Ünal Çeviköz

Irak'ta 26 eylül'de ne olacak?

25 Eylül 2017
Irak'ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin (IKBY) referandum kararı ile ilgili olarak fikir beyan eden ülkelerin çoğunluğu bu karara  karşı olduklarını ve referandumun yapılmasını sakıncalı bulduklarını dile getirdiler.

Irak hükümeti kararın anayasaya aykırı olduğunu ve sonucunu tanımayacağını ifade ederek referandumun yapılmasını doğru bulmadığını belirtti. Hatta, Bağdat yönetimi daha da ileri giderek, referandumun şiddetle sonuçlanması halinde askeri müdahalede  bulunacağını çekinmeden vurguladı.

Şiddet olabilir mi? Kerkük'te başta Türkmenler olmak üzere referanduma karşı olan çeşitli grupların bulunduğu biliniyor. Bu gruplar sandığa gitmemek yerine sandığa gidenleri engellemek gibi eylemlere girişirlerse "şiddet" olasılığı yüksek. Böyle bir durumda Irak hükümetinin askeri müdahalede bulunması halinde ise Irak'ta yepyeni bir gerginlik ile karşı karşıya kalınabilir. Bu gerginlik, aslında Irak hükümetinin de tercih etmeyeceği bir gelişme olmalı. Zira gerginlik bir etnik iç mücadeleye doğru evrilebilir. Bununla beraber, Irak hükümeti tutumunu bu şekilde  dile getirdiğine göre, risk büyük.

İran, referandumun yapılması halinde IKBY'ne karşı ambargo uygulamaya başlayacağını resmi olarak açıkladı. 24 Eylül tarihinden itibaren, İran hava sahası üzerinden Süleymaniye ve Erbil'e hava ulaşımı engellendi. Referandumun gerçekleşmesi halinde İran kara sınırı kapılarını da IKBY'ne kapatacağını açıkladı. Demek ki, referandum İran tarafından ciddi bir ambargo ile IKBY'nin baskı altına alınması sonucunu doğuracak.

Türkiye referandumun iptalini istedi. Hatta, referandumun yapılmasının bir "savaş sebebi" olarak görüleceğini dile getiren çevreler dahi oldu. Bu söylem tabii ki çıtayı yükseltti. Önce sınırda askeri tatbikatlar başladı. Ardından 27 Eylül tarihinde yapılması öngörülen Milli Güvenlik Konseyi toplantısı 22 Eylül tarihine alındı ve toplantının sonunda yayımlanan bildiride IKBY'ne yönelik bir dizi uyarıda bulunuldu.

Yazının Devamını Oku

Birleşmiş Milletler genel kurulu ve iki dünya lideri

21 Eylül 2017
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun (BMGK) açılışları her zaman uluslararası gündemin ilgisini çekmiştir. Üye ülkelerin Devlet ve Hükümet Başkanları BMGK açılışında yaptıkları konuşmalarda önemli mesajlar verirler. Kimi bölgesel mesajlar verir, kimi dolaylı olarak iç politika mesajları verir, kimi de küresel mesajlar...

Küresel ilişkiler bakımından uluslararası toplumun dikkatle üzerinde durduğu konular dile getirilir, adeta gelecek yılki açılışa kadar geçecek süre zarfında uluslararası gündemde öne çıkacak olan sorunlar belirtilir ve bunlar hakkındaki yaklaşımlar anlatılır. Dünyanın en önemli uluslararası forumu olan BMGK'da yapılan konuşmalar bu nedenle ülkelerin vermek istedikleri mesajları tüm dünyanın duyduğu ve dinlediği bir ortamda dile getirmelerine fırsat verir.

 

Bu yıl da öyle oldu. Birleşmiş Milletler'in 72. Dönem Genel Kurulu vesilesiyle yapılan konuşmalarda en çok dikkati çeken konuşmalar ise bu yıl bu foruma ilk kez hitap eden iki devlet başkanına aitti. ABD Devlet Başkanı Donald Trump ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron.

 

Bu iki devlet adamının konuşmalarının dikkat çeken yanı sadece bu forumda ilk kez kürsü alıyor olmaları değil. ABD ve Fransa, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesinden ikisi. Dolayısıyla, bu iki liderin söyleyecekleri dünya gündeminin belirlenmesi ve uluslararası ilişkilerin seyri bakımından da önem taşıyor.

 

Trump'ın konuşmasına bakılırsa, bu yıl savaş rüzgarları esecek. İran'dan Kuzey Kore'ye kadar bir dizi uluslararası sorun ile meşgul olacağımız uluslararası ilişkiler gündeminde ABD'nin politikasının  Trump'ın hırçın, tehditkar ve "ezer geçerim" tarzlı yaklaşımının etkisinde kalmaya devam edeceği anlaşılıyor.

 

Yazının Devamını Oku

İki referandum ve Bağdat- Madrid ekseni

18 Eylül 2017
25 Eylül tarihinde Irak'ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) tarafından bir referandum düzenlenmesi planlanıyor. IKBY Başkanı Mesut Barzani bu referandum ile bölgede yaşayan Kürt halkına bağımsızlığı destekleyip desteklemediklerinin sorulacağını belirtiyor.

2005 yılının Ocak ayında Irak genelinde düzenlenen seçimler sırasında, IKBY'de seçmenlere aynı soru sorularak bir yoklama yapılmıştı. Herhangi bir bağlayıcılığı olmayan ve gayriresmi bir düzenleme olarak kabul edilen bu yoklamada halkın %98,8'inin IKBY'nin bağımsızlığını desteklediği görülmüştü. O dönemde Bağdat yönetimi bu sonucu sembolik bir girişim olarak algıladığı için üzerinde durmamıştı. Ancak Kürt halkının beklentilerinde bir gerileme olmadı.

 

Bugün durum farklı. Bağdat 25 Eylül tarihinde IKBY'de  referandum düzenlenmesini Irak'ın toprak bütünlüğüne bir tehdit olarak algılıyor, referandumun yasa dışı olduğunu ileri sürüyor ve sonucunun Irak hükümeti tarafından tanınmayacağını belirtiyor. Irak meclisi de referandum girişimini reddetti. Diyala ve Salahaddin vilayetlerindeki yerel yönetimler de referandumun kendi sınırları dahilinde düzenlenmesini kabul etmeyeceklerini bildirdiler.

 

Durum gergin ve önümüzdeki bir hafta zarfında daha da gerginleşeceğe benziyor, zira Irak Başbakanı Haydar el-Ibadi referandumun şiddetle sonuçlanması halinde Irak yönetiminin askeri müdahalede bulunacağını belirtti. Böyle bir müdahale, IŞİD ile mücadeleyi daha yeni yeni tamamlamaya çalışan Irak'ta yeni bir iç kutuplaşma ve sıcak çatışmanın habercisi gibi görünüyor.

 

Benzer bir durum İspanya'da da söz konusu. Orada da Katalonya'da 1 Ekim tarihinde Katalonya'nın bağımsızlık isteyip istemediği konusunun halka sorulacağı bir referandum planlanıyor.

 

Yazının Devamını Oku

Dış politika, iklim değişikliği, sonbahar...

14 Eylül 2017
Eylül ayı ile birlikte dış politika konuları yeniden hız kazandı.

 

Önümüzde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantıları var. New York'a gitmeden önce Türkiye'nin gündeminde öne çıkan konuların ne olduğunu gözden geçirdiğimizde yine güney sınırlarımız ve Suriye ile Irak'ta beklenen gelişmeler öne çıkıyor.

 

Irak'ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin (IKBY) 25 Eylül tarihinde düzenleyeceği belirtilen referandum bölgenin zaten karışık ortamını sarsmaya aday. Referandumun gerçekleşmesi hemen bağımsız bir Kürdistan devletinin ortaya çıkmasına yol açacak olmasa dahi, Irak'ta yeni bir gerginliğe yol açabilecek bir sebep olarak görülüyor.

 

Referanduma öncelikle Irak yönetimi karşı. Irak'ın toprak bütünlüğüne yönelik olarak ciddi bir tehdit oluşturacağı belirtilen bu gelişmenin Irak'ta tam IŞİD'e karşı sürdürülen mücadelenin olumlu bir sonuca ulaşacağı sırada gelmesi Bağdat yönetimini ciddi biçimde tedirgin ediyor.

 

Musul ve Telafer'de Irak ordusunun elde ettiği kazanımlar Irak'ın bütünlüğünü tehdit eden en önemli unsur olan IŞİD'in uzun yıllardan sonra nihayet geriletilmesine ve Irak yönetiminin ülke toprakları üzerinde önemli bir kontrol sağlayabilmesine zemin hazırlamış idi. Hal böyle iken, Bağdat'ın karşısında bu defa  ülkenin siyasi birliğini tehdit eden bir Kürt-Arap gerginliği, Kerkük'te buna eklenen bir Kürt-Türkmen gerginliği belirmek üzere. Üstelik, böyle bir gelişme sadece Irak yönetimini değil, bölgede başta Tahran ve Ankara olmak üzere diğer komşuları da tedirgin ediyor.

Yazının Devamını Oku

Batı ile Rusya arasındaki silahlanma yarışı ve yeni soğuk savaş tehdidi

11 Eylül 2017
Rusya 14-20 Eylül tarihleri arasında Soğuk Savaş'ın sona ermesinden beri düzenlenen en büyük askeri tatbikatı gerçekleştirmeye hazırlanıyor.

Tatbikat, Rusya ve Belarus tarafından ortaklaşa düzenlenecek. Ukrayna Cumhurbaşkanı Poroshenko, Rusya'nın tatbikat sona erdikten sonra askerlerini Belarus topraklarından çekmeyeceğini ve aslında Batı ile büyük bir savaşa hazırlanmakta olduğunu ileri sürüyor. Bu da Avrupa kıtasında tüm dikkatlerin bu askeri tatbikata yoğunlaşmasına sebep oluyor.

Rusya'nın gerçekleştireceği tatbikatın adı Zapad-2017. "Zapad" Rusça'da "Batı" anlamına geliyor. Zapad-2017 askeri tatbikatının Rusya, Belarus ve Kaliningrad topraklarında düzenleneceği belirtiliyor.

Kaliningrad, bilindiği gibi Rusya Federasyonu'na ait olmakla beraber Rusya'ya doğrudan kara bağlantısı olmayan ve Baltık Denizi kıyısında Polonya ile Litvanya arasında yer alan bir toprak parçası. Yaklaşık bir milyon nüfusu olan bu bölge Rusya için çok önemli bir askeri üs niteliği taşıyor. Baltık Denizi'nde Rusya'ya ait olan limanlar içinde kış koşullarında buz tutmayan yegane liman olması Rusya'nın donanmasına hızlı intikal gücü sağlıyor. Ayrıca, Kaliningrad bölgesinde yaklaşık 12.000 kadar Rus askeri personelinin bulunduğu, Rusya'nın buraya taktik nükleer silahlar konuşlandırdığı, S-400 füzeleri ve İskender füzelerini de yerleştirdiği belirtiliyor.

2014 yılında Ukrayna'nın doğusunda meydana gelen çatışmaların ardından Doğu Ukrayna toprakları Ukrayna'nın kontrolünden çıktı ve Kırım Rusya tarafından ilhak edildi. Bu gelişmeyi izleyen son üç yılda Batı ile Doğu arasındaki gerginlik ve silahlanma yarışı, her iki tarafta da artan karşılıklı kuşku ve güvensizlikle birlikte son zamanlarda endişe verici bir boyut kazandı. Doğu Ukrayna'daki fiili durum bir türlü geri çevrilemiyor ve Batı'lı ülkeler Rusya'nın askeri kuvvet kullanarak sınırların değişmesine yol açtığını, dolayısıyla Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın (AGİT) kuruluşunun dayanakları olan Helsinki Nihai Senedi, Paris Şartı ve uluslararası hukuku ihlal ettiğini belirtiyor. Ukrayna sorunu, aslında son yıllarda Batı ile Rusya arasındaki gerginliğin en temel sebeplerinden birini oluşturuyor.

Batı, özellikle de NATO'ya nispeten yeni üye olan Polonya ile Estonya, Letonya ve Litvanya'dan oluşan Baltık ülkeleri Rusya'nın yakında kendilerine de saldırı düzenleyebileceğini, bunun topyekün NATO güvenliği için büyük bir risk haline geldiğini ileri sürüyorlar. Son birkaç yıldır Estonya başta olmak üzere Baltık ülkelerinin siber saldırıya maruz kalmaları da bu kuşkuyu destekleyen bir sebep olarak gösteriliyor. Bu nedenlerden ötürü, 2016 yılında yapılan Varşova Zirvesi'nde NATO Baltık ülkelerinde çokuluslu askeri kuvvetler konuşlandırma kararı aldı ve Rusya'nın böyle bir niyeti olması halinde bunun engellenmesi için gereken hazırlığa sahip olduğunu gösterdi. Böylelikle, Baltık ülkelerine de bir bakıma güvence verdi.

Aslında bütün bu gelişmelere ve NATO'nun yeni askeri konuşlandırmalarına rağmen Baltık coğrafyasında Rusya askeri üstünlüğünü sürdürüyor. Ancak, sanki bu durum kendine yeterli güvence vermiyormuş gibi, Rusya Batı'nın Kaliningrad'a bir saldırı düzenleyebileceği ihtimali üzerinden hareket ederek askeri dengeleri kendi lehine olacak düzeyde tutmaya, hatta artırmaya özen gösteriyor. Dolayısıyla, bölge şu sırada askeri gerginliğin ve silah konuşlandırmanın karşılıklı olarak yoğunluk kazandığı bir coğrafyaya dönüşüyor.

İşte böyle bir dönemde gerçekleşecek olan Zapad-2017 tatbikatı Batı tarafından endişelerin daha da artmasına sebep olarak görülüyor. Belarus tatbikatın 13.000'den daha az sayıda askeri kuvvetle gerçekleştireceğini açıkladı. Bu rakam önemli zira AGİT'in askeri faaliyetlerin takibine imkan tanıyan, erken uyarı ve kriz önleme hükümleri içeren Viyana Belgesi, bu sayının üzerinde kuvvet içeren askeri tatbikatları "büyük askeri tatbikatlar" olarak kabul ediyor ve bu konuda tarafların birbirlerine ön bildirimde bulunmalarını zorunlu tutuyor.

Belarus'un açıklamalarına rağmen, Batı ülkeleri tatbikatın 60.000 ile 100.000 arasında askeri personelin katılımıyla gerçekleşeceğini hesaplıyor. Bu durum Batı'da Rusya'nın askeri tatbikatlar bahanesiyle Batı'ya doğru asker kaydırmakta olduğunu, dolayısıyla Belarus topraklarındaki askeri varlığını ve NATO sınırlarına yaptığı yığınağı artırdığını düşündürüyor. Ukrayna Devlet Başkanı Poroshenko'nun uyarıları da buna işaret ediyor.

Yazının Devamını Oku

AB yolu Brüksel'den mi geçer Berlin'den mi?

7 Eylül 2017
Türkiye-Almanya ilişkilerinin en gergin döneminden geçiyoruz. Gerginlik yatışmak yerine karşılıklı suçlamalarla sürekli biçimde tırmanıyor. Türkiye'de bazı çevrelerde bu durumun "seçim öncesi popülizm uygulaması"ndan kaynaklandığı şeklinde yorumlar yapılıyor. Bu tür yorumlar yapıldıkça 24 Eylül'de Almanya'da yapılacak seçimlerden sonra ikili ilişkilerdeki  olumsuz gidişin düzeleceği sanılıyor.

Dış politikanın yanlış varsayımlar üzerinden kurgulanmasının büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlanması kaçınılmazdır. Türkiye-Almanya ilişkileri uzun sürecek bir krizin içinde. Bu krizin Almanya'da yapılacak seçimlerden sonra yeni bir parlamentonun oluşması ve yeni bir hükümetin kurulmasıyla birlikte sona ereceğini sanmak hayalcilik olur. Üstelik bu kriz sadece Türkiye'nin Almanya ile ikili ilişkilerini değil, Türkiye'nin AB ile ilişkilerini de olumsuz olarak etkileyecek.

 

Türkiye'nin AB üyeliğine Almanya'nın yıllardan beri sıcak bakmadığını Avrupa'da da Türkiye'de de bilmeyen yok. İktidardaki Hristiyan Demokrat Birliği partisi, kısa süre önce yaşamını yitiren Helmut Kohl'ün döneminden beri Türkiye'nin AB üyeliği konusuna olumsuz bakan bir politika izleyegelmiştir. Helmut Kohl tarafından partinin liderliğine yükselmesine yardımcı olunan Angela Merkel de partisinin bu konudaki politikasını önemli bir değişikliğe uğratmadan korumuştur.

 

Almanya, Kıbrıs sorunu gibi Türkiye'nin AB üyeliğini engelleyen faktörler olarak görülen konular ön planda olduğu sıralarda kendi politikasını bu kadar yüksek sesle dile getirmeye ihtiyaç duymamıştır. Almanya gelişen ikili siyasi ve ekonomik ilişkiler ile Almanya'da yaşayan ve sayıları üç milyonun üzerinde olduğu bilinen Türkiye kökenli Almanya vatandaşlarının iki ülke arasında oluşturdukları bağı önemsemiştir. Bu durum Almanya ile Türkiye arasındaki ilişkilerin bozulmasını engellemiştir.

 

Almanya açısından bakıldığında, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan, Fransa, Avusturya gibi ülkeler Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olumsuz tutumlarını dile getirdikçe, bunların gölgesinde kalmak tercih edilmiş ve bu politika Almanya'yı ön plana çıkmaktan korumuştur. Oysa Angela Merkel'in fırsat buldukça Türkiye'nin AB üyelik müzakerelerinin ucu açık bir süreç olduğunu söylediği hatırlanacak olursa, Almanya'nın gerçek resmi politikasının ne yönde olduğu sorusunun yanıtı net biçimde ortaya çıkar.

 

Yazının Devamını Oku

Kuzey Kore ne istiyor?

4 Eylül 2017
Bu yıl dünyayı meşgul eden sorunlar arasında Kuzey Kore giderek yükselen bir eğri çiziyor. Bir yandan kıtalararası balistik füze teknolojisini ilerletmeyi, bir yandan da bu füzelere nükleer başlık takma denemelerini sürdüren Kuzey Kore tüm dünyayı tedirgin ediyor.

3 Eylül Pazar günü Kuzey Kore tahrip gücü yüksek bir hidrojen bombası imal ettiğini açıkladı. Bu açıklamadan birkaç saat sonra, ülkenin kuzeyinde daha önce nükleer denemelerin gerçekleştirildiği bir bölgede, yeryüzünden on kilometre derinlikte 6,3 kuvvetinde bir deprem sarsıntısının meydana geldiği ABD, Güney Kore, Japonya ve Çin yetkilileri tarafından açıklandı.

 

Bu gelişmenin hemen ardından Kuzey Kore basını bir hidrojen bombası denemesinin başarıyla gerçekleştirildiğini duyurdu. Çin kaynakları, birinci sarsıntıdan hemen sonra, aynı noktada bu defa 4,6 kuvvetinde bir sarsıntı daha tespit edildiğini, bunun da bir tür "artçı şok" olarak belirlendiğini açıkladılar. Japonya yaşanan bu patlamaların Kuzey Kore tarafından gerçekleştirilen altıncı nükleer deneme olduğunu belirtiyor.

 

Kuzey Kore elinde menzili yedi bin kilometreye kadar ulaşabilen kıtalararası balistik füzeler bulunduğunu ileri sürüyor. Bu mesafe, sadece geçtiğimiz ay gündeme gelen ve ABD toprağı olan GUAM'ı değil, aynı zamanda ABD'nin anakarası ve batı kıyılarını da Kuzey Kore'den atılacak füzelerin menzili içine sokuyor. Öte yandan, yapılan nükleer denemeler bu konuda tam anlamıyla somut bir veri oluşturmasa da, eğer Kuzey Kore'nin iddia ettiği gibi bu füzelere nükleer başlık yerleştirme teknolojisi de elde edilmiş ise, Kuzey Kore ABD'yi nükleer bir tehditle karşı karşıya bırakıyor.

 

Peki, bütün bunlar bir nükleer savaşa doğru yaklaştığımız anlamına mı geliyor? Kuzey Kore'nin lideri Kim Jong-un'un hedefi gerçekten böyle bir savaş çıkarmak mı? İşlerin bu kadar ileri bir safhaya varma tehlikesini ne kadar ciddiye almak gerekiyor?

 

Yazının Devamını Oku

Avrupa Birliği yenilenirken...

31 Ağustos 2017
Hafta başında Paris'te yapılan ve Avrupa'nın karşı karşıya olduğu en önemli sorunlardan biri olan mülteci krizini ele alan toplantı Avrupa Birliği'nin geleceği hakkında da bazı işaretler içeriyor. Paris'teki zirvede sadece dört AB üyesi vardı: Fransa, Almanya, İspanya ve İtalya. Göç ve mülteci krizinin görüşüldüğü bu toplantıya üç Afrika ülkesi davet edilmişti: Libya, Çad ve Nijer.

Fransa, Suriye'den kaynaklanan ve Türkiye üzerinden önce Yunanistan ve Balkanlar'a, oradan da doğu ve orta Avrupa'ya yayılan göç ve mülteci krizinin Türkiye ile AB arasında varılan mutabakat sonucu nispeten kontrol altına alınmasından memnun görünüyor. Ancak, güney komşuları olan İspanya ve İtalya ile birlikte, mülteci ve göç sorununun odak noktasının Doğu Akdeniz'den Libya'ya doğru kaymasından ve AB'nin Akdeniz'e kıyıdaş bu üç ülkesi üzerindeki baskıdan endişe duyuyor.

 

Paris'teki toplantı AB'nin önde gelen dört büyük ülkesi arasındaki eşgüdümü kuvvetlendiren bir gelişme. Bu dörtlü arasındaki yakınlık ileriye dönük olarak Avrupa'nın diğer önemli meselelerinde de bir tür çekirdek danışma mekanizmasına doğru evrilebilir.

 

Avrupa Birliği'nin gündemindeki en önemli konulardan biri göç ve mülteci sorunu ise, diğeri de elbette Birleşik Krallık'ın AB'den ayrılması süreci, yani "Brexit". Bu süreç başladı, ancak başlaması tartışmaları daha da artırdı. Birleşik Krallık'ta halk bu konuda yapılan referandumda AB'den ayrılma yönünde karar çıkmasının olası yansımalarını yeni kavramaya başladı. Doğal olarak bu durum Birleşik Krallık içindeki siyasi tartışmaları da hızlandırdı. Ancak Avrupa Birliği Brexit konusunda artık düğmeye basıldığını, Londra'nın sadece "ortak pazar" özelliğine dayalı bir ilişki sürdürmesinin kabulünün mümkün olmadığını, üstelik sadece gümrük birliği üzerinden bir bağın da benimsenmediğini ısrarla vurguluyor.

 

24 Eylül tarihi birçok açıdan AB'nin yeni yöneliminin  şekillenmesinde kilidin çözülmesine yardımcı olacak. Bu tarihte Almanya'da yapılacak seçimler sonunda ortaya çıkacak olan yeni Alman hükümetinin önündeki en öncelikli gündem maddesini de "AB'nin geleceği" oluşturuyor.

 

Yazının Devamını Oku