Ben de bugün size, yaşı 50’nin altında olanların bilemeyeceği ve fakat bilmesinde (İsmet Paşa’nın dediği gibi) ‘sayılamayacak kadar çok fayda bulunan’ bir şeyden söz edeceğim.
Ders çıkaramasanız da (İlyas abinin sözleri bizim bir kulağımızdan girdi bir kulağımızdan çıktı zamamında) en azından, belki o yaşa geldiğinizde “Sahi bir zamanlar, neydi o adamın adı, Hürriyet İK’da yazardı, o bir gün dediydi de, gençtik anlamadık” diye beni anarsınız.
*
İlyas abi, nur içinde yatsın, bizi etrafına toplar “Bak oğlum, unutmayın” derdi, “Patron için iki çalışıyorsanız, bir de kendiniz için çalışın.”
Yalta Konferansı’na şuurunu kaybedecek kadar hasta bir halde katılan Roosevelt; ‘füze krizi’ sırasında günün yarısını yatakta geçirmek zorunda olan Kennedy; Salazar, Franco, Mao, Kruşçev, Brejniev, Papa 7.Pie, Stalin, Nixon ve benzerleri. Prof. Jean Bernard’ın (2) dediği gibi “ne sağlık durumunun ülkeyi yönetmeye veya orduya kumanda etmeye elvermediğini ne de bunun, vatandaşları açısından vahim sonuçları olabileceğini kabul etmeye yanaşan hastalar”.Prof. Bernard, Fransa Cumhurbaşkanı’nın ruh ve beden sağlığını izlemek üzere, üyeleri Anayasa Mahkemesi tarafından seçilen bir Tıp Komisyonu önerir. Hekimler rapor edecek, hâkimler gereğini yapacak.
Keşke. Ama çalışma hayatına uygulanabilir bir proje değil galiba…
*Konu sağlıktan açılmışken, çalışanların patronlardan bir iki isteği var, onları aktarayım.
1. Oturduğu koltuğu hak etmeyen, kifayetsiz, yeteneksiz, hasılı ‘zavallı’ yöneticilerle çalışanlara, en azından bir ‘yıpranma tazminatı’ ödensin, diyorlar yarı şaka. Çünkü - ne düşük maaşlar, ne iş yoğunluğu, ne performans baskısı, ne fazla mesai, ne trafik… - biz çalışanları ‘kötü yönetici’ kadar yıpratan bir şey yoktur.
Böyle bir yazı hatırlamıyorum, ama sağda solda buna benzer laflar ettiğim doğrudur.
Bakmayın siz işadamlarının ağladıklarına, mart kedisi misali bağırıp çağırdıklarına; Türkiye paranın en kolay kazanıldığı ülkelerden biridir.
Kuralların esnekliği, kuraldışının ve kayıtdışının yaygınlığı, devletin parasının denizliği… detayına girmeyelim.
Yukarıdaki tarihî vecizeme (buna ‘cevize’ de denebilir ya neyse) bir iki örnek vermeye çalışayım:
Herhalde yöneticiniz işinin ne kadar yoğun ve zor olduğunu anlatmak istemiş ama, aslında patronun kötü bir patron, kendinin de kötü bir yönetici olduğunu itiraf etmiş.
Avuçla para verdiği CEO’nun vaktinin ve aklının yüzde 80’ini işgal eden işadamı, ciddî bir yanlış yapıyor, kendi ayağına kurşun sıkıyor demektir.
Keza, aklının ve vaktinin yüzde 80’ini patronunu mutlu etmeye harcayan yönetici de, koltuğunu koruma açısından mutlaka doğru yoldadır da, aldığı parayı hak etmeyen ve uluslararası ölçütlerde berbat bir yöneticidir.
*
Bu durumda bizim yönetim-ci ne yapar?
Önce ne yapmayacağını söyleyeyim:
Birincisi, asla çalışanını anlamaya, empati yapmaya çalışmaz. Acaba sorun nedir? Varsa sorunu nedir? Özel hayatıyla mı ilgilidir yoksa işiyle mi? İşle ilgiliyse, haklı gerekçeleri var mıdır? Tabii zinhar “Acaba bizim (de) bir noksanımız, yanlışımız var mı?” diye kendini sorgulamaz. Zaten bunu yapacak yürek onda yoktur.
Sonra asla çalışanını kazanmaya çalışmaz. Daha iyi değerlendirebileceğimiz, daha mutlu ve verimli çalışmasını sağlayacağımız bir göreve getirebilir miyiz? diye düşünmez.
Çoğumuz, hayatı ıskaladığımızı kendimize itiraf etmemek için, ‘başarılı mıyım, başarısız mıyım?’ diye sorgulamayız. Zaten başarılı olamadıysak, kabahat bizde değil, ötekiler ile ahval ve şeraittedir. Nasıl bir hayat yaşamak istediğimizi bilmediğimiz ve düşünmediğimiz için, önümüze koyulanla yetinir, dolap beygiri gibi dönerek emekliliği bekleriz.
Azımız, ağzımızda altın kaşıkla doğduğumuzu unuturuz; yahut bulunduğumuz noktaya hangi tesadüfler sonucunda yahut ne tür rezillikler sayesinde geldiğimizi unuturuz. Ve bileğimizin hakkı olduğuna kendimizi inandırır, başarıyı kendi yaptıklarımızla tarif ederiz.
Bugün, sizi bu başarı konusunu (yeniden yahut nihayet) düşünmeye zorlamak için, yerimi kendi alanında dünyanın en başarılı insanlarından birine terk edeceğim.
Emmett Grogan’ın (*) kült kitabı Ringolevio’yu “Bronx’tan çıkan en büyük Ringolevio oyuncusuna…” diye ithaf ettiği Albie Baker’a…
Burada ekonomi tarihi tartışacak değiliz ama, size yeni çıkan ve yukarıda söylediklerimi teyit eden bir kitaptan söz edeyim.
Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu öğretim üyesi medeniyetler tarihi profesörü Caroline Oudin-Bastide ile Paris-Sorbonne sosyoloji profesörü Philippe Steiner’in kitabı Calcul et morale : Coûts de l’esclavage et valeur de l’émancipation (XVIIe-XIXe siècle) – Hesap ve ahlâk : Köleliğin maliyeti ve özgürleşmenin değeri (18-19.yy.lar) diyelim...
Fransız ekonomist (ve fizyokrat) Pierre-Samuel Dupont de Nemours 1771 yılında yayımladığı, dönem için çok yenilikçi bir makalede ‘kölenin çalışması ile gönüllü işçinin çalışmasının maliyetlerini’ karşılaştırır. Ve, o tarihte herkesin sandığının aksine, köle çalıştırmanın işverene, ücretli işçi çalıştırmaktan daha pahalıya mal olduğunu rakamlarla ispat eder.
Dönemin önde gelen aydınları, Jean-Baptiste Say ve Alexis de Toqueville de tartışmaya (Dupont de Nemours’un yanında) katılırlar.
Diyeceğim şu ki, böyle bir ortamda, yok özlük haklarıydı, yok şirket içi eğitimdi, kriz bahanesiyle çalışanların gasp edilen maaşlarıydı (bu sene çalışanların çoğu enflasyona kaptırdıkları gelirlerini dahî telafi edemediler; değil iyileştirme, kriz bahanesiyle düzeltme bile yapılmadı)… insanın canı hiç istemiyor ciddî şeyler yazmayı.
Okurun biri ‘magazin tadında yazılar yazmaya başladın, gidici misin?’ diye soruyordu, bütün zarafetiyle.
Oysa magazin tadında öyle yazılmaz, bak böyle yazılır…
*Bugün İstanbul’da kara kargalarla martılar savaşıyor.