Bize yeşillik değil, para mı lazım?

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

LÜTFİ Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı ile ilgili yazıma tepki çabuk geldi.

Geçen haftaki yazımda, 'Lütfi Kırdar açılıncaya kadar, İstanbul gibi bir kentin büyük toplantılar düzenlememesi büyük bir kayıptı. Kongre salonunun yapımıyla kentin kaderi değişti. İstanbul, bu sayede büyük grupları kongre turizmi için ağırlayabilir hale geldi. Oteller, restoranlar doldu. Taksi şoförleri, turistik eşya satıcıları, rehberler ve daha akla gelebilecek sayısız insan bu işten kazanç sağladı. İyi çalışan bir kongre salonunun var oluşu, bu insanların İstanbul’a büyük ölçüde döviz bırakmasını temin ediyor' demiştim.

Bir dost, bir mimar ve daha önemlisi bir İstanbullu olarak Ali Esad Göksel telefona sarılmış beni arıyor. Amacı bir tehlikeye dikkat çekmek. Turizmcilerin, kente gelir sağlıyoruz diyerek İstanbul’un çok önemli bir yeşil alanını yok etmek peşinde olduklarını söylüyor.

Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nın bir son nokta olmadığını belirtiyor. Sıranın oradan Dolmabahçe’ye kadar inen vadiye geldiğini iddia ediyor. Burası ise İstanbul’un binlerce yıllık bir yeşil alanı. 'Bize güzellik değil, para lazım' diyenlerin ağızlarının sulandığı bir yer.

Buranın taliplisi çok olmuş. Ama tecavüzü ilk başaran Gökkafesciler. Perihan Mağden’in çığlıkları arasında bina bitirildi. Feryad ü figan ve çöldeki kumlar sağısınca akıtılan gözyaşları bu müthiş (!) abideyi engelleyemedi. İstanbul’u sevenlerin korkusu şimdi bunun bir örnek oluşturması. Yasalar açısından değil, tecavüzcüye cesaret vermek açısından bir örnek oluşturduğu. Çünkü imar açısından yasaların pek fazla öneminin kalmadığını herkes görüyor. Minareyi çalan, kılıfını bir biçimde uydurmakta.

Turizmciler arasında 'kongre vadisi' diye anılan İstanbul’un bu yeşil alanı için tehlike çanları çalıyor mu? Evet, çalıyor! Böyle bir proje gerçekten var. Turizm Bakanı Erkan Mumcu da bu projeye ikna edilmiş durumda. Buraya ilk betonu dökme şerefinin kendisine ait olmasını istiyor gibi. En azından konuşmalarından ben öyle anladım.

Turizm gelirleri açısından, çevredeki oteller açısından, daha bir sürü açıdan da bu projenin gelir getirici olduğu apaçık ortada. Asıl soru şu: İstanbul’un bu bölgesinde bize yeşil alan mı lazım, yoksa para mı?

Taraflar bu soruya açık seçik ve dürüstçe cevap vermeli.

Belleğini yitiren ulus

Haberi 17 Haziran günü Yeni Şafak’ta okudum. Birden bütün kanımın çekildiğini, tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Cumhuriyet’in çocukluk yıllarına ilişkin bir hastalığın anlam değiştirerek farklı bir hastalığa dönüştüğünü gördüm.

Haberin sadece başlığı bile yeterince ürkütücü: Osmanlı arşivinin belgeleri kağıt yapılsın diye SEKA’ya gönderildi!

Haberde, Fatih Sultan Mehmed’in oğlu Sultan II. Beyazit tarafından kurulmuş Sütlüce’deki Harameyn Evkafi ve Damatzade Şeyhülislam Feyzullah Efendi Vakfiye’sine ait bazı belgelerin SEKA çöplüğünde bulunduğu bildiriliyor.

Asıl niyet

Çöpe atılan bu belgeler değersiz mi? Asla! Bunlar İstanbul’un tarihi. Belgeler olmazsa tarih nasıl yazılır?

Beni asıl şaşırtan, İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün sorumsuzdan öte pervasız tutumu oldu. Bu kentin bir valisi varsa, bunun hesabını mutlaka sormalı ve sonucu da kamuoyuna açıklamalı.

Valinin soruşturmasını beklemeden söyleyeyim. Ege Cansen’den aldığım ve hiç unutmadığım bir ders var. O da bizim kent uygulamamızda en önemli işlerden birinin arsa spekülatörlüğü olduğu.

Haberin Devamı

Nitekim Yeni Şafak’taki haberde de böyle ipuçları mevcut. Haberi yazan, 'bu gibi tarihi evraklarin kaybolmasıyla, bir süre sonra vakıf arsalarının elden çıkabileceği uyarısında bulunan uzmanlar, 1911 yılında Istanbul’da iki milyon parsel bulunduğunu belirtirken, bunun bir milyon parselinin vakıf malı olduğunu; bugün ise -vakıflara ait- İstanbul’daki parsel sayısının 50 bin olduğuna dikkat çektiler' diyor.

Yazarın Tüm Yazıları