Bu çok önemli tarihe yönelik daha fazla heyecan ve hazırlık göstermeliyiz sanki...
Hiç şüphesiz o gün yine görkemli bir kutlama olacaktır.
Ama sözünü ettiğimiz başka bir şey.
Bir coşku, kabaran duygular...
Kendini seküler olarak tanımlayan kesim Mayıs 2023 seçimlerinden sonra ülke genelinde yılgınlığa varan bir boş vermişlik içinde, bozulan morallerini toplayamıyorlar.
Muhafazakârlar; her ne kadar şimdilerde daha bir farklı değerlendirseler de, geçmişten gelen ezberleri yüzünden 100. yıla zihnen mesafeliler.
Kürtler başta olmak üzere sindirilmiş kesimler; bir türlü çözümlenemeyen temel insan hakları ile ilgili sorunlar yüzünden hep tedirgin, hep mutsuzlar.
KANGREN
KEMAL Kılçdaroğlu’nun itibarı çok sayıda kanaat önderine göre ‘kangren’ olmuş durumda. İl, ilçe yönetimleri, her seviye belediye başkanları, meclis üyeleri... Hemen herkese kendini dayatarak aday gösterilme karşılığı ‘rehin’ aldığına dair bir izlenim doğdu.
Görevlendirme konumunu, karar verici gücünü; bir eksiklenmeye girmeden kullanıyor.
Biata zorlanan partili zevat şimdi susuyor ama seçim sonrası genel başkana kazan kaldırılması sürpriz bir gelişme olmaz. Esasına bakarsanız asla etik dışı olarak da değerlendirilemez.
Doğuştan hafif zihinsel engeli vardı. Pamuk balyalarını el arabası ile taşırken şarkılar söyler, sonunu hep “kaf-kaf” çekerek tamamlardı. Mustafa’yı sonraki zamanlarda Karşıyaka’da tanımayan, bilmeyen, sevmeyen olmadı. Saflığın ve içtenliğin sihirli gücünün insani ilişkilerde ve toplum hayatında bir tek kişi üzerinden bile ne denli tedavi edici olabileceğini Mustafa’nın kişiliğinde yaşıyorduk. Mustafa Karşıyaka’da her daim saygı ve sevgi gören ve şefkatle kucaklanan bir melek olarak el üstünde tutuluyordu.
Onu özleyeceğiz, huzur içinde uyu büyük Karşıyakalı.
-----
RASYONALİTE IŞIĞI YANDI
MERKEZ Bankası gösterge faizini yüzde 25’e yükseltti. Enflasyon bu rakamların hayli üstünde olmasına rağmen bu durum rasyonaliteye dönüş kararlılığı olarak değerlendirdi. Tabii ki eylül ve sonraki aylarda Merkez Bankası’nın faiz politikası izlenmeye devam edilecektir.
24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması genç devletimizin kuruluş tapusudur.
29 Ekim’de Cumhuriyet ilanı rejimimizi de belirlemiştir. Devletimizin adı ‘Türkiye Cumhuriyeti’ olmuştur.
Takribi 700 yıl süren Osmanlı İmparatorluğu sonrasında nihayet Anadolu’da ‘Türk’ isminin telaffuz edildiği bir devlet kurulmuştur.
Osmanlı döneminde ‘Türk’ kavramı sahiplenilen bir değer değildi.
‘Etrak-ı bi idrak’ diye bir ifade söz konusuydu.
‘İdraksız Türkler’ manasına gelen bu tabir, daha ziyade göçebe halinde yaşayan ve genellikle avamdan olan bazı Türkmenler ile isyankâr Celâliler için kullanılmıştır.
Bu yaklaşımlar hayat pratiklerimizin ışığında tartışmaya açıktır. Böylesi kritik görevlere talip olanların asgari birikim ve deneyim sahibi olmasında çok açık bir kamu yararı vardır. Özellikle belediye başkanlığı türü icrai kamu yöneticiliği “acemi nalbant” misali “ağır ağır” öğrenilecek makamlardan değildir. Yanı sıra; bir “ürkek tavşan” tutumuyla, mevzuat hazretlerini gerekçe göstererek kenti kilitliyor olmak, insanların asgari konforundan “çalmak”, hatta “ızdırap” yüklemek manasındadır.
Pek tabi bu durumun aksi olarak “frensiz hizmet aşkıyla” (?), kırıp döken bir iş anlayışı da kabul edilemez.
Esasında, tıpkı “Kaymakamlık” görevi gibi, belediye başkanlığının da bir “kariyer mesleği” olması gerekirdi.
İyi bir “şehir plancısı, mimar, mühendis” bakış açısı, hani olmadı, böylesi birikimlerden istifade edebilme kaliteleri olan, finanstan, hesap kitaptan anlayan, dünya örneklerini bilen, siyaseti bir meslek olarak algılamayan, başkanlık anlayışını kalıcı ve sürdürülebilir bir vizyonla yoğuran, becerikli ve rasyonel bir başkan profilinden söz ediyoruz. Tabii ki bu özelliklere haiz sınırlı sayıda yöneticiler de var. Ancak burada “kahir ekseriyetten” söz ediyoruz.
Bu amaçla her önüne gelenin başkanlığa heveslenmesini önleyecek bir temel düzenleme, öncelikli olarak tüm bu handikapların büyük ölçüde müsebbibi olan “Siyasi Partiler Kanunu’nda” yapılmalı. Bugün bu ülkede “siyaset” bir geçim ve zenginleşme vasıtası olarak “vasatların” kümeleştiği bir alan. İstisnasız her siyasi parti; bir vasıfları olmadığı halde parti üyeliğinde kıdemlenmekten “yarar” uman ve maalesef “sonuç” elde edebilen insanlarla dolu. Kaldı ki bahse konu “siyaset esnafları” bu durumu kendilerine hak görüyorlar. Dışarıdan nitelikli birileri çemberi delmeye kalksa; “bu partiye yıllarca emek verenler dururken” şablonuyla, arsızca sindiriliyor.
Yaşadığımız iklim krizleri, eriyen buzullar, karbon ayak izleri ve binlerce ekolojik işaret, yaşlı gezegenimizin artık hoyrat ve akılsız tutumlarla taşıyamayacağını, adeta gözümüzün içine sokarak, kafamıza vurarak, hissettiriyor. Bu kötü gidişe karşı duyarlı insanların çığlıkları yeni yeni karşılık bulmaya başladı.
Ancak karar verici konumda olanlar hala işi ağırdan almayı, bu yolla hesapta kendi ülkelerine avantaj sağlamayı, marifet belliyor. Oysa herkes aynı ‘kader fanus’unda. Doğaya karşı sevgi ve saygının en az olduğu ülkelerden biri de maalesef Türkiye. Doğanın milyonlarca yılda oluşturduğu ‘muhteşem denge’ ekonomik gerekçelerle kolaylıkla feda edilebiliyor. Onun sunduğu her güzelliğin, geçmişten geleceğe tüm insanlığın ortak değeri olduğu umursanmıyor.
İnsan evladı artık şunu idrak etmeli; “Ey Eşref-i Mahlûkat, sen dünyanın akıllara seza uyumunda asla bir ÖZNE değilsin. Aksine tüm bir ekosistemde haddini bilmesi gereken bir zerre ve tıpkı bir kuş, bir çam fidesi gibi, o şahane bütünlüğün bir parçasısın. Bu memlekette materyal getiri uğruna; siyanürlü altın ve kömür madenleriyle, sonsuza kadar vazgeçilen Kaz Dağları ve Akbelen’lerle, dağa, taşa, kuşa, balığa... haksızlık edemezsin. Mademki tüm canlılara örnek olarak yaratılmış Eşref-i Mahlûkat’sın, varlık zeminine duyarsızlığını sonlandırmak, aynı zamanda seni yaratmış olana karşı bir vecibendir.”
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde de bahse konu sorun tüm boyutlarıyla yaşandı. Metro ve Tramvay çalışanları ile Toplu İş Sözleşmesi çıkmaza girmiş ve hafta başında sendika tarafından “grev” başlatılmıştı. Büyükşehir tarafından teklif edilen en düşük net ücret 22.000 TL iken, Sendika en düşüğü 33.813 TL olmak üzere 40.000 TL’lere varan net ücretler istemişti.
Grev iki gün sürdü. Haliyle şehir içi trafiğinde büyük bir sıkıntıya sebebiyet verdi. Büyükşehir, bağlı şirketleri ile beraber dev bir organizasyon. Bu neviden yapılarda ücretlerin “bütünlüklü bir denge” içinde yürütülmesi bir gereklilik. Bu yüzden sendikanın isteklerine olumlu yanıt verilmesi beklenemezdi.
Neyse ki salı günü geç saatlerde sağduyu ön plana çıktı, sendika büyük ölçüde Büyükşehir’in imkânları içinde kalmayı kabul etti ve sorun çözüldü. Tabii ki acımasız bir hayat pahalılığı var. Ancak halka hizmet için oluşturulmuş bu tür dev organizasyonlarda herkes aynı gemidedir. Esasında paylaştırılan “pasta” değil “ekmek”tir. Büyükşehir sınırlı bütçesinde her bir harcama ve yatırım kalemi tariflenmiştir. Bugünkü hayat şartlarında emekçiler için istenenler makul olsa da, dar imkânlara sahip bir kamusal yapıda planlanandan fazlası talep edildiğinde, bu durum diğer paydaşların “kursaklarından lokma eksilmesi” anlamına gelir.
Sendikada günün sonunda böyle yaklaşmış olmalı ki, uzlaşma temin edilmiş.
Bu çekişmelerin sebebi esasında taraflar değildi. Enflasyon denen olgu kamu kaynaklarını da olumsuz etkiliyor. Bu durumdan yerel yönetimlerimiz, biraz da siyasi tutumların etkisiyle, nasiplerini alıyorlar.
Umarız en kısa zamanda makro dengeler istikrara kavuşur, giderek kan kaybeden sabit gelirlilerimiz bir nebze rahatlar.
Siyasi partiler iktidar olmak için vardır. Bu sebeple seçmenlere kendilerini net bir şekilde kavratmaları gerekir. Bunu sağlayan öncelikle parti programlarıdır. Sonrasında eylem ve söylemlerin ne ölçüde halka geçirildiğidir.
CHP kendini sosyal demokrat bir parti olarak lanse ediyor. Ancak tarihsel olarak bu hiç böyle olmadı. Bu parti Türk Burjuva Ulus-Devlet ideolojisinin siyasi ayağı olarak kuruldu. Kendi içinde “kastik” bir yapıyla, rejimin bekçisi rolünü benimseyerek “kadrolu muhalif” kalmayı yeterli addetti.
Doğal olarak iktidar olamadı. Zaten iktidar olabilme gereklerinin de acemisiydi. İlk defa Mayıs 2023 seçimlerinde bu şans önlerine geldi. Mevcut iktidar yorgundu, yıpranmıştı, ekonomik sıkıntılar had safhadaydı. Ama öylesine ilkesiz ve beceriksiz ittifak ilişkilerine girildi ki, seçmene samimi gelmedikleri gibi, güven de sağlayamadılar.
Neticede seçim kaybedildi Şimdi, “çarşı” karışmış durumda. Ortada “değişim, yenilik” gibi laflar uçuşuyor. Ancak dışarıdan bakılınca, açık bir “post” kavgası izlenimi doğuyor. Tartışmayı köpürtenlerin pek çoğu köhnemiş bir yapının “parti esnafları”.
Oysa öncelikli olarak ülke siyasi haritasında CHP’nin neyi temsil ettiğinin açıklığa kavuşturulması gerekiyor. CHP, o bildik “devletçi, milliyetçi, Türkçü, Arap sevmez, Batı’dan haz etmez, laikçi” yapısına devam mı edecek, yoksa, evrensel ilkelere yaslanan bir sosyal demokrat parti mi olacak? Bu akut belirsizliği görerek bir manifesto ile duyuran sadece Tunç Soyer oldu. “Yeni Siyaset Belgesi, İzmir Duruşu” bildirgesi haziran ayında kamuoyu ile paylaşıldı. Ancak akılları başka yerde olan partililerin yeterince ilgisini çekmemiş görünüyor. CHP bu halleriyle bu ülkede iktidar seçeneği haline zor gelir.
Güncel siyasete dönersek; Kemal Kılıçdaroğlu demokratik açılımlar için başlangıçta ümit veren bir liderdi. Dersimli ve Alevi kimliği, ezilenlerin dünyasından geliyor olması, böyle bir izlenim veriyordu. Ancak Deniz Baykal’dan farklı olamadı. Şimdi artık kendisi için çok geç. Uzatmadan “bırakma takvimi”ni açıklamalıdır.
Mayıs 2024’de yerel seçimler var. Özellikle İstanbul kaybedilirse, bu durum CHP açısından “katmerli travma” etkisi yaratır. Bu seçimin İmamoğlu ile kazanılması daha mümkün diye değerlendiriliyor. İstanbul’u kazanmış bir Ekrem İmamoğlu’nun 2028 seçimlerine CHP’nin yeni Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı olarak girmesi makul senaryodur. Bu süreçte Kılıçdaroğlu’nun bahse konu reformları hayata geçirme yolunda CHP’ye mesafe aldırması giderayak tarihsel katkı olur.