Paylaş
Bir tarihte ‘‘Antika’’ işine kafayı fena takmıştım... Zaten bu Antikacılık bizim ulusça geleneğimizde vardır...
Öyle olmasa neredeyse yarım yüzyıl Demirel'ler, Ecevit'ler, Sezgin'ler vs.'ler hala tepemizde olmazlardı...
Benim bu takıntım, bir tarihte evdeki koltuk sehpa üçbeş parça eşyayı yenilememle başladı...
Yeni koltuk, sehpa, sandalye vs.'yi yerlerine yerleştirdik... Eskilerini de bir eskici çağırıp satmak üzere salonun bir yanına koyduk...
Eve gelen eskiciler, eşyalara o günün parasıyla yüzbin lira civarında bir para verince de sevinçten neredeyse havalara uçtuk...
Ama bu yüzbin kağıdı eski eşyalara değil de, güçbela denkleştirip birkaç milyona aldığımız yeni eşyalara verdiklerini öğrenince, fenalık geçirip, herifleri boğazlamaya kalktım...
Eşyaları satmak için birkaç eskiciyle daha cebelleştim... Ama herifler sonunda beni üste para verecek duruma getirdiklerinden alayını ittiredip eşyaları satmaktan vazgeçtim...
ANTİKACI OLUYORUM
Sonra bu işleri iyi bilen çocukluk arkadaşım Özcan'ın önerisiyle birgün eşyaları bir kamyonete yükledik, ünlü Üsküdar Bitpazarı'na götürdük...
Özcan kamyoneti bir dükkanın önünde durdurdu... Eşyaları aşağı indirtti...
Dükkan sahibi geldi göz ucuyla önce şöyle bir eşyalara baktı...
‘‘Eşyalar kimden kalma?..’’ diye sordu...
Ben de saf saf ‘‘Valla bizim çocuklardan kalma... Üstünde tepinip hepsini paraladılar, kala kala bunlar kaldı...’’ dedim...
Meğer herif ‘‘Kimden kalma?..’’ derken, yani ‘‘Hangi Paşa'dan’’ ya da ‘‘Saray Erkanı vs.'den kalma?..’’ demek istermiş...
Tepem attı... Özcan'a dönüp, ‘‘Bunların hepsi bu zepevenke benden kalma olsun...’’ dedim yürüdüm gittim...
Ama o gün Üsküdar Bitpazarı'nda dolanıp gördüğüm bir alay eski eşya ilgimi çekti... Merak da ufaktan böyle başladı...
Bizim Özcan zaten antika hastasıydı... Üstelik bu işlerden iyi de anlıyordu...
Bir süre o antikacı senin, bu bitpazarı benim bizim Özcan'ın ardında dolanıp durdum... Sonra da ufaktan kendim turalamaya başladım...
Kaçamaklar yapıp, çaktırmadan İstanbul'daki antikacıları, bitpazarlarını dolaşıyor kafama göre yükte hafif, parada ağır, daha doğrusu cepteki paraya göre ucundan kenarından ne bulursam topluyordum...
Birgün eve eski tahta bir kuş kafesi ve bilmemne köşkü yangınından kalan sekiz tane kocaman paslı temel çivisiyle dönünce karım İnci oturup için için ağlamaya başladı...
Bu işten vazgeçmeyi ilk o zaman düşündüm ama, bu işten sıyrılmama asıl başka bir olay neden oldu...
Bir pazar sabahın köründe Özcan geldi eve...
Cepte, evde ne var ne yok toparla resmen vurguna gidiyoruz...'' dedi...
MÜZAYEDE
Çamlıca'da eski bir konakta tarihi değeri yüksek eşya satışı varmış... Satışı yapacak eski ailenin bu işlere pek aklı ermediğinden, satıştan doğru dürüst de kimsenin haberi yokmuş...
Özcan'la Çamlıca'ya gittik... Sözü edilen yer gerçekten yıkık dökük küçük bir konaktı... İnsan burada birilerinin oturduğuna zor inanırdı...
İçerisi pek kalabalık değildi... Bizden başka sekiz on kişi daha vardı...
Eşyalar, harap evin duvarları delik deşik salonunda toplanmıştı... Zaten pek fazla da birşey yoktu ama, mevcut eşyaların gerçekten çok kıymetli parçalar olduğu belliydi...
İşin en ilginci salonun baş köşesinde oturan, çok yaşlı bir kadındı... Başörtülü, üzerinde işlemeli eski bir elbise bulunan kadının her halinden Osmanlılık akıyordu...
Derken satış başladı...
Mallar da kısa sürede kapış kapış gitti... Her bir parça satıldığında, yaşlı kadın hepimize düşman gibi bakıyor, eliyle bir takım işaretler yapıyordu...
Belli ki, o dede, baba yadigari eşyalarının satılmasını kabullenemiyordu...
O günkü müzayedede bizim Özcan'ın deyişiyle talih kuşu benim tepeme kondu... Cepte ne var ne yok imanına kadar verdim ama, saray eskisi iki kilimle bir ibrik kaldırdım...
Özcan ise tomarla para döktürüp, ihtiyar kadının paşadedesinin yaptığı iki adet kuş tablosuyla, üç tane halıyı kaptı...
Kısa günün karıyla o gün sevinçten ayaklarımız kıçımıza vura vura malları yüklenip evlere döndük...
Ben evin kapısından savaştan ganimetle dönen savaşçı gibi girdim...
Zamanında zorbela aldığımız bir iki parça halıyı kaldırıp yere tarihi kilimleri serdim... Eve gelip giden oldukça da kilimlere dikkatlerini çekip kasım kasım kasıldım...
Ama bizim işin ne kadar ‘‘antika’’ bir iş olduğu bir gün bizim Özcan'ın telefonuyla ortaya çıktı...
Gene bir pazar günü akşamı bizim Antika uzmanı Özcan aradı...
Biraz kemküm ettikten sonra ağlamaklı bir sesle, ‘‘Yahu bugün ne oldu biliyor musun?..’’ dedi. ‘‘Yeşilyurt'ta çok eski küçük bir konakta bir müzayede vardı... Koşturup gittim... Birbirinden değerli bir alay şey neredeyse yok pahasına satılıyordu... Satanlar da eski bir Osmanlı ailesiydi... Birden salonun baş köşesinde oturan başörtülü, o eski kaftanlı ihtiyar kadını görünce dünyam karardı, ne biçim bir ketenpereye geldiğimizi o zaman anladım... Kadın Çamlıca'da seninle gittiğim o müzayededeki kadındı...’’
Bizim antikacı Özcan güya üçkağıdı anlamış ama, o son tezgahta bile anlayana kadar bizimkine iki tombak, iki de sedef kakmalı sehpa kakmışlar...
Orda burda kiraladıkları eski evlerde müzayede yapan bu takım bizim antika üşütüklerini düdükleyen bir ‘‘Antik Çete’’ imiş meğer...
İşte bu antika delgasını ossaat bıraktım...
AMA NEYLERSİN Kİ KADER
Şimdi bu Antika işine epey bir süredir büyük kızım Ayşe kafayı sardırmış durumda...
Evine girdiğinde ev depremden çıkmış gibi bir alay çatlak, kırık çanak çömlekle dolu...
Nereden toparlayıp eve doldurduğuna hala akıl erdiremediğim bir alay ıvır zıvır arasında Ayşe'nin kendisi de bana bazen kazılardan çıkmış gibi geliyor...
Örneğin evindeki o eski koltuk vs. öyle eğreti duruyor ki, sanki otursan sırtüstü yere yapışacaksın...
Bazen bir bardak su istiyorum... Su öyle bir toprak kasede geliyor ki, adam kendini su içen Ramses gibi hissediyor...
Neyse bunca kişi ardına düştüğüne göre demek ki bu ‘‘Antikacılık’’ iyi bir iş...
Ama antikanın eşyasına ilgi duyacak, yazının başında söylediğim gibi ‘‘adam’’ kısmına yüz vermeyeceksin...
Bu son cümle belki biraz klasik oldu ama n'apim klasik çok zaman en doğrusudur...
Paylaş