Ölmek, bu mukadder son, varoluş açısından iki anlam ifade eder: Yok olmak, unutulmak veya asla unutulmamak üzere sonsuzlaşmak yani sonsuza göçmek. Bizim geleneğimiz, bu ikinci anlamda ölüme ‘Hakk’a yürümek’ der.
Evet, Avni Anıl Hakk’a yürüdü, yani sonsuzlaştı.
Felsefede, ölümsüzleşmek tâbiri yaratıcı ruhlar için kullanılır. Günlük dilde ölüm dediğimiz gerçek, yaratıcı ruhlar için esasında ölümsüzleşmektir.
Avni Anıl bu yaratıcı ruhların en büyüklerinden biriydi.
Kur'an ,Hucurât Suresi 16. ayet, vahyin tebliğcisi Hz. Peygamber'e şu emri veriyor:
"Onlara şöyle de: Allah'a dininizi mi öğretiyorsunuz? O Allah ki göklerde ne var, yerde ne varsa bilir. Allah her şeyi en iyi bilendir."
İnsanoğlu bu serzenişin muhatabı olacak kadar düşebilmiş, küstahlaşabilmiştir.
İnsan; kendisine iyiyi ve güzeli öğreten peygamberlere din dersi, takva dersi vermeye kalkmakla kalmamış, dinin sahibi olan kudrete de din öğretmeye yeltenmiştir. İnsanın tüm erdirici kanallarını kirleten bu büyük küstahlık, Kur'an'ın birçok ayetinde gündeme getirilmiştir.
Şu serzenişlere bakın:
"Allah'a örnekler vermeye kalkmayın; Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Nahl, 74)
"Yoksa Allah'a yeryüzünde bilmediği şeyleri mi haber veriyorsunuz?" (Ra'd, 33)
Dinlerin, daha geniş bir deyişle, insanoğluna aydınlık getirmek isteyen tüm sistemlerin bu ortak kabullerini, İslam adına ifadeye koyan Konyalı Mevlâna Celaleddin (ölm. 1273) şöyle konuşuyor:
“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!”
Takıyyecilik de denen riya, yüzde görünenle özde olanın farklılığıdır. Din dilinde daha çok, ‘Allah için iş yapmak’ görüntüsü altında nefsi ve çıkarı için davranmaktır.
Yaratıcı, günahı olanlara değil, riyakârlara öfkelenmektedir. Tanrı, günahkârları affetmek için bahaneler ararken, riyakârları mahvetmek için bahane arar. Bunun içindir ki, olduğu gibi görünüp günah işlemek, riya bulaştırılmış ibadetten yeğdir.
Kur’an, hayata ve insana böyle yaklaşır.
Olduğu gibi görünmemek yahut göründüğü gibi olmamak, riya denen illeti ortaya çıkarıyor. Siyaset dilinde buna takıyye deniyor. Ve bu illet, İslam Peygamberi tarafından, insanlık adına ‘en korkutucu musibet’ olarak kaydediliyor. Çünkü riya, yine İslam Peygamberi’nin ifadesiyle, ‘şirk-i hafî’ yani ‘gizli putperestlik’tir.
Ve şirk, Kur’an’ın temel düşmanıdır.
Kur’an’ı ve onun tebliğcisi Hz. Muhammed’i tanıyanlar bilirler ki, açık putperestliği tarih sahnesinden silen İslam’ın tedirgin olduğu amansız düşman riya, felaketlerin en acımasızı olarak, Kur’an bağlılarının tarih boyunca uykularını kaçırmıştır. Görünmez düşmandır riya. Sinsi, namert, kahpe düşmandır. Hep arkadan vurur. Hep kuzu postu içinde saklar zehirli dişlerini.
Ne acı ne düşündürücü ne ürpertici bir gerçek!
Hangi noktadan sonra ve ne ölçüde Batılı olduğumuz tartışılabilir. Fakat başlangıçtan beri ve büyük ölçüde Doğulu olduğumuz tartışma üstü bir gerçektir. Doğulu ve Müslüman Doğuluyuz. Bunu geregince bilsek ve baştan beri iyi değerlendirebilseydik, Batı lokomotifine yük vagonu olmanın acıları içinde kıvranma yerine, Doğu vagonlarına lokomotif olabilirdik.
Ne yazık ki, olmadı.
Doğu toplumları; dini yanlış anlamayarak, din gerçeğini yozlaştırmayarak yürüdüklerinde yükselir ve mutlu olurlar. Çünkü Doğu insanı aşk ve gönül insanıdır. İç dünyası Iblis'e değil, Âdem'e dosttur. Üzerinde olduğumuz gerçek, özellikle Müslüman Doğu için bir matematik gerçek görünümü arz eder.
Müslüman dünya, din mirasının en mükemmel ve en son kaynağı Kur'an'ı, gereğince anladığı zamanlarda ilim, düşünce, estetik ve refahta bugün Batı ile arasında aleyhine belirginleşen tabloyu lehine belirginleştirmişti. İslam Doğu'nun başkenti Bağdat'ta Müslüman şehirliler çalar saatle uyanırken, Batılılar, yıkanmayı bilmiyor ve hayvanlar gibi topraktan kök söküp yiyorlardı.
Bugün Haçlı işgali altında bulunan Bağdat’a durum sadece bu da değildi. Batı’yı eski Yunan’la tanıştırıp rönesansın tohumlarını atan eski Yunan metinlerini Batılılara öğretenler, o günkü Müslüman başkenti Bağdad’da Müslüman yönetimince kurulan akademilerdeki edebiyat ve felsefecilerdi.
Daha sonra ne oldu? Tembellik, feragat ruhunun pörsümesi, Kur’an’ın egemen kılmak istediği aklı prangalayan tarikatların İslam dünyasını bir ahtapot gibi kuşatması Doğu'yu kucağına aldı ve dünün mutluluk, yükseliş, öncülük gibi değerlerin ilham kaynağı olan din; sancıların, kavgaların, yerinde saymaların ve zavallılıkların telafisi için kalkan yapılan bir istismar kurumu haline geldi.
Sebep; bize göre, Kur'an'ın ilk emri, ilk kelimesi yani, bir tür yapı hücresi olan
Yeni bir işe Besmele ile başlamak Müslümanların önemle korudukları bir davranıştır. Ama Kur’an tarafından da önerilen bu başlama şeklinin amaç ve anlamını gözden kaçırmamak gerek. Böyle bir başlama şeklinin önerilmesi hangi gerekçeye dayanıyor? Sadece Besmeledeki kelimelerin telaffuzu mu yoksa işe başlarken bir zihin ve bilinç temelinin atılması mı?
Bu noktayı biraz irdeleyelim:
Kur'an'ın ilk cümlesi Besmeledir ve anlamı şudur: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.” Günlük dilde bunu kısaca, “Esirgeyen, bağışlayan Allah'ın adıyla” diye çevirmekteyiz. Kur'an, böyle bir giriş yaparak dikkatlerimizi, ana konusunun "Allah ", ve Allah'ın temel niteliklerinin de ‘esirgemek ve bağışlamak’ olduğu gerçeğine çekmiştir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed, "Besmelesiz başlayan işler sonuçsuz kalmaya mahkûmdur" diyor.