Paylaş
Hayata, yaşamaya dair sadece anıları kalmıştır sanki. Öyle sanır.
Nostaljinin marazi abanmasıyla, çocukluktur, lise günleridir, üniversitedir...
O zamanların evi, okulu, sokağı, mahallesi eklenir hatıraların dekoruna. İnsanları, arkadaşları eklenir.
Hatta yarım asırlık çınar ağaçları, küçük bir bakkal, parklar, heykeller, iğde kokuları...
Hepsi hafıza/hatıra mekanlarıdır insanın.
* * *
Zaman geçer, hayat değişir... Negatif sürekliliğin içinde yok olan, yok edilen mekanlar, insanın hafıza/hatıra haritasını da değiştirir.
O zaman saklandığı, sığındığı hatıralar da acıtmaya başlar insanı.
Yersiz, yurtsuz kalır hayalleri.
Elinde delik deşik kroki, zamana karışır.
Geçmişte kaybolmak zaten tehlikelidir de, kara bulutların arasına gelecekte kaybolma da ilişir.
* * *
Hafıza mekanları yok edilse de, heykeller depoya sürülse, Yeni Sahne lokale, Güvenpark otoparka dönüştürülse, Kuğulu el kadar kalsa da...
Güzelim meyhaneleri tek tek kapansa, koskoca sinemaları AVM’lere tıkıştırılsa da...
Hatta meydanlarını, ve hatta caddelerin, sokakların isimlerini, amblemini bile yitirse bu şehir.
Hepsi -yaşayan- hafızamdadır.
“Sevdiğim çiçek adları gibi /Sevdiğim sokak adları gibi /Bütün sevdiklerimin adları gibi” (¹) gelir aklıma.
* * *
Sait Faik nasıl aklımdaysa:
“Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır.
Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tanımadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir.”
Hafızanın gücü, bahtsızdır bazen... Doğru.
Zaman geçtikçe, bugün gibi hatırladığın şeylerin, anı olamayacak kadar taze yaşanmışlıkların, öznelerini, adreslerini yitirirsin birer birer.
İnsanlarını yitirirsin, hiç dönmemecesine...
Ama hatıralar kalır.
Ve ayrıntı sevgisi, her an yenilerini ekler hayata.
Hayatı da, hatıraları da yeniden üretir.
Doğru yere baksan, nostaljinin sisinde kaybolmasan yeter.
* * *
Öyle hatıralarım var ki meselâ, dünyayı yıksanız yok edemezsiniz.
Zira onları siz anlatmadınız bana. Ben yaşadım.
Adını çiçekten, ağaçtan, güneşden/aydan, tarihten/gelecekten alan öyle delikanlar, delikızlar geçti ki hayatımdan... Cemal Süreya’dan mülhem, sokaklar gibi buluştulardı, çarşılar gibi seviştilerdi...
Bir egemenlik gösterisi olarak sokakların, caddelerin isimleri değişse, ne yazar.
O sokaklarda her gün onlarca yılı, onlarca mekanı, yüzlerce insanı -geçmişe saplanmadan- yürüyorum ben.
Emek Mahallesi’nde yanıma yanaşıyor bir genç, “4. Cadde’ye nasıl gidebilirim?”
Kazakistan Caddesi demiyor, zira orası hâlâ “4. Cadde”...
Az ileride Cumhuriyet Lisesi...
Adına “Fen” eklesen, yahut “Anadolu” desen kaybolacak mı o tarih?
Öyle yürüyorum, işte.
Her gün yeniden, yeni duygularla...
Kalabalığım ondan tükenmiyor.
* * *
Diyeceğim o ki...
Hayali bana yadigâr kalır, tasavvuru muhatabına karabasan yaşatır.
Gün gelir, “İşte geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri” kadardır mesele.
O an geldiğinde Ruhi Su’nun sesinden Nâzım Hikmet’i tavsiye ederim:
“... Su başında durmuşuz /çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor /çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize /çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.
Su başında durmuşuz. Önce kedi gidecek /kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim /kaybolacak suda suretim
Sonra çınar gidecek /kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek /güneş kalacak,
Sonra o da gidecek.
Su başında durmuşuz /Su serin /Çınar ulu
Ben şiir yazıyorum /Kedi uyukluyor
Güneş sıcak /Çok şükür yaşıyoruz
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.”
(¹) Melih Cevdet Anday
Paylaş