Neuralink, uzun soluklu bir proje ve ilk kez ismi duyulduğunda akıllarda pek çok soru işareti oluşmuştu. Şimdi ise Neuralink ilk meyvesini verdi; bir domuz üzerinde yapılan deneyde Neuralink projesinin sorunsuz bir şekilde çalıştığı gözlemlendi. Oldukça minik bir çipten söz ediyoruz; bu çip Neuralink ameliyat robotunun gerçekleştirdiği bir operasyonla kafa derisinain içine monte ediliyor ve birkaç dakikalık kısa bir operasyon bu işlemi gerçekleştirmek için yeterli oluyor.
Açıkçası ben de pek çokları gibi bu gelişmeyi büyük bir heyecanla izledim. Öncelikle bu teknolojinin büyük fırsatlar getireceğini düşündüm. Özellikle de engellilerin eli, kolu, ayağı ve gözü olabilecek bir projeden söz ediyoruz. Akıllı protezlerin sadece düşünce gücüyle çalıştığını düşünün. Ya da sanal gerçeklik ile artırılmış gerçeklik teknolojilerini de arkasına alan böylesi bir teknolojinin görme engellilerin hayatına nasıl dokunabileceğini hayal edin.
Engeli olan pek çok insan için belki de gelecekte engelleri kaldıracak bir teknolojiyi konuşuyoruz. Diğer yandan araçların düşünce gücüyle kontrolünü dahi tartışacağımız günler gelecek. Mesela oyun oynarken herhangi bir donanıma ihtiyaç duymadan beyinden gelen sinyallerde yani sadece düşünerek bir oyun deneyimi nasıl mümkün olabilir?
Diğer yandan bu teknolojinin sunduğu fırsatlar kadar belki daha fazla olumsuz yönlerini de konuşacağız. Beynin hack'lenmesini tartışabiliriz örneğin. Çünkü bu teknoloji henüz davranışa geçmeyen düşünceleri dahi analiz edip yorumlayabiliyor. Kötüye kullanılırsa diğer tüm teknolojik cihazlarda olduğu gibi büyük sorunlara yol açabilir.
Microsoft'u daha çok kurumsal yapısıyla biliyoruz. Hatta sesli akıllı asistanı Cortana dahi Siri ve Google'ın asistanıyla baş edemeyince kızağa çekildi ve sadece Office 365 bünyesinde aktif olmaya devam edecek. Diğer yandan Microsoft'un şu sıralar TikTok'u almak istediği için popüler uygulama ile masada oturduğunu öğrendik. Ancak Microsoft'un TikTok'u almak istemesinin ardında bir değil, birçok neden yatıyor. TikTok, her ne kadar Microsoft'un 'tarzı' bir uygulama gibi görünmüyor olsa da, şirkete çok daha farklı açılardan faydaları olacak.
Microsoft'un gelecekteki hedeflerine biraz daha yakından bakarsanız TikTok'un ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda'daki operasyonlarını satın alma hamlesinin boşa olmadığını anlamanız çok zor değil. Microsoft'un TikTok'u alarak öncelikle pek de bir varlığı olmadığı bir alana giriş yapacak ve YouTube ile Facebook'a meydan okuyabilecek.
Bir diğer önemli nokta da Microsoft'un TikTok ile birlikte bu platformda bulunan tüm kullanıcıların verilerine de ulaşacak olması. İşte bu nokta çok önemli; zira milyonlarca kullanıcısı bulunan TikTok'un değerini yükselten faktörlerden biri de bu kullanıcı verileri ve şirket, TikTok'un hisselerini aldığında bu büyük veritabanına ulaşacak.
Çin hükümeti ile olan bağı nedeniyle verilerin güvenliğinden endişe duyan ABD yönetimi ise Microsoft'un kontrolünde bir TikTok'a elbette daha sıcak bakıyor. Bu noktada amaç TikTok'un ABD merkezli kullanıcılarının verilerinin ülkede kalmasını sağlamak ve Çin'e sızmasının önüne geçmek.
Microsoft, TikTok kullanıcılardan topladığı veriyi pek çok şekilde değerlendirebilir. Gelecekte hayata geçireceği ya da henüz plan aşamasında dahi olmayan pek çok fikre bu veri tabanıyla ulaşabilecek. TikTok alımının Microsoft'un diğer tüm servisleri üzerinde de pozitif etkisinin olacağı söylenebilir.
Şöyle düşünün: TikTok, Microsoft'a video izlemek için uygulamayı kullanan milyonlarca gence ve hatta içerik oluşturmak için kullananlara doğrudan bir yol sunuyor. Şirket, bugüne dek Windows işletim sistemini video oluşturma uygulamalarıyla daha tüketici dostu olacak şekilde uyarlamaya çalıştı, ancak TikTok milyonlarca telefondan video oluşturmak için kolay bir yöntem sunacak.
TikTok, aynı zamanda artırılmış gerçeklik yani AR teknolojisi konusunda Microsoft için önemli bir eşik olacak. TikTok, AR'yi kullanan filtre ve reklamlarla artırılmış gerçekliği kullanıyor. Microsoft’un AR hedefleri büyük ölçüde HoloLens ve Minecraft gibi platformlarla sınırlı. Oysa TikTok, Microsoft için AR'ın mobil dünyasına açılan başka bir kapı olacak.
İnternetin gelişmesi, hayatımıza tümden yerleşmesi hayatımızı baştan sona değiştirdi; ancak internetle birlikte siber güvenlik de hayati bir öneme sahip oldu. Bu konuda dikkatli davranmayan bireysel kullanıcılar ve işletmeler ise büyük kayıplara uğruyor. Bugün ise Twitter'ı konuşuyoruz. Bill Gates'ten Barack Obama'ya pek çok ünlü ismin Twitter hesaplarına izinsiz erişim sağlanarak bu hesaplar üzerinden bitcoin transferi sağlanmış. İlk belirlemelere göre 100 bin doların üzerinde bir para akışı söz konusu. Siber saldırganların Bitcoin üzerinden para transferi istemesinin sebebi ise bitcoin üzerinden takibin pek mümkün olmaması.
Twitter ise bu saldırının doğrudan çalışanları üzerinden yapıldığını kabul ediyor. Yani saldırganlar, Twitter'a özel yetkileri bulunan bazı çalışanların bilgilerine bir şekilde ulaşarak bu hesaplara erişmeyi başarmış.
Bu açıklama, bir yandan da yeni soruları doğuruyor. Örneğin bir çalışan bir hesaba girerek tweet atabilecek izne nasıl sahip olabiliyor? Bu erişim izni olmasaydı bugün bu olayı belki de hiç yaşamayacaktık bile.
Düşünün ki Donald Trump'ın Twitter hesabına bu şekilde girseler, Çin'e yarın savaş açıyorum mesajını bile gönül rahatlığıyla paylaşabilirler. Gerçekten de korkunç... Ya da Bill Gates'in hesabından para istemek yerine bambaşka rahatsız edici bir mesaj paylaşılabilirdi de.
Örnekler çoğaltılabilir. Ancak yaşanan bu durum, Twitter'ın düştüğü durumu asla açıklamaya yetmiyor. Ortada büyük bir güvenlik zafiyeti var. Şirketin bu hatası nedeniyle belki de pek çok ünlü isim ya da siyasi isim hesaplarını kapatma yoluna gidecek. Çünkü kesinlikle bireysel hatadan kaynaklanmayan bir sorunu konuşuyoruz.
Twitter, olayı sıcağı sıcağına bitirmek adına önce saldırıya uğrayan hesapları kilitlerken, bu hesaplardan tweet atılmamasını sağladı. Hack'lenen tüm hesapların onaylanmış hesap olmaları da dikkat çekici. Elbette hack'lenen kullanıcılar da sözü dinlenen ve takipçisi bol kişiler. Bu nedenle kısa sürede 100 bin doları aşkın para toplanması şaşırtıcı değil.
Twitter'da 359 bini aşkın onaylanmış hesap bulunuyor. Bu hesaplara zaman zaman dolaylı yollardan yenileri ekleniyor olsa da, yaklaşık iki yıldır onaylanmış hesaplar için Twitter'a başvuru yapılamıyor.
Şimdi bir de ABD'de yaklaşan başkanlık seçimleri var ve sosyal medya platformları gerçekten de büyük bir sınavla karşı karşıya...
The Last of Us serisinin ilk oyununda dünya yeni bir felaketin eşiğine gelmiş ve herkes kaptığı hastalık yüzünden bilincini kaybederek birer canavara dönüşüyordu. Milyonlarca, hatta milyarlarca insanın bu şekilde dönüşüm yaşamasının ardından dünya düzeni yerle bir oluyor ve anarşi tüm dünyaya hakim oluyor.
Oyunda ise canlandırdığımız Joel ve Ellie ise kilit öneme sahipler. Ellie, tüm insanlardan farklı olarak enfekte olmayan ve hastalığa karşı bağışık olan bir küçük kız. Joel ile yolları kesişince de baba kız formatında onların macerasını takip etmek gerçekten de oldukça keyifliydi.
Oyunun ikinci bölümü ise geçtiğimiz günlerde satışa sunuldu. Ama 500 TL gibi uçuk bir fiyata... Oyunu alanlar, YouTube ve Twitch gibi video platformlarından izleyenler ise ikiye bölündü. Oyunu ilk kez deneyimleme şansı bulan oyun otoriteleri oyuna tam not verirken, oyuncuların ise olumsuz yorumları ağırlık kazandı. Ancak olumsuz yorum yapanlar da kendi aralarında bölünüyor. Kimi oyunu karakterlerin cinsel tercihleri nedeniyle eleştirirken, kimi de ilk oyundaki heyecanı bulamadığını söylüyor.
Açıkçası yeni oyunu beğenmem için çok sebebim var. Oynanış olsun grafikler olsun, atmosfer olsun gerçekten de önemli bir eser. Uzun yıllardır beklediğime değecek kadar iyi bir oyundan söz ediyoruz. Ama eleştirilere katıldığım bir nokta elbette var. O da hikayenin pek albenisinin bulunmaması.
Kimisi 4 kameralı, kimi 8K video çekiyor, kimi incecik, kimi de açılıp kaybolan selfi kamera kullanıyor. Hepsi bir yerinden tutuyor ve kullanıcıları tavlamaya çalışıyor. Peki işin aslı ne? Vatandaş yılda bir, iki yılda bir telefon değiştirmeye çalışırken buna gerçekten ihtiyaçları var mı? Yoksa en yeniye sahip olma arzusu mu bu?
Elbette bu sosyolojik tespitlere girecek değilim; zaten bu yazının konusu da değil. Ancak şu bir gerçek ki her gün her hafta bir telefonla tanışmamız artık şaşırtıcı gelmiyor. 90'lı yıllarda ve 2000'li yılların başlarında telefon sektöründe Nokia dahil birkaç isim vardı ve sınırlı sayıda telefon arasından kolayca seçim yapabiliyorduk. Şimdi ise telefonların pek çok modeli birbirine benziyor. Burada da markalar bir özelliği öne çıkarıp satma gayretindeler.
Ancak işin aslı öyle devrimsel bir yenilikle karşı karşıya değiliz. Beni son zamanlarda heyecanlandıran tek şey ekranı bükülebilen telefonlar oldu. Huawei, Samsung, TCL, Motorola dahil bazı markalar kendi ürünlerini ortaya koydu. İlk etapta modellerde sıkıntı meydana gelirken, yeni sürümler geldikçe o sorunlar da gerilerde kaldı. Ancak fiyat olarak bakıldığında vatandaşın bu tip bir telefonu alması pek kolay değil.
Örneğin bir telefon markasının ekranı katlanabilen telefonunun Türkiye fiyatı 30 bin TL'yi buluyor. Evet, bir telefona araba parası vermek de mümkün. Elbette gücü yeten, teknoloji meraklısı bir kişi satın alıp bu ürünü deneyimleyebilir; ancak birçoğumuz için bu telefon henüz ulaşılabilir değil.
Ekranı bükülebilen telefonlar dışında aslında telefonlar arasında büyük bir fark yok; yenilik de. Kimi 8K video çekimi yapabiliyor; ancak bu özelliğe gerçekten ne kadar ihtiyacımız var? 4K'yı bile henüz özümseyebilmişken oldukça yeni olan bir teknolojiye adapte olmak için yüklü bir ücret ödemek mantıklı mı?
Koronavirüs salgınının pek çok olumsuz etkisi oldu. Teknoloji tarafından baktığımızda büyük markalar büyük paralar kaybetti; Amazon olsun, Apple olsun, Google olsun bir ay içinde hızla eridiler. Microsoft ise trilyon dolarlık değere sahip tek şirket olarak kaldı. Peki bu nasıl oldu?
Microsoft, uzun süredir salgına karşı gereken önlemleri alan bir şirket. Çalışanlarını dahi salgının daha ilk günlerinde evlerinden çalışmaya teşvik etmesiyle bilinen bir marka. Ancak elbette Microsoft'un piyasa değerini koruyan sadece bu etken değil elbette. Şirket, aynı zamanda dijital dönüşüm sürecinde aktif rol oynayan pek çok yazılıma da ev sahipliği yapıyor. Özellikle de Microsoft Teams'in salgın sonrası 46 milyon aktif kullanıcıya ulaşması, tesadüf değil.
Evinde çalışmaya başlayan milyonlarca kişi, işi eve taşımış durumda. Biz de Hürriyet editörleri olarak evden bu sayfaları hazırlıyor, sizlere en sıcak haberleri ulaştırmaya bu sefer evimizden devam ediyoruz. Bu da elbette evde bilgisayar başında iş süreçlerini yönetmeyi zorunlu kılıyor. 'Home Office' kavramının iyice yerleşmeye başladığı bugünlerde pek çok işletme ilk kez bu yöntemi deniyor. Yani bugüne dek hep ofis ortamında çalışanların azımsanmayacak bir kısmı, evinde bilgisayar başında çalışıyor.
Yani bir bakıma virüs salgını nedeniyle dijital dönüşüm sürecinde bir hızlanma söz konusu. Bu elbette beklentilerin çok ötesinde bir gelişme. Virüs salgınının daha ne kadar süreceğini kimse bilmiyor; ancak bu salgının dünyayı değiştireceği, bazı noktalarda köklü değişiklikleri meydana getireceği de ortada. Bunlardan biri de evde çalışma kavramı olacak gibi görünüyor.
Pek çok şirket, çalışanların evde işlerini sürdürmesini daha uygun bulmaya başladı bile. Ancak bu elbette bir süreç ve zamanla pek çok şirkette iyice oturacağına şüphe yok.
Esnek çalışmak motivasyonu artırıyor
Esnek çalışma modellerinin son zamanlarda gündemde olması bu olgunun yeni olduğu anlamına gelmiyor. Mobil çalışmaya yönelik ilk toplumsal araştırmalar 1976 yılına dayanıyor. O dönemde Amerika’da mobil çalışma sisteminin doğmasının başlıca nedeni, işe gidiş gelişlerde trafikte harcanan uzun saatler olarak belirtiliyor. Günümüzde ise esnek çalışma sisteminin tüm dünyada gündeme taşınması, corona virüsü salgınından dolayı toplum sağlığı için alınan tedbirler nedeniyle evden çalışma gerekliliğinden kaynaklanıyor.
Pek çok araştırma, uzaktan çalışmanın verimliliği artırdığını ortaya koyuyor. Çalışan odaklı yüksek güven kültürü yaklaşımını benimseyen şirketler, esnek çalışmaya ve mobiliteye kolaylıkla adapte olabiliyor. Yüksek güven kültürüne dayanan şirketler, kriz zamanlarını daha az kayıpla atlatabiliyor.
Samsung, Galaxy Fold isimli telefonuyla ilk etapta dikkatimi çekmeyi başardı. Ekranı katlanabiliyor, geniş hali ise tabletten farklı değil. Yani yıllardır kurduğumuz esnek ekranlı telefon hayali gerçek olmuş gibi görünüyordu ilk etapta. Ancak işin aslı pek de öyle değil.
Samsung'la birlikte Huawei'nin Mate X ile ekranı katlanabilen telefon kervanına katılması çok sürmedi. Sonra peşi sıra TCL ve Motorola gibi markalar görüntü. Xiaomi'yi de unutmamak lazım; onların geliştirdiği telefon her ne kadar hiç satışa sunulmadıysa da, benzer bir tasarımı ortaya koymayı başardılar.
Bu telefonlar, müthiş bir tasarım sunuyor gibi görünse de pratikte göründüğü kadar sağlam bir tasarıma sahip değiller. Şirketlerin bu cihazlar için sunduğu garanti de tartışmalı ve hayli sınırlı. Ekranın katlandığı noktanın zaman içinde (oldukça kısa bir zaman) bozulmaya başlaması, ekranda izler belirmesi, ekranı katlanan telefonlar için henüz oldukça yolun başında olduğumuzu ortaya koyuyor.
Son olarak Galaxy Flip Z ile tanıştık. Bu telefon ise Galaxy Fold'dan dersini alan Samsung'un yeni ekranı katlanabilen telefonu aslında. Ancak Galaxy Fold'dan farklı olarak sağ/sol değil tepeden aşağı kapanıyor; tıpkı kapaklı telefonlar gibi ve bu haliyle gömlek cebine girince kayboluyor.
Ancak Türkiye'de 13 bin TL'nin üzerinde bir fiyatla satılacağından Samsung'un bu cihazı çok satma gibi bir sevdası olmadığı ortada. Diğer yandan Huawei Mate Xs de Mate X'in yeni modeli olarak karşımıza çıkıyor. Mate X'e göre daha dayanıklı bir yapıda olması bir yana, son teknolojiyi de 'sonuna kadar' kullanıyor. Ancak bu cihazın da çok satmasını beklememek gerekir.
Özetle ekranı katlanabilen telefonlar, bugün için lüks sayılabilecek cihazlar. Gerçekten onlara bu haliyle ihtiyacımız var mı sorusunun net yanıtı ise belli: Hayır! Aslında bizim tam olarak istediğimiz gelecek yıllarda satışa çıkacak esnek ekranlı ve incecik tasarıma sahip telefonlar... Öyle ki, bu telefonlar o kadar ince ve hafif olacak ki onları gömlek cebinde taşısak bile çok hissetmeyeceğiz.
Bildirimler konusu bir süredir tartışma konusu. Telefonların akıllanmasıyla dünyada olan birçok şeyden hızlıca haberimiz oluyor. Ancak gereksiz pek çok bilgiye de maruz kalıyoruz. Biriyle sohbet ederken gelen bildirimler, o anki ilgi odağınızı dağıtabiliyor.
Özellikle akıllı saatlerin de hayatımıza girmesiyle bildirimleri kaçırma şansımız pek kalmadı gibi. Hal böyle olunca bildirimler, sürekli dikkat dağıtan, bilgi kirliliği yaratan, yani beyni gereksiz yere meşgul eden bir özellik haline geldi. Bu gerçekten de ciddi bir sorun. Öyle ki bazı Avrupa ülkelerinde teknoloji bağımlığından endişelenler, tepki olarak tuşlu telefonlara geri dönmeye başladı. Teknolojiden sıyrılma hareketinin amacı ise o ana odaklanmak; telefonların esiri olmamak...
Bir günde kaç bildirim aldığınızı düşündünüz mü? WhatsApp, Instagram, Facebook, Twitter, SMS, maç gelişmeleri, hava durumu dahil pek çok uygulamanın sizi sürekli sabote ettiğinin farkında mısınız?
Gün sonunda baktığımızda bildirimlere yetişmeye çalışıyoruz; ancak bu oldukça yorucu bir hal alıyor ve bu olumsuz durumu pek çoğumuz fark etmiyoruz bile. Çünkü bu durum bir alışkanlık haline geldi. WhatsApp'ta atılan bir mesaja hemen dönüş yapmadığınızda karşı tarafın size olumsuz yaklaşması da yine bu 'köleliği' artırıyor.
Elbette gelişmeleri teknoloji sayesinde telefonumuzdan ve saatimizden takip etmeliyiz. Ancak bu bildirimlerin gerçekten hangileri sizin için önemli? Önemsiz bildirimleri kapatarak anı yaşamaya ne dersiniz?