Önce iklim değişikliğinin ne anlama geldiğini irdelemekte yarar var. İklim değişikliği ile, özetle, karbon dioksit, metan ve bütan gibi "sera gazları"nın atmosferdeki ısının değişimine engel olması nedeniyle meydana gelebilecek ısınma kastediliyor. Sera gazları ısının atmosferi terk etmesini engelledikleri için küresel ısınma olgusuyla karşılaşıyoruz. Isı atmosferi terk edemediği için, yazlar daha sıcak, kışlar ise sıcak geçmeye başlıyor.
Sera gazları salınımını en çok tetikleyen olgu sanayileşme. Teknolojik ilerlemeyle birlikte enerji üretimine daha çok ihtiyaç duyuluyor. Enerji üretimi de sera gazı salınımını artırıyor. Enerji üretiminde de en çok elektrik enerjisi üretimi sera gazı salınımını tetikliyor.
Paris İklim Değişikliği Anlaşması'na imza koyan ülkeler 2030 yılına kadar dünya üzerindeki sıcaklık artışının iki derece santigratın üzerine çıkmaması için önlemler almayı taahhüt ediyorlar. Hatta, mümkünse bu artışı bir buçuk derece ile dahi sınırlamayı öngörüyorlar.
Peki bu nasıl olacak? Enerji ve özellikle elektrik üretiminde sera gazı salınımını azaltmak, böylece küresel ısınmayı dizginlemek nasıl mümkün olacak? Sera gazı salınımını artıran ve atık olarak bu gazları atmosferde bırakan enerji üretim kaynakları fosil kaynaklar. Fosil kaynaklar demek hidrokarbon kaynaklar, yani kömür, doğalgaz ve petrol anlamına geliyor. Bunların kullanımının azaltılması gerekiyor ki küresel ısınmanın, dolayısıyla iklim değişikliğinin önü alınabilsin.
Bu olgu son yıllarda çağdaş demokratik toplumlarda farklı lider tiplerinin öne çıkmasına yol açtı. Bu akımdan ABD'nin de nasibini aldığını ileri sürenler Donald Trump'ın başkan seçilmesini örnek olarak gösteriyorlar. Sosyal medyanın da tesiriyle, yeni zamanların liderleri artık kamuoyuna çok daha doğrudan ve çok daha çabuk şekilde ulaşabiliyor, mesajlarını iletebiliyor ve kitleleri harekete geçirebiliyorlar.
Donald Trump'ın sosyal medya üzerinden ABD ile diğer ülkelerin ilişkileri konusunda verdiği mesajlar bu alanda en çok dikkati çeken örnekleri oluşturuyor. Son olarak NATO devlet ve hükümet başkanları toplantısı için önce Brüksel'de, daha sonra G-7 zirvesi için Sicilya'da muhatapları ile bir araya gelen Donald Trump şimdi nedense Almanya'yı diline doladı. En son "tweet"lerinden birinde "ABD'nin Almanya ile son derece büyük ticaret açığı olduğunu, üstelik Almanya'nın NATO ve savunma harcamaları alanında yapması gereken katkının çok altında kaldığını" dile getirdi ve bunun değişmesi gerektiğini vurguladı.
Trump'ın Almanya'nın dış ticaret fazlasına sahip olduğunu yakından izlediği anlaşılıyor. NATO ve savunma harcamaları konusunda dile getirdiği serzeniş ile de örgüt üyelerinin Gayrisafi Yurt İçi Hasıla'larının (GSYİH) en az %2'si oranında savunma harcaması yapmaları gerekliliğine işaret ettiği açık. Ne var ki, başka hiçbir ülkenin devlet başkanı uluslararası ilişkilere sadece finans penceresinden bakmıyor.
Angela Merkel savunma harcamaları konusunda Almanya'nın yakında eksikliğini gidereceğini açıkladı. Ancak Trump'ın Avrupa'lı müttefiklere karşı duyarsız ve kırıcı ifadelerde bulunması ve bunu "tweet"leriyle yapması ister istemez NATO'nun içinde de bazı sorgulamalara yol açıyor. Nitekim, Merkel'in Trump ile son aylarda her karşılaşmasında yeni bir anlayış farklılığı ortaya çıkmaya başladı. Merkel'in bu duruma cevabı da nihayet geldi. Almanya Başbakanı, "artık Avrupa'lı müttefiklerin kendi başlarının çaresine bakmalarının zamanı geldi" dedi.
Brzezinski ABD'nin uluslararası ilişkiler alanında önde gelen bir akademisyeni olarak hatırlanacak. 1928 yılında Varşova'da doğan Brzezinski'nin ailesinin kökenlerinin Polonya'nın doğusunda, şimdi Ukrayna toprakları içinde kalmış olan Brzezany kasabasından geldiği, soyadının da buna dayandığı söyleniyor. Babası Tadeusz Brzezinski 1931-1935 yılları arasında Almanya'da, 1936-1938 yılları arasında da Sovyetler Birliği'nde Polonya'lı bir diplomat olarak görev yapmış. 1938'de Montreal'e Başkonsolos olarak tayin edilen baba Tadeusz ikinci dünya savaşının başlamasıyla birlikte bir daha Polonya'ya dönememiş. Oğul Brzezinski'nin de kariyeri önce Montreal'de McGill Üniversitesi'nde, sonra ABD'de Harvard'da devam etmiş.
1958 yılında ABD vatandaşlığına geçen Zbigniew Brzezinski Columbia Üniversitesi'nde sürdürdüğü akademik yaşamında Sovyetler Birliği odaklı çalışmalar yürütmüş. 1975 yılında Jimmy Carter'a dış politika danışmanlığı yaparak başladığı siyasi kariyeri, 1976'da Carter'ın ABD Başkanı seçilmesiyle birlikte parlamış ve 1977'de Başkan'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olmuş.
Brzezinski'nin ABD dış politikasındaki önemi Cumhuriyetçi Parti'nin ABD Başkanı Nixon'un ve onun danışmanı Henry Kissinger'ın karşısında Demokrat Parti'nin Başkanı Jimmy Carter'ın dış politikasını kurgulayan danışman olarak öne çıkmasıdır.
Kissinger-Brzezinski farklılığı özellikle kendini ABD'nin bu iki uluslararası ilişkiler profesörünün "detant" anlayışında gösterir. Kissinger döneminde Sovyetler Birliği ile ilişkilerde gerginliğe neden olunmaması için insan hakları, temel hak ve özgürlükler konusunu nispeten geri plana iten, silahlanmanın kontrolüne daha fazla önem veren bir anlayış hakim olmuştur.
Brzezinski ise bu konuların geri plana atılmasının Sovyetler Birliği'ni cesaretlendireceğini söyleyerek güçlü askeri pozisyonlardan hareket edilmesini ve Doğu Bloku içindeki insan hakları ihlallerinin üzerine gidilmesini savunmuştur. Brzezinski'nin temel insan hakları ve özgürlükler konusuna kendini bu denli adamış olmasında çocukluğunu Nazi Almanya'sının yükseliş yıllarında ve Stalin'in Sovyetler Birliği'nde geçirmesinin önemli rolü oynadığı anlaşılıyor.
Bu ilkeli tutumu Brzezinski'yi Helsinki Nihai Senedi, daha sonra Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, ABD'nin Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkilerinin normalleşmesine yönelik adımların atılması gibi tarihi olaylarla hatırlamamıza yol açmıştır. En önemli başarılarından biri de Mısır ile İsrail arasında imzalanan Camp David Barış Anlaşması'dır.
Bugün Avrupa Birliği Konseyi Başkanı olarak görev yapan Donald Tusk ise 1957 Gdansk doğumlu. Siyasete ilgisi üniversite yıllarında başlıyor ve grev yapan işçilere karşı polisin şiddet uygulamasına şahit olmasıyla pekişiyor. 1980 yılında Gdansk Üniversitesi'nden tarih bölümü mezunu olarak çıkınca da kendini Gdansk'ta büyüyen ve komünist yönetime karşı demokratik değerleri savunan ünlü "Dayanışma" hareketinin içinde buluyor.
Tusk kendi kurduğu Sivil Platform adlı siyasi partinin başında 2007 seçimlerini kazanarak Başbakan olduktan sonra 2011 yılında da seçimleri kazanıyor ve Başbakanlığını sürdürüyor. Polonya'nın komünist idareden kurtulmasından sonra ülkesinin demokratik tarihinde ardı ardına iki kez seçilen ilk Başbakan olmakla da adını unutulmayacak şekilde Polonya siyasetine yazdırıyor.
Bu üst düzey toplantı NATO'nun bilinen resmi nitelikli "zirve" toplantılarından değil. Maksat ABD'nin yeni başkanı Donald Trump ile diğer NATO liderlerinin tanışması. Dolayısıyla, toplantı sonunda bir bildiri yayımlanması da öngörülmüyor. Bununla birlikte NATO ülkelerinin tüm liderlerinin bir araya geldikleri bu toplantıda ileriye dönük olarak bazı önemli kararların alınması bekleniyor.
Toplantıda öncelikle Trump'ın teröre karşı ortak hareket etme düşüncesini gündeme getirmesi ve buna bağlı olarak Irak ve Suriye'de IŞİD'e karşı sürdürülen mücadeleye NATO üyesi ülkelerin daha fazla destek vermelerini istemesi bekleniyor. Ancak Trump bu beklentiyi dile getirse dahi, NATO içinde bu konuda oybirliğinin sağlanması zor görünüyor. Fransa Cumhurbaşkanı'nı yeni seçti, ayrıca Haziran ayında bir de parlamento seçimi yaşayacak. Almanya Eylül ayında parlamento seçimleri yapacak. Birleşik Krallık ise 8 Haziran tarihinde parlamento seçimlerine gidiyor.
Birleşik Krallık'ın, Manchester saldırısının da etkisiyle, terörle mücadeleye artan destek verilmesi konusunda ABD'ye daha yakın bir tutum takınması mümkün. Fransa ile Almanya bu konuya biraz daha mesafeli duruyorlar. Fransa askeri kaynaklarının bir kısmını Afrika'da sürdürdüğü terörle mücadele harekatlarında kullandığı için Irak ve Suriye sahasına biraz daha gönülsüz bakıyor. Almanya'nın da IŞİD'le mücadeleye asker katkısı konusunda Fransa'ya yakın durduğu biliniyor.
Türkiye'nin komşu coğrafyasındaki ülkelerle yakından ilgilenme ve çevresinde barış ve istikrara katkı sağlama üzerine kurgulanan aktif dış politikası, sanılanın aksine, 21. Yüzyılın başında değil, 20. Yüzyılın sonunda başlamıştır. Bu ihtiyacın sebebi de Sovyetler Birliği'nin dağılmasıdır.
Son yirmibeş yılda uluslararası ilişkiler sahnesinde öyle sarsıcı gelişmeler oldu ki, 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasının sistemde ne kadar büyük bir etki yaptığı unutuluyor. Oysa bu gelişme on yıl sonra yaşanan ikiz kuleler faciasından ve yirmi yıl sonra yaşanan Arap ayaklanmalarından daha köklü bir değişimin sebebi olmuştur.
Herşeyden önce, Doğu-Batı ilişkilerinin yapısı ve dinamiği değişmiştir. Sovyetler Birliği dışında, eskiden Varşova Paktı üyesi olan ülkelerin tamamı bugün NATO üyesidirler. Sovyetler Birliği'nin parçası olan Litvanya, Estonya ve Letonya da öyle. Bu durum soğuk savaşı Rusya'nın kaybettiği şeklinde yorumlara dahi yol açmıştır.
Rusya son yirmibeş yılda kendine çeki düzen vererek şimdi uluslararası ilişkiler sahnesindeki etkisini ağır adımlarla yeniden hissettiriyor. Sorun, bu geri dönüşün salt barışçı yöntemlerle yapılıyor olmamasında. Türkiye ise, yirmibeş yıl önce başlattığı önemli atılımlarının istenen başarıya ulaşamamasının hüznünü yaşıyor.
Türkiye'nin 1992 yılında KEİ'nin kuruluşu ile ilgili atılımının arkasındaki dış politika anlayışı komşuları arasında ayırım gözetmeme, tüm aktörlere eşit mesafede durma ve bu aktörlerin tümümün barış ve istikrara yapıcı katkıları olduğuna inanma üzerine dayandırılmıştı. Nitekim, Türkiye Karadeniz coğrafyasının Kafkasya ile bütünlük oluşturduğunu düşünerek, Gürcistan'ın yanı sıra, bölgeye bitişik olan Ermenistan ve Azerbaycan'ı da ayırım gözetmeksizin KEİ üyeliğine davet etmişti.
Daha da önemlisi, Türkiye KEİ'nin ileride bölgede Avrupa Birliği ve NATO ile bütünleşmeye doğru evrilecek bir sürecin öncülüğünü yapacağını öngörmüş, Karadeniz ile hiç bir ilgisi olmadığı halde, AB ve NATO üyesi olan Yunanistan'a da aynı daveti yapmıştı.
KEİ siyasi bir örgüt değil, bir güvenlik örgütü de değil. Kuruluşundan itibaren üye ülkeler arasında iş ilişkilerini, ticari ilişkileri ve bunlardan hareketle sosyal, kültürel ve ekonomik yakınlaşmayı sağlamak suretiyle üye ülke halkları arasındaki anlayışı güçlendirmeyi hedefliyor.
Bu durum başlangıçta serbest piyasa ekonomisine sahip olmayan ve bu konuda Türkiye gibi bir ülkenin deneyimlerine ihtiyaç duyan eski komünist blok ülkeleri için önemli bir açılımdı. İlişkilerin bu alanlarda gelişmesinin, üye ülkeler arasında çıkabilecek siyasi gerginliklerin aşılmasında da kolaylaştırıcı bir rol oynayacağı umuluyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Rusya, Çin ve ABD ziyaretleri gündeme damgasını vurdu. Şimdi önümüzde önemli bir ziyaret daha var. Gelecek hafta Brüksel'de esasen ABD Başkanı Trump'ın NATO liderleriyle ilk toplu buluşmasına sahne olacak bir NATO zirvesi öngörülüyor. Ancak Brüksel'de Türkiye ile AB arasında bir üst düzey toplantı yapılması olasılığı da var.
Türkiye'nin Rusya ile olan ilişkileri yakın tarihin en önemli krizini yaşadıktan sonra yeni düzelmeye başladı. Bu düzelme beklendiği kadar hızlı ilerlemiyor. Beklendiği kadar hızlı ilerlememesi de doğal olarak Türkiye'yi birçok bakımdan olumsuz etkiliyor. Türkiye'nin Rusya'ya olan ihracatına uygulanan yaptırımlar ve engeller adım adım ve yavaş bir şekilde kalkıyor. Vize uygulaması ise henüz kalkmadı ve Türkiye'nin Rusya ile olan iş ilişkilerini olumsuz etkilemeye devam ediyor. Rusya'dan Türkiye'ye gelen turistlerin sayısı da beklenen hızla artmıyor.
Çin ile olan ilişkilerde yakalanan ivme ise Türkiye için oldukça yeni bir gelişme. İki ülke arasındaki ticaret hacmi yükseliyor, Çin Türkiye'nin önemli ticaret ortaklarından biri haline geliyor ve Türkiye'ye gelen Çinli turistlerin sayısı, yavaş da olsa, istikrarlı biçimde artıyor. Çin'in dünya ile entegrasyonunda önemli rol oynaması beklenen ve "Bir Kuşak Bir Yol" projesi adı altında sunulan yeni İpek Yolu içinde Türkiye'ye de bir rol düşeceği anlaşılıyor. Bu proje ile ilgili olarak düzenlenen zirve toplantısı vesilesiyle Çin'e yapılan ziyarette Türkiye ile Çin arasında birçok alanda işbirliğini geliştiren bir dizi anlaşmanın imzalanmış olması önemli bir gelişme.
Fransa'da halkın terörle iç içe yaşamak zorunda kalması nedeniyle ülke uzun süredir olağanüstü hal koşullarında yönetiliyor. Bu durumun nedeni IŞİD tarafından ülkede yapılan terör eylemleri ve bunların sonunda birçok Fransız vatandaşının yaşamlarını yitirmesi. Ülke Mayıs ayı başında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini bu koşullarda yaşadı, muhtemelen Haziran ayında yapılacak olan parlamento seçimlerini de aynı durumda yaşayacak.
Bununla beraber, yeni seçilen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ilk yurt dışı ziyaretini olabildiğince olumlu bir gündemle Berlin'e yapıyor. Aslında bunda pek de şaşılacak bir durum yok. Fransa Cumhurbaşkanlarının seçildikten sonra ilk ziyaretlerini Almanya'ya yapmaları neredeyse bir gelenek haline geldi.
Bu gelenekselleşmenin başlıca sebebi iki ülkenin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa kıtasının bir daha savaş görmemesi hedefine yönelmeleri ve bu maksatla 20. Yüzyılın en büyük barış projesi olarak adlandırılan Avrupa Birliği'nin temelini birlikte atmış olmaları. Bizim coğrafyamızda Türkiye ile Yunanistan'ın böyle bir gelenek edinebilmeleri için kim bilir daha kaç onlarca yıl geçmesi gerekecek...
Macron en kısa zamanda Angela Merkel ile görüşmek ve son zamanlarda Avrupa Birliği etrafında oluştuğu gözlemlenen olumsuz gündemi ortadan kaldırmaya yönelik adımlar atmak istiyor. Avrupa Birliği şu sırada Birleşik Krallık'ın birlikten çıkmasıyla ilgili olumsuz gündemin etkisinde. Bununla beraber, bu durum Macron'un AB'nin geleceğine yönelik olumlu planlar yapmasına ve bunları Merkel ile konuşarak AB'nin yeniden kendine güven kazanmasını sağlayacak bir atılım başlatmasına engel değil.
Ziyarete bir hafta kala Donald Trump SDG'nin ABD tarafından ağır silahlarla donatılmasına ilişkin kararı imzaladı. Trump'ın bu kararı imzalaması Türkiye'de şaşkınlık ve tepkiyle karşılandı. Bu şaşkınlık ve tepkinin sebebi SDG'ni oluşturan unsurlar içinde PYD/YPG'nin ağırlıklı bir konumda yer alıyor olması. Türkiye yıllardır bu unsurların terör örgütü PKK'nın Suriye'deki uzantıları olduklarını ileri sürüyor ve ABD'yi onlarla işbirliği yapmama konusunda uyarıyor.
ABD bu unsurlarla yaptığı işbirliğinin temel gerekçesi olarak IŞİD'e karşı sürdürdüğü mücadeleyi gösteriyor. Yakında IŞİD'in Suriye'de en güçlü şekilde konuşlandığı Rakka'ya karşı başlatılacak olan büyük operasyonun bu unsurlarla işbirliği içinde gerçekleştirileceğini savunan ABD, Türkiye'nin Rakka operasyonuna katılma tekliflerine olumlu yanıt vermiyor.
Öte yandan, ABD'de de, ziyaretten üç hafta önce Türkiye'nin Sincar ve Suriye'nin kuzeyindeki PKK ve PYD/YPG unsurlarını bombalaması şaşkınlık ve tepkiyle karşılandı. ABD'deki şaşkınlığın sebebi olarak, Suriye'nin kuzeyinde bombalanan bölgede ABD askerlerinin bulunuyor olmaları, bu varlığı Türkiye'nin bilmesi ve bütün bunlara rağmen Türkiye'nin ABD tarafına-ABD kaynaklarının ifadelerine göre-"yeterince vakitli şekilde bilgi vermemiş olması" gösteriliyor, bu davranışın ABD askerlerinin güvenliğini tehlikeye soktuğu ileri sürülüyor.
Türkiye ise bu eyleminin gerekçesi olarak sınırı boyunca oluşan PYD/YPG konuşlanmasından duyduğu hoşnutsuzluğu dile getiriyor ve terörle mücadelesi bağlamında güvenliğini temin etmek için gereken önlemleri alma hakkına sahip olduğunu vurguluyor.