Kuduza dikkat çekildi

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

HAYVAN haklarının, daha doğrusu hayvan sevgisinin en ateşli savunucularından biriyim.

Ancak İstanbul Valisi’nin 'kuduza dikkat' çağrısını da çok önemsiyorum. Çünkü kuduz, hele araya bir de ihmal girerse, korkunç sonuçları olan bir hastalık. Bulaşması ise hayvanlar yoluyla oluyor.

Vali Çakır, 'Altı ay öncesine kadar ilde yüzün üzerinde mahallemiz karantinadaydı. Halen elli yedi mahallede kuduz karantinası uygulanıyor'demiş. İlin herhangi bir yerinde kuduzdan bir vatandaşın ölmesi durumunda, bunun sorumlusunun belediye başkanları olacağını bildirmiş.

Girişimler yetersiz

Bu konuda belediyelerin büsbütün ilgisiz olduğunu söyleyecek kadar insafsız değilim. Mesela Sarıyer Belediyesi’nin birçok sokak köpeğini aşılattığını gördüm. Sokak köpekleri burada tehlikeli olmaktan uzak.

Olumsuz örneği ise İstanbul’un en zengin belediyesinden vereceğim. Dr. Ahmet Bahadarlı ile Bakırköy’de yaptığımız bir gezi sırasında yapılan onca güzel işin yanında hayvan barınağı içimi kaldıracak kadar kötüydü. Hayvanların dili yok diye bu acımasızlık niye, anlaşılmaz.

Büyükşehir Belediyesi’nin de bu konuda büyük bir projeyi başlattığını görmedim.

Bu işlere bir başlansa birçok İstanbullu’nun da gönüllü olarak katkıda bulunacağına eminim.

Bu katkı sahiplerinden biri de on binlerce hayvanseverden birisi sıfatıyla ben olacağım.

Bir Garip Orhan Veli

SALI günü gazeteleri okuduğumda Orhan Veli’nin ölümünün ellinci yılını anmayı unuttuğumu farkettim.

Aslında şairlerin ölümlü olmadığına inanırım. Dolayısıyla bir şairin ölüm günü olmaz. Bir insanın adı ve eserleri anıldığı sürece ölüm kapıya gelip dayanmamış demektir. Bedenin ortadan kalkması sıradan insanlar için vahim bir durum. Şairler ise tanrılar gibi ölümsüz.

Bakmayın siz Orhan Veli’nin aramızdan ayrılışından dört yıl sonra,

'Bu el titremesi kadeh tutarken

Bu yaşta nasıl koyuyor insana

Orhan gibi vaktinde gitmek varken

Değer mi oyalanmana' diyen Cahit Sıtkı’ya. O da bir şair ve böyle söylemeye izinli...

Bu arada oturup Orhan Veli’nin şiirlerini okudum. Belki bininci kez. Güzel olan ise, bir şiirin tekrar tekrar okunuşunda belli bir sınır olmaması.

Biraz da nostalji

Madem bir İstanbul gazetesinde yazıyorum, öyleyse bu kentle ilgili bir ayrınıtıya değineyim.

'İstanbul’u Dinliyorum' şiirine bu kez alıcı gözüyle baktım. Aradan geçen elli üç yıl içinde İstanbul’da ne sucuların hiç durmayan çıngırakları, ne ağların çekildiği dalyanlar, ne de loş kayıkhaneleriyle yalılar kalmış.

Şiirin bir yerinde 'bir kadının suya değiyor ayakları' diyor şair. Şimdilerde ayak sokulacak su kaldı mı, merak ediyorum.

Hatta 'Bir yosma geçiyor kaldırımdan' diye başlayan bölümdeki yosmalar gerçekten şairin düşlediği gibi 'küfürler, şarkılar, türküler ve laf atmalar' ile mi karşılanmakta ve yosmanın elinde gerçekten yere düşürdüğü bir gül var mı artık günümüzde?

Şiir yine de çok güzel. Zaten gerçekçi olması da gerekmiyor. Şiir denilen şey bir güzel düşten başka ne ki?

Ben de bu günlerde zor bir işe talip oldum: Şiirlerdeki İstanbul kadar İstanbul’daki şiiri anlamaya çalışıyorum.

Gözlerim kapalı!

Yazarın Tüm Yazıları