Sadece Mart-Mayıs arasında kayda değer bir kredi patlaması oldu; 17 Mart-19 Mayıs arası 10 haftada TL kredilerde 90 milyar TL’ye yakın bir artış oldu. Bir bankacının deyişi ile “Böyle çeviklik görülmemişti; KOBİ’lerin düştüğü aşırı zor durumda, 250 milyarlık program onaylandı”. Doğruydu; mevcut koşullarda çoğu KOBİ batacaktı, sadece bu programla zaman satın alınmış oldu.
Ama arkasından, verilerle de ortaya çıktı ki bu TL kredi büyümesi kadar TL mevduat büyümesi olamadı. Vadeli TL mevduat aynı dönemde kredi artışının dörtte biri kadar arttı. Tersinden bakanlar için; kredi büyümesi ile artan mevduatın döviz mevduat artışını beslediği görüldü. Yani ‘battaniyeyi’ çekince bu defa ‘ayaklar’ açıkta kalmıştı. TL kredilerin TL mevduatlara oranı rekor seviyede yüzde 140’ı aştı. İşte bu ortamda şu tartışılıyordu; bankaların kredi verecek kaynakları kalmadı, bundan sonrası zorlu olacak.
Hazine kefaleti ile bir ivme sağlandı ama şapkadan sürekli ‘tavşan’ çıkarılması gerekiyor. Kredi büyümesini sağladınız; şimdi kaynak yetmezliğine çözüm bulunması gerekiyor.
Merkez Bankası dün açıkladığı Finansal İstikrar Raporu’nda genelde ‘Alice harikalar diyarında’ kıvamında bir içerik sunuyor. Özellikle “mevduat büyümesi yok, dış kaynak da yeterince gelmiyor” kaygılarını yatıştırmak için “mevduat + diğer kaynaklar” hesabı yapmayı öneriyor. Banka özetle, kredi/mevduat oranında; mevduat dışında öz kaynak, uzun vadeli kaynaklar, sermaye benzeri borçları da eklemek gerekir diyor. Buna göre; kredi/mevduat ve diğer istikrarlı kaynakların oranının 2017 Mart ayı itibarıyla yüzde 82 seviyesinde olduğu not edilmiş. Ancak bunun geçmişi anlattığı, ‘dikiz aynasına bakarak’ yapılan bir analiz olduğu da açık. Bankanın yaptığı da, ‘banka bilançolarından korkmayın’ demek. Sorunu çözmüyor; o da, bugünden itibaren gelecekte, bankalar ilave krediler için ilave TL kaynağı nasıl sağlayacak?
İşte bu noktada, son gelişmelerden görülüyor ki; Ankara’daki ‘cin fikirli’ bürokrat ya da siyasetçiler, bu ihtiyaç duyulan ‘yeni’ TL kaynağın Merkez Bankası’nca sağlanmasına dönük ‘projeler’ üzerinde hala çalışmaya devam ediyor. Şimdi de KGF kaynaklı kredilerin bankalarca banka senedi biçiminde menkul kıymetleştirilmesi, bu banka kredilerinin de Merkez Bankası’nca repo işlemlerine kabul edilmesine dayanan plan kamuoyuna sızdırılıyor. Önce satın alınması fikri pişirilmiş, tepkiler üzerine geri çekilmişti. Hiç fark etmez; Merkez Bankası ister satın alsın, ister repoya kabul etsin; bu bir parasallaştırmadır. Kuru da enflasyonu da patlatır. Tarihin en derin krizine girmiş ABD’de bile, Fed’in devlet tahvili ve kamu nitelikli kuruluşlarca çıkarılan konut kredilerine dayalı menkul kıymetler dışında kıymet satın almadığını, repoya kabul etmediğini biliyoruz.
‘KUR İKRAMI’ SONUCU
Merkez Bankası 17 Şubatta şu kararı almıştı: İhracat ve döviz kazandırıcı reeskont kredilerinde, isteyen şirketin vade uzatabileceği, isteyenin de mayıs sonuna kadar olan vadede döviz olarak yapılması gereken geri ödemelerini TL ile yapabileceği, bunun da yılbaşındaki 3.53’lük dolar kuru üzerinden olacağı açıklanmıştı.
Dün açıklanan Finansal İstikrar Raporu’nda, 17 Şubat-28 Nisan arası dönemde bu ‘imkandan’ yararlanarak düşük kurdan döviz borcunu TL olarak geri ödeyen kredi dosyası sayısının bin 322, miktarının da 3 milyar dolar olduğu açıklandı. Bu tutar, Merkez Bankası’nın bu ‘imkanı’ açıkladığı tarihteki reeskont kredilerinin kabaca 3’te biri. 17 Şubat-28 Nisan arası dönemde dolar kuru, 3.75 ile 3.55 arasında seyretti. Ortalama kurun da 3.65 olduğu hesaba katılırsa bin 322 kredi kullanıcısı şirkete toplam 360 milyon TL’lik bir transfer yapıldı demektir. Bu transfere “faiz eşdeğeri” ile bakılsa kimi şirketin nihai olarak bu kredilerden dolayı faiz bile ödemediği sonucu çıkabilir. Bu uygulamanın devam ettiği mayıs ayı sayılarını bilmiyoruz. Sorun şurada; böyle bir teşvikin adresi Merkez Bankası değil, Hazine olmalıydı.
Sadece ekonomik nedenler değil, Türkiye siyasi krizler içinden geçerken de mali piyasalarına yansımalar oluyor. Kimi zaman, mali piyasalarda çalkantılar olduğunda buradan kendine vazife çıkaranlar, örneğin “bu dövizi kim aldı?” diye ortalığa dökülür oldu. Öyle ki bu baskı altında, mali otoriteler de bankaların başına dikilip, “kim aldı, niye aldı” soruşturmaları yapıp, günü gününe rapor ister oldular. Hiçbirinden de bir şey çıkmadı. Oysa basit bir neden var; ekonomik ya da siyasal gelişmeler karşısında daha önce döviz bozdurmuş olanın, döviz borçlanmış olanın bunu yerine koyma çabası anlaşılabilir bir durum. Açık ve serbest bir ekonomi iddianız varsa yatırımcı ya da paydaşlara “neden yaptınız?” diye sorulması bu iddiaya gölge düşürür. Yatırım iklimini kurutacak, yatırımcıyı kaçıracak bu tür ‘niyet okumalı’ sorgulamalara en başta ülkeyi yönetenlerin itiraz etmesi gerekir.
Ama hatırlatmak gerekiyor ki; Türkiye ekonomisinin 1989’da girdiği bir ‘otoban’ var. O da sermaye hareketlerinin serbest hale getirilmesi. Giriş de, çıkış da serbest. Neden ve niyet sorulmuyor. Ama zaman zaman komplocu zihniyet, nedenleri sorgulamak yerine sonuçlar üzerinden ‘suç yaratma’ ya da ‘suçlu bulma’ çabasıyla ortaya çıkıyor.
Şimdi de hisse senedinde yaşanıyor. Borsa endeksi 100 bine dayanınca kimi büyük holding ortakları, ellerinde bulundurdukları mevcut hisse senetlerinden küçük bir miktarını satacaklarını kamuoyuna açıklıyor. Sabancı Holding ve Koç Holding ortaklarının borsanın tarihi zirve yaptığı bir yerde hisse satmalarından daha normal bir durum yok. Ama niyet sorgulaması başladı: Kimine göre “neden satıyorlarmış?”. Meğerse bu holding ortakları referandum sonrasında ve borsanın zirve yaptığı bir dönemde “olumsuz bir algı operasyonuna” alet oluyorlarmış.
Adı sanı bilinmeyen ‘herifin’ borsada alım operasyonları sürerken, köklü holding ortaklarının kamuoyuna şeffaf biçimde ilan ederek hisse satma amaçları sorgulanıyor. Satarak ne yapmaya çalıştıklarını açıklamamaları “Fetöcülerin ekmeğine yağ sürüyormuş”.
Herhalde giderek azalan sermaye girişlerine takoz koymak için, iş kesiminin kayıt dışına kayması için, varlıklarını yurtdışına taşıması için bundan daha etkili bir yol olmazdı; döviz alana ya da hisse satana “neden bunu yapıyorsun, algı operasyonu mu yapıyorsun?” diye üstüne basarak hizaya çekmek.
İşgüzarların kaş yapayım derken göz çıkarması böyle bir şey; siyasi iktidar için hoş olmayacağını düşündüğü gelişmelerde, komplo kuramı yazıp, önüne geleni yaftalayarak, o hoş olmayan sonuca kapı açmak.
Basit bir mekaniği hatırlatmak gerekiyor; borsa endeksi yılbaşından bu yana 78 binden 98 bine ulaşana kadar alıcılar kadar satıcılar da vardı. Kimi ucuz bulduğu yerde alır, kimi pahalı bulduğu yerde satar. Borsa mekaniği böyle. Hatta şirket ortakları, yeni alanlara yatırım yapmak için, iş büyütmek için, borç azaltmak için hisse senedi satabilir. Ne alana, ne de satana “neden?” diye sormak, bu mekaniğin ruhunda yok.
Ayrıca, siyasi gelişmelerden rahatsız olarak da pozisyon değiştirebilir yatırımcılar ya da ortaklar; bunun sorgulanması bile açık bir ekonomide olmaz.
Hatta öyle ki; Ankara’da, ekonomide işlerin gelecekte toparlanacağına dair mesaj vermek için “reformlar” çokça dile getirilir oldu. Neden mi? Reformlar; güçler ayrılığı ve hukuk askıya alınana kadar, gerçekten de ekonominin geleceği için çekiciliği olan ‘yeni bir hikâye’ idi. Ama her şey o kadar hızlı yaşandı ki; bundan kabaca 10 yıl önceki güçlü ‘AB hikâyesi’ bile şimdi fiilen çöpe atıldı. Kurumların ve kuralların altı boşaldı. Oysa tek başına ‘AB hikâyesine’ bile o günün koşullarında bile devasa sayılacak döviz akmıştı. Merkez Bankası satın alıp piyasaya TL vermeye yetişememişti.
Şimdi reformlar, yeni bir Türkiye hikâyesi değil. Çünkü reformlar, demokratik değerlerin ve hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir saha ve zeminde satın alınabilecek bir hikâye. OHAL ile askıda olan hukuk cari iken vitrine konulacak olan bir reform hikâyesinin ‘para etmeyeceği’ çok açık; ne içeride, ne de dışarıda.
Şimdi reformlar, Ankara siyasetinde kimsenin inanmadığı ama “bir ihtimal müşteri çıkar mı?” diye bakılan sadece “parlak ambalajlı bir şeker” gibi görülüyor. Ne için? En geç 2019 seçimlerine kadar dış alemden biraz para gelsin, kredi büyümesine kaynak olsun, sonuçta da oylara ekonomik zorlukların etkisi az olsun diye.
Kasım 2015’te tek başına iktidarla seçimden çıkan zamanın Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun yapamadığı ‘reformları’ ki o zaman da açıktı ‘reform değil, niyet beyanı’ idi, 2019’da zorlu bir seçime koşulurken şimdi mi yapılacak?
Ayrıca, bu ‘reform’ söyleminin de kredibilitesi sorgulanır hale geldi. Ahmet Davutoğlu’nun Başbakanlık görevini üstlendiği 62. Hükümetin Kasım 2014’de açıkladığı bir dizi ‘reform’ olarak sunulan ama gerçekte niyet beyanları vardı; ‘25 dönüşüm alanı, bin 350 eylem’ içeren bir plan açıklanmıştı. Her bir eylemin de tarihlenmiş süresi vardı. Açıklandığı ile kaldı gitti. “Reform”, “rekabetçilik” diye en ateşli savunucusu Mehmet Şimşek bile, önemli bir reform sayılabilecek otomatik katılımlı bireysel emeklilik sistemine ‘paranın nereye yatırılacağına ve nasıl yönetileceğine’ getirdiği müdahalelerle budadı. Katılım, cayma hakkı kullanımlarıyla düştü.
Kasım 2015’te tek başına kazanan Davutoğlu, eski ‘reform’ maddelerini Aralık 2015’te kurulan 64. hükümetin ‘Eylem Planı’ içine vaatlerin içine katıştırıp unutturuyordu. Kimi Kasım 2014 eylemleri yeniden bu metne yerleştirilirken, kimi Kasım eylemlerinin vade tarihi öne çekilerek ve cümlelere ‘takla attırılarak’ yeni bir eylem gibi metne eklenmişti. Ne oldu? Bu bile unutuldu gitti.
Reformlar, kurum ve kuralları etkinleştirir, güçlendirir. Kapsayıcılığı yükseltir. Oysa hayata geçmeyen “reform” sözü kadar, defalarca hayata geçen ve tekrarlanan vergi ve prim afları var. Reformlar hayal, altı boşaltılan kurallar gerçek oldu.
Şimdi
Neden mi dikkatimi çekti? Ekonomik krizler en başta genç kesimi vuruyor. Hem de onların hayallerini, geleceğe bakışını. İşte Akdeniz kuşağında yer alan İtalya, 2008 küresel krizinin en sert yan etkilerinden biriyle yüz yüze; genç kesimde yüksek işsizlik ve tek başına hayat kuramama, geçinememe olgusu.
Bakın önce o sayılara bakalım. İtalyan Ulusal İstatistik Enstitüsü’nün yayınladığı 2017 raporunda, 35 yaş altındaki 10 İtalyan yurttaşından 7’sinin ailesi yani ana ve babası ile birlikte yaşadığı yer alıyordu.
İstatistikler, İtalya’da 2008 öncesinde her yıl 250 bin evlilik yapılırken, kriz sonrası bunun hızla 200 bini altına düştüğünü gösteriyor. En çok Avrupa’yı, burada da en çok Akdeniz kuşağını etkileyen küresel ekonomik kriz, toplum yaşamını ve refahını etkiliyor. Bunun da geleceğe bakışı değiştirdiği, siyasal sonuçları olduğuna da tanık oluyoruz.
İtalya’daki krizin en belirgin yansıması, anne babası ile yaşayan bireylerin oranında hissediliyor; bu oran 15-29 yaş arasında yüzde 80’de. Türkiye’de ise aynı yaş diliminde bu oranın yüzde 60.4 olduğunu not edelim. 2007’deki yüzde 61.7’ye bakarak, çok az bir düşüş olduğu görülüyor.
15-29 yaş grubunda aileleri ile yaşayanların oranında belli ülkelerdeki artış 2008 krizinin etkilerini gösteriyor; ‘kuşlar yuvada kalıyor, yuvaya geri dönüyor’. En yüksek Fransa’daki gençlerde görülmüş; 2007’de bu yaş dilimindeki gençlerin yüzde 41’i aileleri ile birlikte yaşarken, 2015’te yüzde 53.5’e çıkmış. Macaristan, İtalya ve Yunanistan ‘eve dönüşte’ ilk sıraları paylaşıyor.
Dün 19 Mayıs; Atatürk’ü anma, Gençlik ve Spor Bayramı idi, kimi illerde kutlama yasakları vardı. Gerekçe yine bildik; güvenlik. Ama siyasetçiler gençliğe ve onların geleceğine dair hamasi konuşmalar yaptılar. Mealen gençlere söylenen ise hep “sen dur, senin için neyin doğru olduğunu biz söyleriz” tonunda.
Büyük ülke sayılmak istiyoruz ama ‘atıl gençliğe’ yasaklı bir ülke sunmaktan öte adım atmıyoruz. ‘Atıl gençlik’ çünkü 2015 itibariyle; ne işte ne de okulda olmayan gençlerin (15-29 yaş dilimi) oranında yüzde 29.8 ile OECD şampiyonuyuz. Bu oran 2007-2015 arası dönemde düşüyor olsa da çok yüksek.
Türkiye’yi izleyen OECD ülkeleri; 2008 sonrasında derin bir ekonomik krize giren ve pek de toparladıkları söylenemeyen İtalya, Yunanistan ve İspanya geliyor. Sırasıyla yüzde 26.9, yüzde 24.7 ve yüzde 22.7 ile. Tamamı da işsizlikteki artıştan geliyor. İşini kaybeden ana babası ile yaşamaya başlıyor.
En baştan özeti verelim; bankacılık sistemi son 7 yılda bolca gelen dış kaynakları içeride bolca krediye dönüştürerek şirketlere ve hane halkına verebildi. Hem de öz kaynak yokluğunda, cılız mevduat artışı tablosunda. Geride kalan yola dikiz aynasından bakmak yerine, son 3-4 yıldır bizlerin yaptığı gibi ileriye, gelecekteki risklere bakmak gerekiyordu. Şimdi bunun ‘semptomları’ görülmeye başlandı. Dışarıdaki bol para dönemi, “ağır çekimde tren kazası” gibi göstere göstere sona eriyor. Örneğin Fed’in bilanço küçültmeye başlaması ile ‘film terse sarmaya’ başlayacak.
Hele ki ekonomisi 2013 sonrasında belirgin biçimde yavaşlayan bir ekonomi için, son 7 yılda milli gelirinin yüzde 30’u kadar borç yapmış şirketlerin işi zorlaşıyor. Bir de döviz cinsi ise.
Sunumdaki sayılara bakalım; 2015 sonu itibariyle Türkiye’de bankacılık sisteminin kredilerinin toplam varlıklarına oranı yüzde 64 olmuş. Bu oran, hem gelişmiş, hem de bizim gibi gelişen ülkelerin ortalamasının üzerinde; gelişmişlerde ortalama yüzde 47, gelişen ülkelerde ortalama yüzde 59. İşte tam da “zurnanın zırt dediği yer” de burası. Hani siyasetçilerin rekor yarışında çok sevdikleri yüksek rakamların olması nedeniyle. Oysa madalyonun diğer yüzü şöyle; Türkiye’de mevduatların banka bilançolarındaki payı yüzde 53. Gelişmekte olan ülkeler ortalaması yüzde 63, gelişmişlerde ise yüzde 60’ta.
Ayrıca GSYH’ya oranla bakıldığında kredilerde yüzde 64, mevduatta ise yüzde 57 ile her iki grubun da gerisinde Türkiye.
Bu fotoğraf, Türkiye’nin mali sistemini büyütmekte ve kaynak yaratmada patinaj yaptığının resmi. 2009 sonrasında, gelişmiş ülke merkez bankalarının bastığı paralardan en yüksek faydayı görenler arasında gelmesine rağmen; Türkiye kendi mali sistemini büyütecek mecrada yol açamadı, yolumuzu kaybettik. Reformlar gecikti derken, hukuku kaybettik.
Tabloda yer alıyor; Aralık 2009-Mart 2017 döneminde Türkiye’deki bankacılık sisteminin bilançosundaki değişim her şeyi söylüyor.
Birincisi, bu 7 yıllık dönemde bankaların kredileri, milli gelirin (GSYH) yüzde 30’u kadar artarken, bunun kaynağı olacak mevduatta sadece GSYH’nın yüzde 6’sı kadar bir artış olmuş. Aradaki fark; GSYH’nın yüzde 14’ü kadar bir dış kaynakla kapatılmaya çalışılsa da yetmemiş; bankalar aktiflerinde duran menkul kıymetleri GSYH’nın yüzde 13’ü kadar azaltarak bu kredi artışına yetişmeye çalışmışlar. Belirgin olan şu; öz kaynak artışından sadece yüzde 1’lik bir destek gelebilmiş.
Nedenlere ‘tedavi’ yerine, sonuçlara ‘pansuman’, epeydir tanık olduğumuz bir yaklaşımdı. Ama şimdi, tehlikeli bir yola girerek, “matbaayı” çalıştıracak yollara sapılması gibi girişimler ortaya çıkıyor.
Şimdi bu tehlikeli bir ‘cin fikrin’ kapısı açılıyor. O da, Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin dün Bankalar Birliği Genel Kurulu’ndaki konuşmasında belirginleşti; kamu projelerinin dolaylı olarak Merkez Bankası’nca finanse edilmesi.
Canikli, bankaların aktiflerinin menkulleştirilerek nakit sağlanmasına dair “Banka senedi” projesinin teknik çalışmaları tamamlandığını, SPK’nın da düzenlemeleri yapmasından sonra ‘banka senedi’ çıkarılabileceği, herhangi bankanın bilançosunda duran kredilerin menkulleştirilip pazarlanabileceğini anlatıyor.
Peki bu nereden çıkmış?
Şimdi güncel hikaye şu; Merkez Bankası para piyasasında açtığı Dolar-TL ‘swap’ ihalelerinde oyunculara arbitraj (kazanç farkı) oluştu ve rekor katılım gelmeye başladı. Swap ihaleleri ile Merkez Bankası’nın bankalara açtığı, yüzde 1’le dolar borç verme, karşılığında da yüzde 12.25’le TL borç alma ihalelerine (TL karşılığı döviz deposu ihalesi) dün 8.4 milyar dolarlık rekor teklif geldi. Bu, Nisan ayında haftalık ortalamada günlük ihalelere gelen 1-1.5 milyar dolarlık teklifin kat kat üzerinde.
Peki arbitraj nasıl oluyor?
Londra’daki para piyasasında gecelik faizler Merkez Bankası’nın ortalama fonlama faizinin kabaca yarım puan altında seyrediyorken bu fark, “Macron rallisi” sonrasında iyice açıldı. Şimdi 1.5 puana yakın. Bu da piyasa oyuncularına kazanç demek; “Londra’da borçlan, Merkez’e borç ver”.
Peki neden bu durum ortaya çıkıyor?
Merkez Bankası para politikasının gereğini yapamadığından; dümdüz politika faizlerini artıramadığından, Ocak ortasında faizi yüksek tek pencereyi kullanmayı tercih etti. Bankacılık sisteminin ‘yangın alarmı’ sayılabilecek Geç Likidite Penceresini kullanmaya başladı. Bir de ayrıca TL karşılığı döviz deposu (Swap: Para takası) işlemlerini başlattı. Banka, ihale ile gelecek katılımcılara bir haftalık vadede dolar borç verecek, karşılığında TL borç alacaktı. İlginç tarafı bankanın gecelik borç alma faizi yüzde 7.25’te iken, gecelik vadede de piyasanın para ihtiyacının yüzde 90’ını yüzde 12.25’le karşılarken, swap işlemleri ile çektiği paraya da yüzde 12.25 ödemeyi teklif ediyor.
Merkez Bankası ocak ayında günlük olarak 500 milyon dolarlık swap ihaleleri açmaya başladı. Şimdi 1 milyar 250 milyon dolarlık ihaleler açıyor. Haftalık toplamda 6 milyar 250 milyon dolarlık bir tutarda swap işlemine ulaştı. Karşılığında da yüzde 12.25’le kabaca 22 milyar TL çekiyor. Oysa diğer kanaldan piyasaya sürdüğü 100 milyar TL’yi aşkın parayı ortalaması yüzde 11.96 ile veriyor.
Tam bir “aşure” görüntüsü değil mi? Bankanın borç alma faizi yüzde 7.25 iken piyasaya para verdiği faiz oranı olan yüzde 12.25’le para çekmesini anlamı ne? Hemen şu gerekçe söyleniyor; “Efendim Londra’da para piyasasında TL faizleri çok düştü; Merkez Bankası swap işlemleri ile bunu yukarı itmeye çalışıyor. Aksi halde kur yükselebilir”.
İşin doğrusu, Merkez Bankası’nın yüzde 12.25’le TL çekiyor olması TL’nin cazibesi için yeterli gerekçe. Ancak bunu neden kendi politika faizi ile yapmadığı, neden bu tür
Biraz geriden başlayalım: Son 7-8 ayda kur artarken en önemli silah, o dövizleri satın alacak Türk Liralarının önünü kesmek için TL faizini kullanmak idi. Ancak, ‘aman faizi artırmayalım’ takıntısı nedeniyle uzunca süre seyredildi. Ama kur artışı böylece “eller kollar bağlı” seyredilirken, bir taraftan da “dış mihraklar dövizi yükseltme oyunu oynuyor” söylemi tam gaz devam ediyordu. Ne oldu? Kur fırladı, gitti; sonunda faizi çok geç kalarak yükselttik.
Bugün, o geç kalışın bedelini ödüyoruz; tüketicinin ortalama enflasyonu yüzde 12’ye vurdu. Üreticinin ise içler acısı: İmalat sanayinde fiyat artışı yüzde 18.27 oldu. Ara malı fiyat artışı ise yüzde 22’ye vurdu. Bu kadar yüksek maliyet artışını ‘kol kırılır yen içinde kalır’ diyerek ürünlerine yansıtmamayı, ya da zararı üstlenerek daha az yansıtmayı becerebilecek üretici kaldı mı?
Ankara’da bu geç kalışın, bu uzun uzun seyredişin sorumluluğunu üstlenen yok. Sanki enflasyon yükselişinde dışsal bir neden varmış gibi “ah o gıda fiyatları artışı” deniyor. Peki ama gıda fiyatları neden artıyordu? Gıdada da, üretim süreçlerindeki maliyetlerin, en başta nakliye maliyetinin kur yükselişi nedeniyle arttığını bilmeyen var mı? 2012’den bu yana dünyada gıda fiyatları düşerken, içeride “tam gaz” gıda fiyat artışı kur artışından bağımsız değil.
Sermaye girişlerinin bol olduğu dönemdeki kur artışlarının fiyatlara yansıması ile son dönemde olduğu gibi sermaye girişlerinin azaldığı dönemdeki yansımanın farklılaştığının izleri de var.
Nisan ayında TÜFE içinde yer alan 414 kalem mal ve hizmetin 284’ü artmış. Bu, yüzde 69’u arttı demek. Son altı aylık ortalamada ise yüzde 67’yi gösteriyor. 2008’de uluslararası emtia ve enerji fiyatlarındaki sert yükseliş dönemindeki sıçrama göz ardı edilirse 2011’e kadar genelde yüzde 50-55 arasında bir seyir gözleniyor. 2011 sonrası dönemde kur artışlarının seyredilmesi, son kertede faiz artırımına gidilmesi olasılıkla fiyatlama davranışını kademeli olarak bozma eğilimi gösteriyor. Yeni patika yüzde 60-65’ken, şimdi tarihsel olarak daha yukarı seviyeler zorlanıyor.
Döviz kurlarındaki zirve ocak ayında kaldı. Merkez Bankası gönülsüz biçimde, hem de her an düşürebileceği ‘geçici bir pencereyi’ kullanarak faizleri artırdı. Hem faiz artışı, hem de küresel finansal koşullarla, hatta son 10 günde Fransa’daki “Macron rallisi” ile kur gerilemesi bugüne kadar sürdü. Ancak ilginç olan, kur düştükçe yerleşik yurttaşların ve şirketlerin döviz almaya başladıkları görülüyor. Ocak başından nisan sonuna kadar olan dönemde, bankalardaki döviz hesaplarındaki artış tam 15 milyar dolar. Bunun kabaca 8.4 milyar dolarlık bölümü; referandum öncesi hafta 2.7 milyar dolar, sonrasındaki iki haftada ise 5.7 milyar dolar olmak üzere son 3 haftada (7 Nisan-28 Nisan) satın alınmış. Yani dolar kurunun 3.70’in altına düşüp, 3.53’e kadar indiği dilimde.
Görünen o ki son üç haftada bu kadar döviz alışının kaynağı; bir miktar azalış gösteren TL mevduat ile aynı dönemde artan TL krediler olmuş. Özeti; ağırlıkla bankalardan alınan TL kredilerle döviz alınmış. Nitekim piyasadaki “KGF garantisi ile alınan kredilerin bir bölümü ile şirketler döviz alıyor” konuşmalarının altı boş görünmüyor.
Bunun da spekülatif amaçlardan çok, 200 milyar dolara ulaşan döviz pozisyon açığı olan şirketlerin