Paylaş
Bu yaz uzun yıllardır hayalini kurduğum bir şey yaptım. Geçtiğimiz 10 gün içinde biri İngiltere’nin Wiltshire şehrinde, diğeri ise Urfa’nın 21 km dışında bulunan iki tarlayı ziyaret ettim. Bir köy çocuğu olarak tarlaları gezmeyi severim ama bu sefer derdim bu iki tarlanın nasıl markalaştığını anlamak, zira uzaktan bakınca ikisi de dediğim gibi tarla. Etraflarında yerleşim yeri yok. Pek öyle ağaç falan da yok. Zaten her ikisinde de bin yıllardır köylüler ekin ekmiş, hayvan gütmüş... İşte tam da bu yüzden her iki tarlada da binlerce yıllık kalıntılar var. Birinin adı Stonehenge, diğerinin adı Göbeklitepe. Biri dünyaca ünlü bir marka, diğeri ise hikâyesini arıyor. Ümidim Göbeklitepe’nin de hak ettiği marka değerine ulaşması. Tabii bu ancak işin içine bilim ve sanat katarsak, dünyada hatırı sayılan sanatçılarımızı, bilim insanlarımızı dahil edersek olabilir. Anlatayım...
STONEHENGE
Çok değil bundan 100 yıl evvel devasa taşların bulunduğu tarla, sahibi 1. Dünya Savaşı’nda öldüğü için satışa çıkar. Sir Cecil Chubb başka köye geçmesin diye tarlayı 6 bin 600 pound’a satın alır ve birkaç yıl sonra da millet gelip bu taşları görsün diye tarlayı halka bağışlar. Bir yuvarlak çemberin etrafında dikilmiş devasa taşlardan oluşan bu tarlaya ilk ayak bastığımda aklıma gelen sorular her insanın merak edeceği türden: Kimler yaptı? Ne zaman yaptılar? Niçin yaptılar? Nasıl yaptılar? İşte bu sorulara verilen yanıtlar Londra’nın 140 km uzağındaki bir ovada öylece duran bu ‘taş yığınını’ bugün dünyanın en önemli kalıntılarından biri yapan gizli sos. Bir tarla nasıl oldu da her yıl neredeyse 2 milyon turistin akın ettiği, giriş biletinin 160 TL olduğu bir ‘marka’ oldu?
GÖBEKLİTEPE
Göbeklitepe’ye defalarca geldim. Her geldiğimde aynı duygularla ayrıldım. Burası bir hazine. Burada da bir çember etrafına dikili 12 taş var. Burada da T şeklindeki taşların üstüne aynı Stonehenge’de olduğu gibi bir sal taşı konmuş. Ama Stonehenge’den ve dünyadaki benzer kalıntılardan ayrılan çok ciddi bir farkı var Göbeklitepe’nin. Burası yapılan karbon testi analizinde 12 bin yıllık olduğu tarihlenen bir kalıntı. Yani Stonehenge’den 7 bin yıl evvel yapılmış bir yapı var karşımızda. Dünyanın ilk ibadet merkezi olması ve tüm semavi dinlerden binlerce yıl evvel yapılmış olması söz konusu...
URFALI BİR KÖYLÜ...
Tarlanın sahibi olan Yıldız ailesinin hikâyesi de bir o kadar ilginç. Göbeklitepe’ye her gittiğimde uzun uzun sohbet ettiğim tarlanın en son sahibi olan Mahmut (Yıldız) Amca’nın anlattığına göre amcası Şavak Bey bir gün tarlayı sürerken iki heykel bulur. Ne olduğunu bilmediği bu heykelleri millet alay etmesin diye bir yorgana sarıp şehirdeki müzeye götürdüğünde bir ödül beklerken tam bir ilgisizlik ile karşılaşır. Oraya bıraktığı heykeller yıllarca bir depoda öylece kalır... Aslında bölgede kalıntılar olduğu bilim insanları tarafından biliniyor ama kazı çalışmaları ancak bölgeye kendini adamış ve yakın bir tarihte kalp kriziyle kaybettiğimiz Prof. Dr. Klaus Schmidt’in bilimsel danışmanlığında 1995 yılında başlamış. Hâlâ devam eden kazılarda ana yapı ortaya çıkmış durumda ama geride gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen pek çok yapı olduğu biliniyor.
NE FARKLARI VAR?
Geçen hafta hem Stonehenge hem de Göbeklitepe’nin etrafında saatlerce dolaşma fırsatı buldum. Anlamaya çalıştım. Tarihsel önemlerini, arkeolojik değerlerini ölçecek bilgim yok. Ama bir turist olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Eğer Stonehenge bir değer ise Göbeklitepe de en az ona eşdeğer bir kalıntıdır. Biri diğerinden 7 bin yıl evvel yapılmış. Sadece görsel yapı olarak bile en azından aynı ligde anılması gereken iki kalıntı var karşımızda. İşte bu noktada aklımı kurcalayan asıl soru devreye giriyor: Madem Göbeklitepe en az Stonehenge kadar kıymetli bir tarihsel kalıntı o halde neden birinin önünde insanlar sıraya girerken diğerinde in cin top oynuyor? Bence bu sorunun, içinde bulunduğumuz dolar kriziyle fevkalade bir alakası var.
hikÂyesi bilimle yazılmış
Stonehenge’i gezerken girişte yer alan müzede ve kalıntıların etrafındaki bilgi panolarında gözden kaçmayan bir gerçek var. Evet ortada bir tarla ve o tarladaki taşlar var ama bu taşların hikâyesi bilimle, fenle yazılmış. İngiltere’deki pek çok üniversite yıllardır Stonehenge üzerine araştırmalar, tezler yayınlıyor. Yakındaki bir üniversite sadece Stonehenge’i araştırmak için bir merkez kurmuş. Arkeologlar, tarihçiler, sosyologlar ve tabii ki mühendisler Stonehenge’in kimler tarafından, ne zaman, niçin ve nasıl kurulduğunu araştırıyor. Bu araştırmalardan çıkan veriler sanatçılar tarafından görsel ve belgesel olarak kayıt altına alınıyor. Bu tezler dünyanın dört bir yanında okunuyor, izleniyor, tartışılıyor. Adına ‘marka’ dediğimiz meta işte böyle ortaya çıkıyor. Bilimle, tasarımla ortaya konan bu markanın değeri taşlar kadar kıymetli. Yoksa taş her tarafta var...
Yaklaşık 5 yıl evvel ilk defa Urfalı girişimci Essum Aslan’ın davetiyle görmüştüm Göbeklitepe’yi. Görür görmez herkes gibi ben de aynı şeyi söylemiştim: Burası Urfa’yı ihya eder zira bugün değilse yarın Göbeklitepe tüm dünyada herkesin görmesi gereken 10 kalıntıdan biri olacak. İnançların başlangıç noktası olan, dünyadaki en eski kalıntıdan binlerce yıl önce kurulduğu ispatlanmış ve görsel olarak da tam bir şölen olan Göbeklitepe’nin milyonlarca turistin ziyaret ettiği Efes tarihi kalıntıları gibi bir çekim merkezi olması için tek yapmamız gereken katma değeri yüksek turizm kavramını hayata geçirmek.
Yani bilimi ve tasarımı turizmin hizmetine sunmak. Bu ne demek derseniz daha somut olarak söyleyeyim. Göbeklitepe 10 bin değil, 100 bin yıl evvel yapılmış olsa da orada dünyanın en muazzam yapısı bulunsa da eğer Göbeklitepe’nin ‘hikâyesini’ bilimle, tasarımla yazamaz isek bu ‘realitenin’ hiçbir ticari karşılığı olmaz. O nedenle başta bölgedeki üniversiteler olmak üzere, Türkiye’nin önde gelen üniversiteleri ülkemizdeki tarihi kalıntıların kimler tarafından, ne zaman, nasıl ve niçin kurulduğuna dair araştırmalar yapmalı, bu araştırmaları yapan bilim insanları özgür bırakılmalı ve tabii ki teşvik edilmeli. Ama bu tek başına yetmez.
MARKA TARLA KALMASIN
Bilimsel bilgilerin hikâyeleştirilmesi için sanatçılar, tasarımcılar desteklenmeli. Sadece Göbeklitepe’de değil Türkiye’deki tüm ören yerleri ve müzeler için aynı sorun var: Gelen turiste satacak kaliteli ürünümüz yok. Bir an evvel ülkemizin markalı sanatçılarını seferber ederek bu mekânların ruhuna uygun hediyelik eşya pazarları kurmalıyız. Dünyada ciddi bir karşılığı olan ressamlarımızın, mesela Ahmet Güneştekin’in, Devrim Erbil’in elinin değdiği Göbeklitepe, Efes temalı ürünleri hayal ediyorum. Dünyanın her yerinde konserlerine gitmek için insanların kuyruğa girdiği Fazıl Say’ın Göbeklitepe, Efes için özel siparişle yazdığı besteler hayal ediyorum... Ahmet Ümit’in hikâyelerini yazdığı, Nuri Bilge Ceylan’ın bölgede çektiği filmler hayal ediyorum... Ancak bunlar olursa yani bilim ve sanata yatırım yaparsak elimizdeki doğal zenginlikler gerçek kıymetini bulur. Öbür türlü başkasında marka olan bizde tarla olarak kalır...
Paylaş