz yoksa ödedikten sonra yargıya gidelim’ dedim. Memur, bu sefer de cezayı ödesek dahi 1 hafta kapatma verebileceğini, her şeyin iyi gitse bile 15 günden aşağı açılamayacağını, 2,5 milyar lira verirsek tutanağı yırtıp atacağını ve bu rakamın müdüründen geldiğini söylemiş. Ben genel müdürümüz aracılığıyla hiçbir şekilde yasadışı bir ödeme yapamayacağımızı, cezayı kesmelerini, aksi takdirde hukuki yollara başvuracağımızı ilettim. Fakat tavırlarında bir değişiiklik olmamış, tersine üst üste daha büyük tehditlerde bulunmuşlar. Savcılığa suç duyurusunda bulunduk. Önce memur, sonra da müdür suç üstü yapılarak cezaevine gönderildi. En ilginci de, bu memurun yakalandığında cebinden çıkan ve özellikle ekmek fırınlarına ait olan vadeli çeklerin bulunmasıydı. Bunu görünce yaptığımızın doğru olduğunu kanaat getirdim. Çünkü halkın en önemli gıda maddesi olan ekmek için alınan rüşvet ya zor şartlarda bilek gücüyle çalışan ve ekmek üreterek ekmek paralarını kazanmakta olan insanların haklarını gasp etmek ya da zar zor ekmek alarak beslenmeye çalışan kötü niyetli fırıncıların halkın sağlığıyla oynamasına devlet eliyle izin vermekti..
İstanbul’un gelecek 100 yılını kurguluyoruz
Başkan Topbaş’la iş ortaklığı var mı, yoksa sırf meslek aşkı için mi kendisine danışmanlık yapıyor?
- Kadir Bey benim 20 yıllık arkadaşım, kendisiyle iş ortaklığımız hiç olmadı. Dostluğumuzun özü tamamen siyaset dışı, uzun yıllara ve mimariye dayanıyor. Kadir Bey dürüstlüğü ve prensipleriyle tanınır, yanlış bir şeyi ne dostuna, ne ailesine yaptırır, İstanbul ilk defa bir mimar belediye başkanına sahip oldu, onun değerini bilelim. Sayın Başkan, ülkemizin ve dünyanın önemli mimarlarıyla İstanbul’u ayağa kaldıracak girişimine göreve geldiği gün başladı. Bu kişilerden birisi de, gururla söylüyorum ki, benim. Yaklaşık 20 yıldır mimarlık yapıyorum, yüzlerce eserim var ama, ilk defa İstanbul projelerinde yer alma şansım oldu. Şu anda yalnız ülkemizin değil, dünyanın en iyi mimarları, şehircileri İstanbul için çalışıyor. Çoğu farkında değil, İstanbul her yönüyle yeniden kurgulanıyor.
Kadir Bey, bir yandan var olanın envanterini oluştururken, bir yandan da 500’ü aşkın kişinin çalıştığı Nazım İmar Planı Ofisi’ni kurdu. Bu ofis geçmişin özgünlüğü ve bilgisiyle, gelecek 100 yıllık İstanbul şehrinin plan ve projeksiyonunu hazırlıyor. Ayrıca eğitim, yeşil alan, spor, sanat, kültür yapıları süratle az gelişmiş alanlara yapılarak insan rehabilitasyonu yapılıyor. Şehri depreme karşı hızla dönüştürecek stratejiler geliştiriliyor, yeni alanlar yapılıyor. Ben ne AKP’liyim, ne de bir başka partili, Tayyip Bey’le de hiç tanışmadım. Kadir Bey beni önemli bir mimar-yaratıcı olarak gördüğü için yanındayım.
Anıtlar Kurulu’na Vanlı üye
- Anıtlar Kurulu yapısının bütün girdisini çıktısını öğrendim, geçmişte nasıl siyasi örgüt gibi çalıştıklarına tanık oldum. Bakın size bir anımı anlatayım; geçmişte bir bakan İstanbul kurullarından birine birisini üye olarak atadı. Bu kişinin sanatla, restorasyonla değil ihtisası, hobisi bile yok. Alelacele beni aradı, arkeoloji mezunuymuş, o kadar. ‘Beni üye yapıyorlar ama, bu kurul ne iş yapar bilmiyorum, bana anlatır mısın?’ dedi, anlattım. Göreve başladığının 3. günü o kurula benim bir projem de girdi. Aynı kişi projemi reddetti ve kesik uçlu kalemle projemin üstüne, ‘Böyle olmalı’ diye detay çizip bana verdi... Van’dan birisini atadılar Kurula, meğer adamcağızın hayatında İstanbul’a ilk gelişiymiş. Düşünün, bu üye İstanbul’un tarihi yarımadasıyla ilgili verilecek kararlara imza atacak.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2005
Yakın dönem Türk siyasi yaşamında çok önemli yeni olan SODEP’in gizli kurucusu ünlü işadamı İbrahim Cevahir, ANAP’a neden girip ayrıldığını ve daha sonra niye AKP’ye katıldığını Yener Süsoy’a anlattı. ‘Gelmiş geçmiş en demokrat siyaset adamı İsmet İnönü’dür’ diyen Cevahir, AKP içinde sosyal demokrat ve Kemalist kanadı temsil ettiğini söyledi.
İsmet Paşa hayranı sosyal demokrat olmakla övünürsünüz. Ama 1952’de girdiğiniz CHP’den ayrıldınız. SODEP’in gizli kurucusu oldunuz, Erdal İnönü’yü siyaset sahnesine çıkardınız ve ayrıldınız. ANAP’a katıldınız ve ayrıldınız. En son AKP’ye geçtiniz, şimdilik yerinizdesiniz. Siyasette aradığınız nedir?
- Ben sadece sosyal demokrasiye inanırım. Çalışma odamı gördün, duvarda rahmetli İsmet İnönü’yle 19 yaşında Ankara’da çekilen fotoğrafım asılı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en demokrat siyaset adamı İsmet İnönü’dür. Onun dışındakilerin hemen hepsi demokratlığın ırzına geçmişlerdir. SODEP’i de ben kurdurdum, Erdal Bey’i ben siyasete soktum ama, SHP iktidara geçince dedikodular başladı. Yolsuzluk dosyalarını Erdal Bey’in önüne koydum ama, hiçbirinin üzerine gidilmedi. Baktım olacak gibi değil, partiden ayrılmayı uygun buldum.
RAKI DA İÇERİM, 5 VAKİT NAMAZIMI DA KILARIM
Sonra Mesut Yılmaz’ın baskısıyla ANAP’a girdim. Ardından sosyal demokratların adresi yıkıldığı için, ben yeni adresi AKP’de buldum. Tayyip Bey’i RP Beyoğlu İlçe Başkanlığı’ndan tanırım, çok akıllı adamdır. O inançlı insan, bar, pavyon dolaşıp her çeşit insanla sohbet ederdi. Belediye başkanlığında başarılı oldu Allah için. Tayyip Bey’i mahkûm eden Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı (Vural Savaş) ile Ankara’da bir düğünde beraber olduk. O kızıyla gelmişti, ben de bir arkadaşımla beraberdim. Dedim ki ona; ‘Adamı Türkiye’yi bölmekle, parçalamakla mahkûm ettin. Adamın nüfus kağıdına hiç bakmadın mı, o nüfus kağıdında bölücülük olur mu?’ Başsavcı iki gözünü yumdu; ‘O konuşma Rize’de olsaydı hiçbir şey olmazdı, Siirt’te okumamalıydı’ dedi. Ben AKP’de sosyal demokrat kanadı ve Kemalizm’i temsil ediyorum. Allahım ve Kuranım olmasın ki, Atatürk’ü unuttuğum bir gün yoktur. Laikliğe ve Kemalizm’e karşı gelmeye hiç kimsenin gücü yetmez. Rakı da içerim, şarap da içerim, beş vakit namazımı da kılarım, o benimle Allah arasında.
SHP-DYP HÜKÜMETİNİ NASIL KURDURDUM
1991 seçimlerinden sonra Demirel, 49. hükümeti SHP koalisyonuyla kurmak istedi ama, görüşmeler tıkandı. O günlerde Ankara’daydınız, sizden kim ne istedi?
- Meclis başkanlığına seçilen Cindoruk bir gece yarısı beni evden aradı. ‘Süleyman Bey, bu konuda sizin bir yardımız olup olamayacağını sordu’ dedi. Kendisinden biraz zaman isteyip önce Erdal Bey’i aradım. ‘Benden böyle bir şey istiyorlar, ne yapayım?’ diye sordum. Bana ‘Aman Cevahir, ne yaparsan yap hallet bu işi’ dedi. Arkasından Süleyman Bey’i çevirdim, hatırımı sorduktan sonra son durumu anlattı; ‘SHP’yle koalisyon kurmak için her şeyi hazırladım. Sayıya göre 8 bakanlık olması gerekirken, 11 bakanlık verdim. Gürkan itiraz etti, 15 bakanlık isteyince görüşme kesildi.’ Kendisine ‘Beyefendi, haddim değil ama, bir bakanlık daha verme müsamahasını bana gösterir misiniz?’ dedim. ‘Tamam ama, yatırım bakanlığı olmaz’ dedi. Anadolu Kulübü’nde bezik oynuyorum, Moğoltay telaşla geldi. ‘Erdal Bey Dışişleri’ni verip Milli Savunma’yı aldı, Hikmet kabine dışında’ dedi. Olacak iş değil, 45 gün sonra kurultayımız var. Hemen Erdal Bey’in yanına gittim. ‘Bu sana kurultayı kaybettirir, Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık’tan sonra en önemli yerdir’ dedim. Oradan çıkıp Demirel’in odasına gittim. ‘Beyefendi Dışişleri’ni bize veriyorsunuz, yakında kurultayımız var, Hikmet Çetin’i Dışişleri Bakanı yapmazsak zor durumda kalırız’ dedim. Demirel ‘Ben istemedim, Erdal Bey kendisi verdi’ dedi. Masasındaki telefondan Erdal Bey’i aradım, karşılıklı konuşturdum. İki bakanlık o dakika değiş tokuş edildi.
Sunay Evren’e kırgın gitti
Cumhurbaşkanı rahmetli Cevdet Sunay’la Çaykara hemşeriliğinin yanı sıra hısımlığınız da var.
- Evet öyle, Allah gani gani rahmet eylesin. Onunla ilgili bir hatıramı anlatacağım sana. Vefatından önce kendisini Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne yatırmıştık. Birkaç gün bana dedi ki, ‘Bizim Haydarpaşa Asker Hastanesi’yle buranın arasını ölçer misin?’ dedi. İçimden paşanın aklına bir şey mi oldu acaba diye geçirdim. Sonra gidip adımlarımla ölçtüm, tekrar odaya döndüm ama, bir şey söylemedim. Bir saat geçmişti ki ‘Ölçtün mü İbrahim?’ diye sordu. ‘Ölçtüm paşam, 230 metre’ dedim. Acı acı tebessüm etti. Sonra öğrendim. Meğer Cumhurbaşkanı Kenan Evren hemen karşımızdaki Asker Hastanesi’ne uğramış, Sunay’ı ziyarete gelmemiş.
Yazının Devamını Oku