Ol sebep şu günlerde yapılan sınav tartışmalarında aradığım birinci koşul yeni sistemin kıt kaynağı olan her çocuğa aynı fırsatı sunması. Çocukları ikamete göre değil beceri ve azimlerine göre bir üst aşamaya taşıyalım.
DÜNYAYI YENİDEN KEŞFETMEYE GEREK YOK!Dünyada öğrencileri bir üst eğitim kurumuna yerleştirme sorunuyla uğraşmayan ülke yok. O nedenle dünyayı yeniden keşfetmeye çalışmak anlamsız. TEOG’un yerine gelecek yeni sistem şu dört kriterden biri ya da birkaçını kullanmak zorunda: Adrese dayalı yerleştirme, okul notlarına dayalı yerleştirme, merkezi sınava dayalı yerleştirme veya bireysel portfolyeye dayalı yerleştirme. Biz şimdiye kadar TEOG ile üçüncü seçeneği, yani merkezi sınava dayalı yerleştirme yapıyorduk. TEOG’un yerine gelecek sistem anlaşılıyor ki sınavları tamamen kaldırıp yerine çoğunluğun adrese dayalı olarak kalan küçük bir grubun da notlara dayalı olarak yerleştirildiği bir karma sistem olacak. Şimdi gelin tek tek yeni modelin ana omurgasını oluşturan bu iki kriterinin Türkiye’ye uygunluğunu irdeleyelim.
TÜRKİYE’DE ÖĞRENCİLERİN KADERİ DOĞDUĞU ADRESE BAĞLANAMAZ!Adrese dayalı yerleştirme aslında en basit ve aileler için en stressiz seçenek. Sınav yok. Başvuru yok. Mahalledeki ilkokuldan ortaokula, oradan liseye uzanan rahat bir geçiş sistemi. Dünyada bu sistemin uygulandığı pek çok ülke var. Hatta en iyi eğitim sistemine sahip pek çok Avrupa ülkesi bu sistemi uyguluyor. Ancak bu sistemin başarılı olması bir şarta bağlı: Okullar arası kalite farkı sınırlı olacak! Yani okullar arası, iller arası, bölgeler arası kalite farkı neredeyse olmayacak. Bu durumda mesela Finlandiya gibi, Norveç gibi ülkelere baktığınız zaman bu sistemin niçin başarılı olduğunu görüyorsunuz. Çocuk nerede oturursa otursun gittiği okul aşağı yukarı diğer okullarla aynı seviyede. Peki Türkiye’de durum aynı mı?
ADRESE DAYALI YERLEŞTİRME TÜRKİYE’DE EĞİTİMDE FIRSAT EŞİTLİĞİNİ ORTADAN KALDIRIR!Türkiye, okullar arası seviye farkında OECD ülkeleri içerisinde ilk beş arasında yer alıyor. Bölgeler arası fark ise yüzde 60’ı buluyor. Bırakın farklı coğrafi bölgeler arası farkı, aynı ilde iki semt arasında bile eğitim kalitesi bakımından uçurum var. O nedenle çocukları adreslerine göre okullara yerleştirmek demek, çocukların eğitim aracılığıyla sınıf atlama şansını elinden almak demek. Finlandiya gibi okullar arası seviye farkının yüzde 10’u geçmediği bir sistemde adrese dayalı sistem tabii ki işler. Ama eğitimde fırsat eşitliğinin had safhada olduğu bir sistemde adrese dayalı yerleştirmeye sosyal mobiliteyi ortadan kaldırmaktan başka bir işe yaramaz. Bir çocuğun yaşadığı adres onun kaderini belirlememeli. Her çocuk, nerede yaşarsa yaşasın, çabalayıp en iyi okullara girme fırsatına sahip olmalı.
Öyle olduğu için de TEOG ilk gündeme geldiğinde pek çok uzman gibi ben de itiraz etmiştim. O dönemde şu adresten indirebileceğiniz detaylı bir de rapor yazmıştık. Ol sebep, TEOG iyi ki kalktı, diyor ve bu tecrübeden gereken dersleri çıkartacağımızı umarak yerine gelecek sistem için bir öneride bulunmak istiyorum. Olabildiğince kısa ve somut yazacağım zira biliyorum ki uzun raporlar okunmuyor.
TEOG’un yerine ne gelmeli?Öncelikle TEOG’un temel eğitimden gelen milyonlarca öğrenciyi orta öğretim kurumlarına yerleştren bir araç olduğunu hatırlayalım. Araç ortadan kalksa da sorun ortada duruyor. Ortaokuldan mezun olan 1 Milyonu aşkın çocuk liselere nasıl yerleştirilecek? Bu sorunla bir tek biz uğraşmıyoruz. Dünyanın her yerinde belli okullara talep, kontenjanın üstünde oluyor. Ve evrensel olarak baktığımızda ortaya dört farklı kayıt kriteri ortaya çıkıyor: Adrese dayalı yerleştirme, okul notlarına dayalı yerleştirme, sınava dayalı yerleştirme ve bireysel portfolyeye dayalı yerleştirme. Kimi sistem, bu kriterlerin hepsini kullanılıyor, kimi sistem de sadece bir kritere göre seçim yapıyor. O hale yanıtlamamız gereken ilk soru şu: Türkiye’de ortaöğretime geçiş için hangi kriter ya da kriterlere göre öğrenciler yerleştirilmeli? Tek tek inceleyelim.
Türkiye’de adrese dayalı sistem yoksul çocukların aleyhine işler!Adrese dayalı sistem demek, her çocuğun ikamet ettiği yere göre bir okula yerleştirilmesi demek. Başta Avrupa olmak üzere dünyanın pek çok yerinde yaygın olarak kullanılan bu yöntemin işlemesi için okullar arası kalite farkının çok az olması gerek. Bir başka ifadeyle, iyi okulların bir semt, il ya da bölgeye yığıldığı ülkelerde adrese dayalı yerleştirme yoksul çocukları kalitesiz okullara mahkum etmekten başka bir işe yaramıyor. O nedenle adrese dayalı sistem okullar arası kalite farkının çok düşük olduğu, yani eğitimde fırsat eşitliğinin tüm ülkeye yayıldığı ülkelerde çok rahat bir şekilde işliyor. Örneğin Finlandiya’da okullar arasındaki başarı farkı yüzde 10’u geçmediği için kimin nerede doğduğu çocuğun kaderini belirlemiyor. Ancak başarı farkının önemli bir kısmının öğrenciler arası değil okullar ve bölgeler arasındaki okul kalitesi farkından kaynaklandığı Türkiye’de bu sistem işlemez. Yine de bu sisteme geçilirse eğer, haberlerde bir daha falan köyde çoban filan okulu kazandı haberleri duyamayız. Ancak bir gün kaliteli eğitimi ülkenin her yanına eşit şekilde taşımayı başarırsak bu sistemi kullanabiliriz.
Okul notları tek başına sorunlu!Okul notları bir sonraki başarının en iyi göstergesi. O nedenle yeni sistemde okul notlarının bir ağırlığı muhakkak olmalı. Ancak okul notları tek başına belirleyici olamaz. Olamaz, çünkü her değerlendirme gibi okul notları da epey hatalı olabiliyor. Benim Amerika’da yaptığım bir araştırmada ortaya koyduğum gibi, öğretmenler farklı nedenlerle kendilerine yakın gördüğü öğrencilere daha yüksek not verebiliyor. Aynı şekilde bazı öğrenciler toplu sınıf ortamında perofrmanslarını sergileme fırsatı bulamadığı için gerçek seviyesinin altında not alabiliyor. Tabii bir de not enflasyonu ve ailelerin sürece yapacağı olası müdahaleler sözkonusu. Bu ve farklı nedenlerle notlar bir gösterge ama hatasız bir gösterge değil. Zaten okul birincilerin notların ötesindeki performansına baktığınız zaman bunu görmek münkün. O nedenle okul notları yeni sistemin mutlak bir parçası olmalı ama salt belirleyicisi olmamalı.
Sorun sınavda değil, sınavın içeriğinde!Sınavsız geçiş Türkiye gibi öğrenci sayısın çok olduğu, okullararası kalite farkının yüksek olduğu bir ülkede pratik olarak mümkün değil. Mülakat, portföy vesaire yöntemlerle milyonlarca öğrenciyi değerlendirmek imkansız. O halde bir sınava ihtiyacımız olduğu açık. Sorun bu sınavın içeriğinin ne olacağı sorunu.
TEOG’un kaldırılmasında tüm sistemi dönüştürecek bir fırsat var!
Sorun TEOG’da değil, TEOG’un neyi ölçtüğünde! Yukarda da ifade ettiğim gibi TEOG ezberi, bilgi tekrarını ölçen bir nevi hafıza testiydi. Oysa 21. Yüzyılda yaşayacak bir bireyin artık bilgiyi ezberlemesine gerek yok. Google var. Bu yüzyılda rekabet etmek için gerekli olan becerileri geçen hafta bu köşede yazdım. Nedir o becerilerin özü: Farklı kaynaklardan bilgi toplamak, bu bilgileri sorgulayarak analiz etmek ve ortaya bir sentez çıkarmak. TEOG’un yerine gelecek yeni sınav işte bu becerileri ölçmek zorunda. Ancak bu becerileri bir sınavla ölçebildiğimiz zaman eğitim sistemi baştan aşağı ezber mantığını terk edip eleştirel düşünce ve problem çözmeye odaklı 21. Yüzyıl seviyesine taşınabilir. Bu anlamda TEOG’un kaldırılmasında ben tüm eğitim sistemini topyekün dönüştürecek bir fırsat görüyorum. Çünkü bir kez daha önümüzde 21. Yüzyıl becerileri odaklı, ezber değil problem çözme becerisi ve yaratıcılığı ölçen, açık uçlu soruların da olduğu yeni bir sınav geliştirme fırsatı var.
TEOG yerine konacak sınav bakanlığın çekmecesinde duruyor!
Eğitimi kendi içimizde ve kendi iç tartışmalarımızla değerlendirmenin hiçbir manası yok çünkü Türkiye kendisiyle yarışmıyor. Hayır çok zor bir şey istemiyorum sizden. Farklı farklı kaynaklardaki sayısız veriyi bir araya getirin de demiyorum. Demiyorum, çünkü bu işi sizin vergilerinizle yapan bir yarı resmi kuruluş her sene bu zamanlarda bütün dünyada büyük ilgi gören bir rapor yayınlıyor. Evet, OECD’nin bu hafta yayınladığı rapordan söz ediyorum.
OECD Bir Bakışta Eğitim Raporu 2017 Yayınlandı!
OECD tarafından her yıl okullar açılmadan yayınlanan OECD Bir Bakışta Eğitim Raporu 35 üye ülkede uygulanan eğitimi karşılaştırıyor. Okulöncesinden üniversiteye ve ötesine uzanan geniş bir çerçevede her ülkenin eğitim karnesini çıkaran bir rapordan söz ediyorum. Ülkenin geleceğini dert eden her yurttaşın bu 456 sayfalık raporu incelemesini isterim. Kendi kendimize gelin güvey olmanın manası yok. Dünyada global bir rekabet var. Bizim çocuklarımızın bu rekabete ne kadar hazır olduğu sorusunu sırtımızı dünyaya çevirerek vermemiz mümkün değil. O halde gelin bakalım: Türkiye eğitimi dünyada nerede?
Eğitimde Dünyada Neredeyiz?
Dediğim gibi rapor oldukça kapsamlı. Raporu şu linkten indirebilirsiniz. Ben kendi çıkardığım ve önemli gördüğüm birkaç veriyle Türkiye’nin dünyada nerede olduğu sorusuna yanıt aradım.
Kaynak artıyor, performans düşüyor! Raporda bize dair en pozitif gösterge yatırımlarda artış! 2008-2014 yılları arasında eğitime yapılan harcamayı en çok artıran ülke Türkiye. Milli gelirden eğitime ayrılan pay % 76 artırılmış bu dönemde. Ancak bu artışın olduğu dönemde çocuklarımızın performansına baktığımız zaman ters bir durum var. Zira aynı dönemde OECD tarafından yapılan performans değerlendirmelerinde gerileme söz konusu. Yani yatırımlar arttığı halde performansın düştüğü gibi bir gerçek var karşımızda. Eğitime yapılan harcamadaki artışa rağmen kişi başı öğrenci harcamasında Türkiye hala en alt sıralarda yer alıyor. O halde eğitimde arzu ettiğimiz hedefleri yakalayabilmemiz için bir taraftan kaynak artırımına devam etmemiz diğer yandan da kaynakları daha akılcı kullanmaya odaklanmamız gerekmekiyor.
Sorun da çare de okulöncesinde başlıyor!
Rekabet koşulları belli!Daha evvel bu köşede 21. Yüzyıl becerilerini sıralamıştım o nedenle bu sefer sözü Harvard Innovation Lab’de öğrenme ve eğitim üzerine kafa yoran Toni Wagner’e bırakacağım. Wagner, artık klasikleşen Global Achievement Gap adlı çalışmasında global ekonomide başarılı olabilmek için 7 temel beceriye sahip olunması gerekir, diyor. Artık pek çok eğitim sisteminin benimsediği 7 global beceri şunlardan oluşuyor: Eleştirel düşünme, İşbirliği, Zihinsel Çeviklik ve Esneklik, İnisiyatif alma, Sözlü ve yazılı iletişim, Veri analiz ve Tahayyül! Dilerseniz her birini tek tek açalım.
1. Eleştirel Düşünme ve Problem Çözme Becerisi
Defalarca yazdım, tekrar edeyim: Eleştirmeden, itiraz etmeden yeni bir ürün, hizmet ya da fikir ortaya koyamazsınız! Varolanı olduğu gibi kabul eden birinden, herşeye evet diyen birinden ne mucit olur ne de kaşif. Ol sebep, katma değere dayalı yeni ekonomik üretim yarışında okulların yapması gereken varolanı eleştiren, eski sorunlara yeni çözümler üreten bireyler yetiştirmek. Okullarda eleştiri ve itiraza sınır koymak demek, bu çağda, sefaleti kabul etmek demektir. Öyle olmasaydı OECD gibi kalkınma odaklı bir kuruluş ‘eleştirel düşünme ve problem çözme becerisi’ adlı bir testle tüm üye ülkelerdeki gençleri ölçer miydi? Evet itiraz da ekonomik bir girdi artık…
2. Hayatın farklı katmanları arasında işbirliği kurma becerisi
Hayatımız her gün biraz daha karmaşıklaşıyor. Göçlerle, global ısınma gibi doğal afetlerle ve tabii ki sosyal paylaşım ağları gibi global bağlarla hayatımız her zamankinden daha fazla birbirine eklemlenmiş durumda. O nedenle farklı katmanlar arasında işbirliğini arttırmak her zamankinden daha hayati bir ihtiyaç. Önümüzdeki dönemde farklı kültürlerden ve hayatın farklı katmanlarından gelen bireyler arasındaki işbirliğini arttıracak kişilere ihtiyacımız her zamankinden fazla olacak. Türkiye gibi zaten kendi içinde ciddi toplumsal güven krizi yaşayan bir toplumda bu beceri ayrı bir aciliyet taşıyor. Herkesin kendi toplumsal katmanı içine sıkıştığı bu girdaptan kurtulabilmemiz için başta okullarda olmak üzere çocuklarımıza işbirliği becerisini kazandırmamız gerekiyor. Hem ekonomik hem beşeri bir aciliyet bu.
3. Zihinsel Çeviklik ve Esneklik
Tek bir meslekle bir ömür geçirmek artık tarih oldu. Meslekler de bireysel ilgiler de hızla değişiyor. Bugün doğan bir çocuk en az üç meslek değitirecek (Gerçi kimi uzmanlar 7 meslek diyor ama o başka bir tartışma!) Ve bugün varolan mesleklerin önemli bir kısmı o çocuk iş hayatına başladığında ortada olmayacak. Teknolojinin bu kadar hızla değiştiği bir çağda bu değişen hayata hızlı ve uyumlu bir şekilde müdahil olmak ayrı bir beceri. Ben bu beceriye zihinsel esneklik diyorum, Wagner ise çeviklik demiş. Tek bir fikre sonuna kadar bağlananların, fikir değiştirmeyi bir nevi eziklik olarak görenlerin çok zor elde edebileceği bir beceriden söz ediyoruz. Bizim biraz da sınav sistemi ile beslenen ‘tek bir doğru’ hastalığımız çocuklarımızın zihinsel çeviklik ve esneklik becerisi kazanmasının önündeki en büyük engel. Ama eğer başta okullarda çocuklarımıza hayata yaklaşırken bu zihinsel çevikliği kazandıramaz isek, geçmişte çakılı kalmış bireylerle yeni ekonomide rekabet etmemiz mümkün olmayacak.
4. İnisiyatif Alma ve Girişimcilik
Amerika'da geçen sene her 4 kişiden 1’i milli parka gitti!
Resmi verilere göre milli park ziyaretleri her yıl rekor kırarak artıyor ABD’de. Geçen sene toplam 331 milyon ziyaret olmuş, bir giden birkaç kere gidiyor anlaşılan zira bu rakam ABD nüfusuna denk. O nedenle bireysel ziyarete bakınca durum daha da netleşiyor. ABD’de yaşayan her 4 kişiden 1’i her sene en az bir parkı ziyaret ediyor.
Milli Parklar neden bu kadar popüler?
Geçen hafta yazdığım gibi Grand Canyon, Yellowstone, Yosemite, Brice Canyon gibi pek çok Milli Park’ı ziyaret ettik ailece. O tecrübeye dayanarak ABD milli parkları üzerine biraz araştırma yaptım. Ama önce parkları anlatayım. Bu parklar aslında koruma alanları. Ama bu parklar, bu koruma işlevini yaparken yurttaşlara da doğaya karışma fırsatı veriyor. Doğada ‘iz bırakmadan’ kamp yapmaktan söz ediyorum. Her bir parkın kontrollü girişi, tuvalet ve duş gibi temel ihtiyaçlarınızı gidereceğiniz müştemilatı ve en önemlisi de size ayrılmış, güven içinde çadırınızı kurup kamp yapacağınız bir dinlenme alanı var. Bunların ötesinde iyi işaretlenmiş yürüme, tırmanma güzergahları, ‘ormancı’ dediğimiz her biri doğa bilimleri konusunda uzman park bekçileri, çocuklar ve yetişkinler için ayrı ayrı organze edilmiş pek çok etkinlik de mevcut bu parklarda. Ve işin en güzel tarafı bütün bu hizmetlerin neredeyse ücretsiz olması. Bizdeki Müze Kart uygulamasına benzer bir sistemle tüm parkların yıllık girişi tüm aile için birkaç saatlik asgari ücret bedeline tekabül ediyor. Hal böyle olunca da zengin fakir herkes çadırını arabasının arkasına atıyor ve soluğu bir milli parkta alıyor.
Amerika gibi özel sektörün her şeye hakim olduğu bir yerde bu parklar nasıl kuruldu?Bu köşeyi okuyanlar biliyor, nerede bir güzellik yaşasam tek bir soru soruyorum: Nasıl çoğaltabiliriz? Bu park sistemine benzer bir sistemi Türkiye’de orta ve dar gelirli aileler ve özellikle çocuklu ailelere nasıl sunabiliriz? ABD gibi özel sektörün ormanlar dahil herşeye egemen olduğu, eğitim ve emniyet gibi temel hizmetlerin bile merkezi devlet yerine yerel birimlere teslim edildiği bir sistemde nasıl oldu da bu kadar devasa bir güç merkezi hükümete bırakıldı?
Ekranlara doğmuş çocuklar için teknoloji detoksu!
Ev ortamının, otel ya da yazlık ortamının verdiği konforlardan uzak bir tatile çıkma fikri aslında yeni değil. Eskiden çocuklar olmadan evvel arada sırada yapardık. Çadırı kapıp doğaya kaçardık... Ama şimdi ekranların ortasına doğan iki oğlumla bu tatile çıktık. Ekran kuşağı diyorlar onlara. Ekran yerlisi. Hayır, sadece televizyonla değil, Ipad, akıllı telefon, tablet ve tabii ki oyun konsollarıyla büyüyen çocuklardan söz ediyorum. Ekransız tatile çıkma fikrini çocuklarla paylaşınca evdeki isyanı anlatmama gerek yok herhalde. Bilgisayar oyunlarından, arkadaşlarıyla iletişim kurdukları telefonlarından uzak üç hafta onlar için üç asır sonuçta... Ama uzun müzakereler sonucu anlaştık. İkisi de okumayı seviyor zaten. Bavula bolca kitap doldurup çıktık yola. Üç hafta boyunca en büyük sıkıntı çocuklara aradığı kitapları bulmak oldu... Ekranlar olmayınca günler bayağı uzuyor çocuklar için de... İyi oldu...
Kaliteli zaman paylaşımı için ekranları kapatmak gerekiyor!
Geçen haftalarda yazmıştım. Elde akıllı telefon, arkada açık televizyonla kaliteli zaman paylaşımı olmuyor çocuklarla. O nedenle bu üç haftalık ekran orucunun benim için en güzel tarafı aile içindeki sohbetlerdi. Dağ başlarında, dere kenarlarında saatlerce süren yürüyüşlerde daha önce konuşma fırsatı bulamadığımız pek çok konu gündeme geldi... Yeni şeyler öğrendik birbirimize dair bu yolculuklarda. Bir de akşamları, elektrik olmadığı için kamp ateşi etrafında geçen o doyumsuz sohbetler var tabii. Yaşar Kemal’in Üç Anadolu Efsanesi ile başlayan masallar, söylenceler... Ateşin insanda hikaye anlatma arzusu uyandıran bir tarafı var.
Zor olmadı desem yalan olur!
Bana gelince... Benim gibi çocukluğu internet ve elektrik öncesi çağda geçen biri için bu üç hafta bir nevi geçmişe geri dönüştü... Gaz lambası ışığında kitabı bitirmek, akşam çadırda uyurken gökyüzünde akan yıldızları seyretmek, sabahın ilk ışığıyla uyanmak... Çocukluğum. Unuttuğum çocukluğum. Neredeyse 30 yıldır işim gereği ekranlara bağımlı bir hayat yaşıyorum sonuçta. Bir de ekranlar benim ekmek teknem. Verdiğim dersler, yaptığım araştırmalar, yazdığım yazılar hep ekranlardan geçiyor. Ama son yıllarda bir de sosyal medya iptilası çıktı malum. Çoğu gün Twitter’a bakmadan, haberleri okumadan bir kaç saat bile geçirmek zor geliyor bana... Ol sebep şu üç hafta benim için zor oldu. İnsanın alışkanlıklarını bırakması hep zor olur...
En son üniversitede bu kadar çok kitap okumuştum.
Bir ebeveynin tek başına koca bir sektörle baş etmesi mümkün mü?
Önce bir itiraf. İlk oğlum doğduğunda evden televizyonu çıkartmıştık. İnternetin yaygın olmadığı zamanlarda bizim için büyük bir fedakarlıktı... Her genç ebeveyn gibi ‘ideal’ bir ebeveyn olmak istiyorduk. Bolca diyalog, bolca kitap olan bir çocukluk yaşasın istedik... Ama hayatın başka bir müfredatı var. Yaşadıkça öğreniyoruz. Zira ikinci oğlum doğduğunda evde televizyon da vardı, oyun konsolu da. Arada geçen zamanda hem biz tecrübe kazandık hem de teknoloji ilerledi. Akıllı telefonlar, gameboylar, Ipad benzeri tabletler. Bütün bu teknolojiyle birlikte milyarlarca bütçeli bir oyun sektörü çıktı ortaya son yıllarda ve bu sektörün tek bir amacı var: Çocukları ekran başına hapsetmek! Bir ebeveynin tek başına bu sektörle baş etmesi mümkün m
İmkansız değil! Evet rekabet dengesiz. Bir tarafta geçen hafta yazdığım gibi son derece bağımlılık yaratan oyunlar diğer tarafta çocuğunu ekran başından kaldırmak isteyen ebeveynler... Ama yine de bizim elimizde oyun şirketlerinde olmayan bir şey var: Kontrol. Ebeveynliğin bir tarafı sevgi ve şevkat sunmak ise diğer tarafı da bu, çocuklarımızın hayatını kontrol etmek. Peki bunu nasıl yapacağız? Bu noktada ebeveynler yalnız değil işte. Pek çok uzman, etik oyun yazarı ve Amerikan Pediatri Akademisi gibi kuruluşlar ebeveynlere çocuklarının ekran davranışını kontrol altına almak için bir dizi somut öneride bulunuyor.
Bağımlılık da çare de ev ortamında başlıyor!
Geçen hafta yazdığım gibi ekran bağımlılığı bizim gözümüzün önünde, ev ortamında oluşan bir alışkanlık. İşte bu nedenle anne ve babalara, çocuk yetiştiren herkese büyük bir sorumluluk düşüyor. Bu anlamda aşağıda sıraladığım Pediatri Akademisi’nin önerileri sanırım her sorumlu anne-babaya yol gösterecek somutlukta.
Ekran çağında çocuk yetiştiren ebeveynlerin dikkate alması gereken 4 kural:
Ekran Zaman Planı’nı hazırlarken, ki bunun yazılı olmasına gerek yok, şu prensipleri akılda tutmakta fayda var:
Ekranı yasaklamak çare değil!
NYU’dan meslektaşım Adam Alter’in davranış bağımlılığı yaratan teknolojiyi irdelediği yeni kitabı ‘Irresistible’ bu soruyla başlıyor. ‘Davranış bağımlılığı’ bir kişinin her hangi bir davranışı kendi iradesiyle ‘sonlandırma’ ya da ‘devam ettirme’ tercihini kaybetmesi demek. Tıpkı esrar ya da alkol bağımlılığı gibi, her hangi bir davranışa bağımlı olanlar da o davranışı yapmadan duramıyor. Ekran bağımlılığı işte bu bağımlılıklardan en yaygın olanı. Kimine göre çağımızın vebası…
EKRAN ÇAĞINDA YAŞIYORUZ!
Çağımız ekran çağı. Televizyon, bilgisayar, telefon ve akla hayale gelmeyen her yerde ekransız bir hayat neredeyse imkansız. O nedenle ekran bağımlılığından kurtulmanın formülü ekranlara veda etmek değil. Zaten erkanlar tek başına sorun da değil. Asıl sorun bu ekranların arkasındaki sektörün gücü ve motivasyonunda saklı. Çünkü milyarlarca dolarlık bütçeye sahip bu sektörün tek bir amacı var, bizi ekrana en çok bağlayacak ürünü pazara sunmak! Özellikle de çocuklar için… Çocuklarımızı ekran bağımlısı yapmak için yarışan milyarlarca dolarlık bir oyun ve yazılım sektöründen söz ediyorum. Hal böyle olunca da ortaya eroin ya da alkol kadar bağımlılık potansiyeli yüksek ürünler çıkıyor. World of Warcraft bu oyunlardan sadece biri. Pek çok uzmana göre dünyadaki en yaygın ve en çok bağımlılık yaratan bu oyun, 10 Milyar dolarlık hasılata ve 100 milyonu aşkın kullanıcıya sahip. Ve bu kullanıcıların yarısı bağımlı! Bu ne demek bir düşünün…
ÇOCUKLARIN İŞİ BİZDEN ÇOK DAHA ZOR!
Ekran bağımlılığı yetişkinler için ciddi bir sorun ama bu bağımlılığın en çok tehdit ettiği kesim bizim çocuklarımız. Çünkü onlar bizim gibi geç yaşta değil, doğuştan ekranlarla yaşamaya başladılar. Akıllı telefonlar, tabletler çocuklar için özel olarak tasarlanmış oyunlarla dolu. Meselenin bam teli de burası zaten. Yetişkinler yerine ekranlar tarafından büyütülen bu çocuklar büyüdüğünde ne olacak? Bu sorunun yanıtını tam bilen yok…
BAĞIMLILIĞIN FATURASINI ÇOCUKLAR BÜYÜYÜNCE ÖDÜYOR!
Ekran bağımlılığının çocuklar üzerindeki etkisine dair elimizde çok net veriler var. Bu çocuklar okulda başarısız. Bundan daha önemlisi bağımlı çocuklar obezite sorunu yaşıyor, çünkü bu çocuklar ekran başından kalkıp hareket etme kabiliyetlerini yitiriyor bir süre sonra. Ve belki de sorunun en can alıcı yanı ekran bağımlısı çocukların sosyal iletişim kurma yeteneklerini kazanamamış olması. Bu listeyi daha fazla uzatmak istemiyorum, durum ortada…
BAĞIMLILIK BİR ORTAM MESELESİDİR!