20 Haziran 2011
Angelina Jolie bizi evlat edinse hepimiz kardeş oluruz. Kırk yıllık “halkların kardeşliği” rüyamız gerçekleşir.
Türkü-Kürdü, Lazı-Çerkezi anında kaynaşırız. Kendi kendimize bulamadığımız kardeşliği onun kemikli ve şefkatli kollarında buluruz.
Bozuşsak bile anamız barıştırır. Memleket bir aile, hayat bayram olur. Ne inkâr kalır ne özerklik.
Hatta hızımızı almışken diğer Ortadoğu milletleriyle de oluruz hısım. Yeter ki bizi komple nüfusuna geçirsin. Hepimizi Meryem Ana misali kucaklasın.
Yaramızı sarsın, acımızı dindirsin. Maddox’un cırtcırtlı ayakkabısından bize de alsın.
Ben servetinin hepimize yeteceğini hesapladım. Ama biz de uslu duracağız, öyle her gördüğümüzü istemek yok.
“Suriyelilere hastane yaptırdın, bize ne, biz de isteriz” falan demeyeceğiz.
Hem cici baba da maşallah Toyota gibi adam. Allah göstermesin, yarın öbür gün ayrılsalar bile eminim Brad nafakamızı öder, bizi namerde muhtaç etmez.
Ailecek mutlu mesut yaşarız. Hafta sonları Konya Ovası’na pikniğe gideriz. Mangal yapar yakartop oynarız.
İcabında anamıza vatandaşlık verir adını Melaike yaparız. Mesele çıkmasın diye Müslüman olmasını isteriz.
Teklif bizden, takdir kendisinden. Zorlayacak halimiz yok ama kabul ederse bence hayrına olur.
Olmadı Brad babadan rica ederiz, valideyi giyim kuşam konusunda uyarır. İlla başını örtsün demiyoruz ama öyle askılı tişörtle konu komşuya karşı olmaz tabii...
Sonra film işlerini de bırakması lazım... Ne de olsa muhafazakâr milletiz. Töremiz-möremiz var. Ne o öyle Venedik’te elin herifiyle öpüşmeler falan.
Her şeyin bir şeyi var. Evlat edinecekse efendi gibi edinsin. Bozmasın kafamızı.
3 erkekle flört halindeyim
Erkin Koray, Red Hot Chili Peppers ve MFÖ’yü şişeye koyup çalkalasak ne olur? Tabii ki Flört olur. Hafta bu arkadaşların “Demli” albümünü dinleyerek geçti.
Geç keşfettim kendilerini, pişmanım. Flört’teki 3 müzisyen kimyanın kralını yakalamış.
Feleğin çemberinden geçmiş bir müzik.
Albümlerinin adı gibi “demli” ve esprili. Bilen bilir, müzikte espri yapmak kolay değildir. Hem dem ister hem bilek.
Bu arada, grubun web sitesindeki Münir Tireli imzalı tarihçe, Türkçe’de okuduğum en iyi rock biyografisi metni. Darısı bütün grupların başına.
İncir Çekirdeği
Durum komedisi: Biri beni güldürmeye çalışırsa geriliyorum.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2011
Yazar milletinin hayatı tereddütle, kendinden şüpheyle geçer. En baba yazarın kalemi bile kendinden bahsederken titrer yaprak misali.
Nitekim ben de öyleydim.
Virgülüm eleştirilse dikkat kesilir, her lafı kayda alırdım. Duyduklarımla kâh karalar bağlar, kâh havalara uçardım.
Hani “dar kapıdan geçeceksin” der ya İncil, işte eğilerek geçtiğim o kapıydı yazı.
Hani “vidon nidno self kontrol” der ya Serdar Ortaç, işte öyle coşkuluydu deli gönlüm.
Emelim kelimeleri kalbinize saplamaktı. İsterdim ki yazdıklarım ideoloji ve önyargıdan oluşan kabuğunuzu delsin, aranızda gönül bağı kursun.
“Safmışım...” diyemem; o zaman da anasının gözüydüm çünkü. Sadece alem değişik, milletin kafası bugünkünden farklıydı.
Geçenlerde bir müzik yazarının bana nefret kusan sözlerini okudum. Kendisini tanımam, etmem. Ne husumetimiz var ne muhabbetimiz. Yine de nefret kusuş tarzı tanıdık geldi.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2011
Ey bugüne kadar muhalif takılıp “yanlış ata oynuyoruz galiba” diye düşünenler...
Ey bir taraftan iktidarı eleştirip bir yandan da Başbakan her gürlediğinde tırsmadan edemeyenler...
Ey kesesini dolduramamaktan, köşeyi dönememekten, devletten iş kapıp tarihi apartmanda ev alamamaktan muzdaripler...
Dönmeye niyetlenip de punduna getiremeyenler, ey!
Haberiniz olsun, gün bugündür. Şöyle afili bir dönüş için ideal şartlar oluşmuştur.
Seçim öyle bir susturmuştur ki herkesi, gayrı ne laf eden çıkar ne eleştiren. Millet uyanana kadar alimallah atı alır, Üsküdar’ı geçersiniz.
Yapmanız gereken basit: Öncelikle eşe dosta Türkiye’nin son 10 yılda ne kadar değiştiğinden bahsetmeye başlayacaksınız...
Sonra aziz milletimizin zaten hiç yanlış yapmadığından, hep doğruyu seçtiğinden dem vuracaksınız...
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2011
Altın Kelebek törenine damgasını vuran yine Tarkan oldu.
Hülya Avşar’a özenen Tuğba Ekinci’ye cevabıyla öyle bir ders verdi ki, Ekinci artık kendisine “hocam” dese, bayramlarda elini öpse yeridir.
Hatta sadece Ekinci değil, gösteri dünyasında yer edinmeye çalışan her vatan evladının geçmesi lazım Tarkan mektebinden.
Bu mektepten alınacak ilk ders, hatalardan ders alma.
Tarkan’ın mazisi hatayla dolu. Ama dikkat edersek hepsinden yararlandığını ve kendisini geliştirdiğini görürüz. Kim ne derse desin, bu önemli bir meziyet.
Tarkan okulundan alabileceğimiz ikinci ders, disiplin. Bir insan bunca yıldır zirvede olup hâlâ müziğini ve şovunu geliştirebiliyorsa, bu ancak çelik gibi disiplinle olur. Buna sahip olmayan nice koç yiğidin zaman içinde kaybolup gittiğini gördük.
Ne yetenekler meslek yerine şöhrete kapılarak yarı yolda kaldılar. Keşke Tarkan’dan biraz ders alsalardı.
Kendisi tevazu konusunda da iyi bir hoca. Şahsen bugüne kadar ağzından kimseyle ilgili küçümseyici söz duymadım. Hatta gençken ara sıra saçmaladığı zamanlarda bile kibirli olmamayı başardı.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2011
Tam seçimde doz aşımına uğradığımız için bir süre siyaset yazmamaya karar veriyordum ki...
Tam şöyle magazin dünyasına açılayım, biraz şenleneyim demiştim ki...
Karşıma Alişan’ın pedikürlü ayakları çıktı. O zaman da Tayyip Erdoğan’ın yüzü Da Vinci tablosu gibi göründü gözüme. Siyaset alemine koşarak geri döndüm.
Konumuz, herkesin keyfinin yerinde olması. Tabii Erdoğan’ın mutlu olmasından daha doğal bir şey yok. Allah için şu dünyada onun kadar işini seven birini görmedim. Sanki Başbakan doğmuş.
Sırrı da burada işte: Başbakanlığın getireceği nimetlerden çok Başbakan olma halinin kendisini sevmesi, işine âşık olması.
Son 9 yılın o ve Başbakanlık makamı arasındaki bir aşk ilişkisi olduğunu söylemek mümkün.
Üstelik bu aşk karşılıklı ve ateşi hiç sönmüyor.
Duble yollardan bahseden ya da muhaliflere çatan Erdoğan’ın yüzündeki mutluluk ifadesi başka yerde bulunmuyor.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2011
Demek ki seneye ‘Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. yılını idrak edeceğiz.
Malum, 1. Cumhuriyet 80 darbesiyle dumura uğradıktan sonra 90’larda Susurluk-terör-enflasyon üçgeninde bitkisel hayata girdi, 2001 kriziyle de tamamen çökertildi.
2002’de Ak Parti ‘Yeni Cumhuriyet’in inşasına başladı. Sonuçta adına ister “2. Cumhuriyet” diyelim ister “Ilımlı İslam Cumhuriyeti”, ortaya yeni bir konsept çıktı.
Bu arada, her gece televizyonda bizi “aydınlatan” uzmanların 2001 olayını unutmuş olmaları da ayrıca ilginç. Neyse.
Yeni Cumhuriyet’in iyi ve kötü yanları elbette vardır. Bunlar tartışılabilir. Tartışılıyor da zaten. Tartışılmayacak bir şey varsa o da şimdi yeni bir statükonun içinde yaşadığımız.
Bu yeni statüko, seneye 10. yılını kutlayacak.
Tıpkı “10. Yıl Marşı”nda olduğu gibi, onlar da “çıktık açık alınla” diyecekler. Bakalım 10. yıl marşını seslendirmek kime nasip olacak?
Malum, Kenan Doğulu vaktiyle “10. Yıl Marşı”nı popa uyarlayıp epey sükse yapmıştı. Elbet 2012’de de yeni bir marş besteleyip ekmeğini yemek isteyen değerli sanatçılar olacaktır.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2011
Varna’daki edebiyat etkinliğinde tanıdım Luben’i. 40’larının başında, sırım gibi, yakışıklı biri. Romancı olmasının yanı sıra başarılı bir organizatör. Yazarlarla ilgileniyor, oturumları yönetiyor. Formda vücudu, biçimli yüzü ve karizmatik ses tonuyla her daim karşı cinsin ilgi alanında. Her yaştan kadın onunla konuşabilmek için bahane icat ediyor.
Oysa kadınlardan vazgeçmiş. Bütün hayatını 8 yaşındaki otizmli oğluna adamış. Bunu bana aynı akşam gittiğimiz, Primorski Bulvarı’ndaki restoranda anlatıyor.
“Oğlumun durumu aslında bahane oldu” diyor, büyük bir samimiyetle: “Kadınsız bir hayat daha az karmaşık. En azından kimse kimseyi hayal kırıklığına uğratmıyor.”
Bakıyorum, hiç de cinsel tercihini değiştirmiş gibi bir hali yok. Çıkarıp oğlunun fotoğraflarını gösteriyor. Alek çoğu Bulgar çocuğu gibi aydınlık yüzlü, afacan bir oğlan. Yapboz çözmeyi ve Abba şarkılarını seviyor.
“Annesiyle ayrıldığımızdan beri dünyam oğlumdan ibaret” diyor Luben: “Kadınlara nankörlük etmek istemem. Pek çok kez sevdim, sevildim şu çirkin dünyada. Ama geriye kalan sadece acılar ve ayrılıklar. Bir daha yaşamaya takatim yok.”
Alek’in annesi geçen yıl bir Rus’la evlenip Moskova’ya göçmüş. Baba-oğul, Varna’da kendilerine yeni bir dünya kurmuşlar. Sonbaharda arabayla Balkan turu yapacaklarmış. Son durakları İstanbul.
“Kadınsız hayat aslında daha rahat” diyor, gülümseyerek: “İnsan çözebileceği bulmacaları eline almalı.”
Karşı cinsi defterden silmiş gönül yorgunu kadınlar görmüştüm daha önce. Sadece seks ve eğlence arayan adamlar da görmüştüm. Ama kadınlardan vazgeçtiğini gördüğüm ilk erkek Luben.
Konuşmasını yaparken kendisine hayran hayran bakan genç kızlara uzaklardan, kibarca gülümsüyor.
İstanbul’a geldiklerinde mutlaka aramasını istiyorum, adet olduğu üzere. Oğullarımızı alıp beraber Heybeli’ye gitme planı yapıyoruz. Derken 30’larında bir kadın gelip Luben’in kitabına övgüler yağdırmaya başlıyor.
Çaktırmadan olay yerinden ayrılıyorum. Bir erkeği kadınlardan vazgeçirecek kadar sevilmiş kadının kim olduğunu ister istemez merak ederek.
Hande’nin suçu ne
Kimse darılmasın ama Hande Ataizi kendisini daha çok ciddiye alsaydı şu an farklı bir yerde olurdu. Yeteneğini bir Nuri Bilge ya da Yavuz Turgul filminde parlatabilirdi mesela.
Ama o hep “meslek insanı” olmakla “şöhret insanı” olmak arasında gidip geldi. Bu kararsızlığı bizi de kararsızlığa düşürdü. Sonuçta Allah vergisi bir yetenek, en çok yaşadığı tatsızlıklarla gündem olabiliyor. Bu onun mu kusuru yoksa sistemin mi, aslında düşünmek lazım. Tabii kendisi bu konuyu ne kadar kafaya takıyor, o da ayrı mesele.
Bu arada, “meslek insanı-şöhret insanı” ayrımı iyiymiş. Unutturmayın bir gün konuşalım.
İncir Çekirdeği
Yarınınızı düşünüyorsanız yarın oy vermeye gidin.
Yazının Devamını Oku