Rivera hakkında 400 sayfalık bir kitap okudum. Frida'nın ismi çok az ve önemsiz şekilde geçiyordu. Birkaç tane sanat ansiklopedisine baktım, gene Frida'nın ismine rastlamadım. Buna mukabil Rockefeller olayı, Troçki'nin Frida'nın evinde kalması gibi hadiseler kitapta bayağı etraflıca anlatılmaktaydı.
Bugünlerde sinemalarda 'Frida' isimli bir film vizyonda.
Bazı özel nedenlerle beni görmeye gelen pek çok dostumun, hemen hemen hepsi bu filmi gördüklerini söylediler. İşin enteresan tarafı, gerek hanım arkadaşlarımın ve gerekse de bey ahbaplarımın müştereken bu filmi sevmiş olmalarıydı. Zira genelde beylerin sevdiği filmleri hanımlar sevmez veya hanımların sevdiği filmlerden beyler hoşlanmazlar. Her iki tarafın sevmiş olması ilgimi çekti. Filmi bayağı merak etmeye başladım ve en nihayet bir öğlen matinesine giderek gördüm. Beni en çok ilgilendiren tarafı ise Frida adındaki kahramanın bayıldığım ressam Diego Rivera'nın karısı olmasıydı.
Bundan aşağı yukarı üç-dört sene kadar önce kocam Doğan'ın peşine takılarak, ‘‘Aman hiç enteresan ve güzel değil’’ diye beni götürmek istemedikleri Detroit şehrine gittim. Ford, Crysler ve General Motors'un ürettiği vasıtaların ve otomotiv endüstrisinin hayat bulduğu şehir olan Detroit, bir zamanlar fabrika bacalarının göklere yükselerek tüttüğü bir görüntüye sahipmiş. Şimdi artık modernleşen fabrikalarda bacalar tütmüyor ama Detroit hakikaten sadece fabrikalar ve art deco zamanından kalma kocaman binalarla dolu bir yer.
Gündüz, beyler toplantı yapıyorlar. Bendenize bir mihmandar verildi, gezdirilmekteyim. Tabiatıyla ‘‘Burada müze var mı? Beni evvela oraya götürün’’ dedim ve soluğu Detroit Sanat Enstitüsü'nde (The Detroit Institute of Arts) aldık. 1927'de kurulmuş olan müze, otomobil sanayiinden zenginleşenlerin hibe ettikleri eşyalarla veya verdikleri paralarla alınmış sanat eserleriyle doluydu. Küçük olmasına karşılık içinde bulunan eserler hem kaliteliydi hem de çok güzeldi. Müze ilk olarak eski bir binada hayat bulmuştu ama zamanla sergileme alanları káfi gelmeyince Michael Graves adında bir mimara yeni bölümleri yaptırmışlardı. Şimdi kitabı karıştırırken bunu da öğrenmiş oldum, zira Michael Graves bizim Koç Üniversitesi Rektörü Atilla Aşkar'ın hanımı Elsie Vance Aşkar (Cyrus Vance'in kızıdır) ile evime gelmişti ve beraberce bir çay içmiştik. Sonra bana Alessi mutfak eşyaları için tasarladığı ve çok tutulan kuşlu çaydanlıktan hediye etmişti.
Michael Graves bir tarafa, eski binanın bir avlusu vardı. Üzerini camla kapatmışlardı. Duvarlar, Diego Rivera'nın boyadığı resimlerle kaplıydı. Duvar resmini görünce çarpıldım. Diego Rivera'yı ilk defa duyuyordum. Genelde duvar resimleri tavana yakın yerlere yapılır ve uzaktan seyredilirler. Halbuki burada resmin ön tarafındaki insanlar benimle karşılıklı duruyorlardı. Güya bir sanayi şehrindeki işçi sınıfını yansıtmaktaydı. Resim fosur fosur komünizm kokmaktaydı ama o kadar güzel ve canlıydı ki, karşısında bir saate yakın oturup seyrettim. Her bir insan figürü ayrı işlenmişti ve her birinin ifadesi değişikti.
1930'lu yıllarda bu müzenin başında Valentiner adında meşhur bir müdür varmış. Rivera ile California'da tanışmış ve bahçeli duvar resimleri ile süslemek üzere anlaşmışlar. O sırada Rivera'nın New York'taki Modern Art Museum'da (MOMA) açılan retrospektif sergisi çok rağbet görmüş. Nisan 1932'de Detroit'e varan Rivera yapacağı resmi planlamış ve Temmuz 1932'de işe başlamış. Mart 1933'te duvarın üzerindeki örtü kaldırıldığında bütün Detroit oradaymış, en az 20 bin kişi görmeye gelmiş. Rivera bu resim için 10 bin dolar istemiş, parayı da Edsel Ford vermiş. Vermesine vermiş ama siyasi parti mensuplarından, vekillerden, kadınlar kulübünden ve lobicilerden bol protesto sesleri de yükselmiş. Bu protestoları yatıştırmak için epeyi bir zorluk yaşanmış. Bugün bayıldığımız bu duvar resminin o gün ne diye protesto edildiğine gelince; halk, devrim için her an günaha giren, káfir ve korkunç suratlı Detroitliler'i ve Rivera'nın komünist fikirlerini kabul edememiş.
Galiba aynı sene içinde Houston'daki müzede Diego Rivera'nın sergisi vardı, hemen gitmiştim. Tuval resimlerini çok sevmedim, fazla yerel geldi. Duvar resimleri ise hakikaten şaheserdi. O kalabalıkta tek tek şahsiyetleri canlandırması çok hoştu.
‘‘Frida’’ filmine gelince; Rivera hakkında 400 sayfalık bir kitap okudum. Frida'nın ismi çok az ve önemsiz şekilde geçiyordu. Birkaç tane sanat ansiklopedisine baktım, gene Frida'nın ismine rastlamadım. Buna mukabil Rockefeller olayı, Troçki'nin Frida'nın evinde kalması gibi hadiseler kitapta bayağı etraflıca anlatılmaktaydı. Halbuki Frida filminde ikisinin arasındaki ilişki çok kuvvetli bir şekilde vurgulanıyor. Frida bayağı sakattı, acı çekmekteydi ve koyu komünistti, ama bu tarafları hiç yansıtılmıyor.
Rivera 1886'da doğdu ve 1957'de kanserden vefat etti. Rusya'ya giderek kanserine çare aradı ama bulamadı.
Daha ‘‘Chicago’’ filmini görmedim. Herkes ‘‘Oscar'ı Chicago alacağına Frida almalıydı’’ dedi. Ben sinemadan fazla anlamam ama Frida filmine o kadar bayılmadım. Acaba çok methettikleri için mi gözümde büyüttüm, kim bilir? Ama bakın, herkesin ‘‘Aman oraya gidilmez’’ dediği Detroit'te neler bulup, neler öğrenmiştim. Daha pek çok değişik yerlere de gittim, onları da başka bir sefer anlatırım.