Paylaş
Ah o 70’li yıllar... Salonlarda her daim, ‘Felaketim olurdu ağlardım’ çalardı sanki. Sinema seyircisi havadan, karadan; her bir yandan sarılmış gibiydi...
‘Yangın Kulesi’ (‘The Towering Inferno’), ‘Zelzele’ (‘Earthquake’), ‘Poseydon Macerası’ (‘The Poseidon Adventure’), ‘Havaalanı’ (‘Airport’), ‘Çığ’ (‘Avalanche’) vs... İşte size saymakla bitmeyecek onca felaket filmi... Lakin liste bu kadarla da sınırlı değil elbet... Bir de kimi mahlukatın sebep oldukları vardı: ‘Kuşlar’ın (‘The Birds’) açtığı yoldan yürüyen ‘Jaws’, ‘Dev Karıncalar İmparatorluğu’ (‘Empire of the Ants’), ‘Panik’ (‘Kingdom of the Spiders’), ‘Dev Tohumu’ (‘The Foods of the God’), ‘Orca’, ‘Piranha’ gibi...
Bu toplam içinde en kalıcısı, kuşkusuz 1975 tarihli ‘Jaws’ oldu. Çünkü kamera arkasında, sonraları Amerikan popüler sineması için çok önemli bir kıymete dönüşecek genç bir yönetmen, Steven Spielberg vardı. Ayrıca film, dönemin en çok satan kitaplarının birinin uyarlamasıydı. Peter Benchley, denizi korku unsuru olarak kullanan bir yazardı ve ‘Jaws’ta, Amity Island adlı kasabaya musallat olan bir köpekbalığını ve ona karşı mücadeleye soyunan üç adamın hikâyesini anlatıyordu. Spielberg’in filmi gişe rekorları kırarken sinema tarihinin en unutulmazları arasına da girmişti.
‘GİZLİ CENNET’İ ARARKEN
Aradan geçen 40 yılı aşkın sürede ‘Jaws’la ‘benzer sular’da yüzen yapımlara pek rastlamadık. ‘Deep Blue Sea’ ve ‘Open Water’, uzaktan selam yolladı sadece. Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan Jaume Collet-Serra imzalı ‘Karanlık Sular’ (‘The Shallows’) ise mirasın öncelikli sahibi olacak sanki.
Kısaca konu: Nancy, Meksika’da, kanserden kaybettiği annesinin ‘Gizli cennet’ olarak tarif ettiği ve küçükken kız kardeşiyle birlikte kendisini de götürdüğü muhteşem sahili bulmak için yola çıkmış bir Amerikalıdır. Nihayetinde emeline ulaşır. Bomboş bu kıyı şeridinde, sadece denizde sörf yapan iki Meksikalı genç vardır. Nancy de çok geçmeden sörfüyle kendisini dalgalara bırakır. Gençler belli bir noktadan sonra denizden çıkar ve sahili terk ederler. Nancy ise biraz da açığa yollanır lakin bu onun için ölümcül bir hamle olacaktır. Gittiği yönde ölmüş bir balina vardır ve genç kadın, farkında olmadan beyaz bir köpekbalığının beslenme alanına girmiştir. Bir hamle yaparak denizin ortasındaki kaya parçasına tutunur. Yanında bir martı, kendisini kurtarmalarını bekler...
KARANLIK SULAR / Yönetmen: Jaume Collet-Serra / Oyuncular: Blake Lively, Oscar Jeanada, Brett Cullen / ABD yapımı
‘WİLSON’ YERİNE MARTI
Anthony Jaswinski’nin senaryosunu kaleme aldığı ‘Karanlık Sular’da ‘Jaws’taki üçe karşı bir köpekbalığı formülü ‘teke tek’e indirilmiş. Üstelik mücadele alanı açık deniz değil, kıyıdan 180 metre uzaklıktaki bir yer. Nancy’nin tutunabileceği iki nokta var; biri üzerine çıktığı ama suların yükselmesiyle avantajın köpekbalığına geçeceği kayalıklar ve az biraz ötedeki şamandıra... Film, öyküsünü ve gerilimi bu mekânlarda biçimlendirirken ‘Karanlık Sular’ bir noktadan sonra Danny Boyle’un ‘124 Hours’u ya da Robert Redford’lu ‘All is Lost’ türü bir yapıya bürünüyor. Nancy’nın yanındaki martı da, ‘Cast Away’daki Tom Hanks’in yareni Wilson adlı voleybol topu benzeri bir görevi üstleniyor.
‘House of Wax’la dikkati çektikten sonra daha çok Liam Neeson’lı aksiyonlarıyla (‘Kimliksiz’, ‘Non-Stop’, ‘Gece Takibi’) tanınan Katalan kökenli Collet-Serra, ‘Karanlık Sular’da teknik işçiliği üst düzeyde bir filme imza atmış. Özellikle görüntü yönetmeni Flavio Martinez Labiano’nun kadrajları birinci sınıf. Hele de Nancy karakterinde günümüz sinemasının estetik açıdan en farklı kadın oyuncularından Blake Lively de olunca deniz, dalgalar, sörf, muhteşem bir sahil derken bazı kareler ‘moda kataloğu’ tadında olmuş.
GİRME BESLENME ALANIMA
Film 86 dakikalık sürenin ilk yarım saatini bu türden görüntülerle tamamlarken, Nancy’nin cep telefonu üzerinden babası ve kız kardeşiyle yaptığı görüşmelerde de grafik bir anlatım tutturulmuş. Bir başka artı da köpekbalığının ekonomik kullanımı olmuş. Ama bütün bu hamlelere karşın (ki buna ana karakterin tıp eğitimini yarıda bırakmış olması ve kendi yaralarını kendi dikmesi gibi detaylar da dahil) ‘Karanlık Sular’, ‘Kötü adam’ı bir hayvandan seçerek 70’lerde kalmış bir fikriyatın izini sürüyor ve bence demode bir film olmaktan kurtulamıyor. Bu gezegenin gerçek canavarının insan olduğu çok uzun bir süredir bilinen bir gerçek. Kendi halinde bir köpekbalığının beslenme alanına girerek bir tür ‘kendi kaşınan’ Nancy’den kahraman yaratmaya çalışmak beyhude. Üstelik oranın yerlileri olan Meksikalı gençlerin görmediği, bilmediği bir tehlike nasıl ortaya çıkıyor; bu da zorlama. Ama “Bu bir film, bu kadar da mantık aramamak lazım” diyorsanız, ‘Karanlık Sular’ rahatça izleniyor.
ŞEYTAN BUNUN NERESİNDE?
Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn imzalı ‘Neon Şeytan’, görsel açıdan provokatif olmaya çalışan ama fikirsel düzlemde son derece kof bir çalışma. Yamyamlık, lezbiyen nekrofili gibi sahnelerle etki yaratmaya çalışan film, ‘kitsch’ olmayı bile başaramıyor...
Sinemanın, en başından beri yazılı anlatılara göre büyük bir avantajı var; derdiniz basit fikirlerden, herkesin enikonu bilgi sahibi olduğu görüşlerden oluşuyorsa görsel yoldan top çevirerek durumu idare etme şansına sahipsinizdir. Bu tür durumlara karşı, malum güzel bir deyim var; ‘göz boyama’...
Ama rakibesinin gözünü yiyerek (!) bir noktalara gelme metaforunu böylesi bir çağda gözümüzün içine sokarak anlatmaya ise ‘kitsch’ sözcüğü bile yetersiz kalabilir... ‘Vahalla Rising’ ve ‘Driver’ gibi kendisiyle tanışma şerefine nail olduğumuz filmlerine karşı “Fena değil”, “İdare eder” türünden yargılar beslediğimiz, ‘Only God Forgives’de “Herkesin döndüğü yoldan şimdi sen mi gidiyorsun” dediğimiz Nicolas Winding Refn, son çalışması ‘Neon Şeytan’da (‘The Neon Demon’), taşralı bir modelin (ismi Jesse) Los Angeles’ın ışıltılı podyumlarında yükselme öyküsü etrafında, efendim, kıskançlık, güzellik, sahip olma. estetik çılgınlığı gibi duraklara uğruyor, sözde moda endüstrisine ‘neşter’ vuruyor ve bütün bunları ‘şiddet’li sahnelerle beslenmiş görüntüler eşliğinde sunuyor. Başta da söylediğim gibi fikirler bildik ve klişe olunca etkiyi görsel açıdan provokatif sahnelerle sağlamak, top çevirmenin sinemacası oluyor. İşte bu noktada da Refn yamyamlık, lezbiyen nekrofili gibi yama gibi duran, fazlasıyla zorlama ve “Ee, izledik de ne oldu”dan başka bir soruyla bizi baş başa bırakmayan ara rotalara sapıyor.
NEON ŞEYTAN / Yönetmen: Nicolas Winding Refn / Oyuncular: Elle Fanning, Karl Glusman / Fransa, Danimarka, ABD ortak yapımı
ŞEKİL YAPMIŞ!
‘Neon Şeytan’ hakkında yazıp çizen yabancı meslektaşlar karşılaştırma düzleminde temaları açısından Zemeckis’in ‘Death Becomes Her’ünü, stil açısından da Mario Sava ve Dario Argento gibi İtalyan ustaları anmışlar. Valla bence asıl referansı David Lynch ve bazı sahneleri itibariyle de ‘Mulholland Dr.’... Lakin iki kadrajla mesele çözülseydi, etraf Lynch’lerden geçilmezdi (hoş Refn’in iki filminde oynattığı Ryan Gosling, tek yönetmenlik çabası ‘Kayıp Nehir’de Lynch sevgisine layık bir film çekmeyi başardı).
Sevdiğim bir argo tanımlama var: ‘Şekil yapmak...’ Refn de sanki bana ‘Neon Şeytan’da ‘şekil yapmış’ gibi geldi. Danimarkalı yönetmen bundan sonra ne yapar ne eder bilemem ama vatandaşı Lars von Trier de bir zamanlar şekil yapardı ancak belli bir yaştan sonra o da olgunlaştı ve provokatif sinemasının içini doldurdu. Refn için de benzer dileklerde bulunuyorum...
Meraklısına not: Aynı sularda gezinen ve bizde ‘Şeytanın Gözleri’ adıyla oynayan ‘Starry Eyes’, ‘kitsch’in hakkını veren ve ‘Neon Şeytan’a göre meselenin adını, daha doğru bir mantık ve içerikle koyan bir yapımdı. Bir yerlerde rastlarsanız kaçırmayın derim...
SİZ YOKKEN EVDE NELER OLUYOR?
Sinema tarihinin en güzel animasyon serilerinden biri olan ‘Oyuncak Hikâyesi’ (‘Toy Story’), ev sahipleri olmadığında evdeki oyuncakların ne yaptıklarını, nasıl bir düzen içinde hayatlarını sürdürdüklerini anlatır. Bu haftanın animasyon seçeneği ‘Evcil Hayvanların Gizli Yaşamı’ (‘The Secret Life of Pets’) da benzer şekilde, sahipleri dışarıdayken evdeki minik dostlarımızın nasıl bir hayatı paylaştıklarına dair fikirden yola çıkılarak çekilmiş.
Öykünün merkezinde sevimli bir Terrier olan Max var. Sahibesi Katie, günün birinde dev bir köpek olan Duke’le eve gelince, Max’in tek kişilik hâkimiyeti sona eriyor. Katie’nin “Hadi bakalım, kardeş kardeşe oynayın” önerisi, başlarda iki köpek arasındaki mülkiyet sorunlarıyla pek karşılığını bulamasa da kimi gelişmeler sıkı bir dostluğa kapı aralıyor. Bir sokak gezmesi sonrası Max ve Duke’ün, sahipsiz sanılıp barınaklara gönderilmek üzere yakalanmasının ardından öykünün yatağı farklı bir yerde akar; ‘ikili’ sahipleri tarafından terk edilmiş evcil hayvanlardan bir ordu kuran Snowball adlı tavşana karşı mücadele eder.
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI / Yönetmen: Chris Renaud, Yarrow Cheney Seslendirenler: Alper Kul, Çağlar Çorumlu, Aysun Topar / ABD yapımı
Pierre Coffin’le birlikte ‘Çılgın Hırsız’ serisini yöneten Chris Renaud, Illumination Entertainment ve Universal Pictures birlikteliğinin bu beşinci animasyon hamlesini bu kez Yarrow Cheney’le kotarmış. New York kentini de arka planda etkileyici kadrajlarla kullanan film, doğrusu parlak ve orijinal fikirler barındırmasa ve yetişkinlere yeterince seslenmese de minikler için uygun bir seçenek olarak dikkat çekiyor. Aslında asi tavşan Snowball ve ordusu vasıtasıyla öykü bir ara ‘Devrimci’ bir karakter kazansa da film nihayetinde ‘hayvanlar ve olmazsa olmazları, sahipler...’ noktasına geliyor.
Öte yandan ‘Evcil Hayvanların Gizli Yaşamı’ bütün salonlarda Türkçe dublajlı giriyor. Bunu, minik seyircilere yönelik bir hamle olarak anlamak mümkün ama bence çeviri kimi yerlerde fazla ‘yerlileştirilmiş’ ve ‘külhanbeyi’ jargonu ön plana çıkarılmış gibime geldi.
KIYAMET EMANETLERİ!
“Emanet’ini kaybedersen kıyametin yakındır” gibi veciz (!) bir sözün açılımı şeklinde de tanımlanacak (ki bu ifade filme ait) ‘Emanet’, haftanın tek yerli seçeneği. Yönetmenliğini Emre Yalgın’ın üstlendiği (senaryoyu da kaleme almış) yapım, bir sitenin güvenlik görevlisinin polisin sağlayamadığı adaleti yerine getirmek adına mafyöz bir çeteye karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor.
EMANET / Yönetmen: Emre Yalgın / Oyuncular: Tayanç Ayaydın, Elena Viunova, Turgay Aydın / Türkiye yapımı
‘Emanet’, belli bir noktaya kadar tutarlı bir çizgide ilerlerken sona doğru senaryo dağılıyor ve kendi içindeki inandırıcılığını kaybediyor. Aksiyon sahnelerinin de pek üstesinden gelemeyen film, ‘terse yatırma’ hamlelerinde de gerekli etkiyi sağlayamıyor; ki bence asıl problem nasıl olduysa iki karakter, güvenlikçi ve Rus çocuk bakıcısı/hayat kadını arasında doğan aşk...
Ama yine de son dönemde karşımıza gelen onca yerli yapım içinde ‘Emanet’, “Gayret etmiş ama nihayete erdirememiş” kategorisinden sineye çekilebilir.
DİĞER SEÇENEKLER
Haftanın diğer yapımlarına gelince... Mike Flanagan’ın yönettiği ‘Kâbustan Gelen’ (‘Before I Wake’), küçük bir çocuğun etrafında biçimlenen bir gerilim hikâyesi anlatıyor. Filmin minik kahramanını ‘Room’dan hatırladığımız Jacob Tremblay canlandırıyor.
Steven C. Miller’ın yönettiği ‘Kurtarıcı’nın (‘Extraction’) başrollerinde ise Kellan Lutz, Bruce Willis ve Olga Valentina var. Maneesh Sharma imzalı ‘Hayran’ ise bir Hint filmi.
Paylaş