Paylaş
“Hep ıstırap verdi ve bugün de ıstırap veriyor...”
İki yıl önce ölen Powell’ın burada duyduğu büyük mahcubiyetin nedeni, Güvenlik Konseyi’nde Irak lideri Saddam Hüseyin’in kitlesel imha silahları bulunduğu, buna dönük programlar geliştirdiği konusunda yaptığı sunumun doğru olmadığının sonradan kesinlik içinde ortaya çıkmasıydı.
Oysa Powell, bu tespitin “olgulara ve sağlam istihbarata dayandığını” söylemişti Konsey’de. Gelgelelim daha sonra bizzat ABD birimlerinin Irak’ta sahada yürüttükleri etraflı araştırmalarda bu tezi doğrulayan hiçbir iz bulunamamıştı.
Geçmişte saygın bir asker ve devlet adamı olarak temayüz etmiş olan Powell, bu hadisede bütün dünyayı yanıltmış bir şahsiyet durumuna düşmüştü.
Keza Neo-Con’ların etkisi altındaki Bush yönetiminin, kitlesel imha silahları gibi, Saddam Hüseyin’in El Kaide ile bağlantılı olduğu yolundaki istihbaratının da doğru olmadığı sonradan anlaşılmıştı.
Dün, ABD’nin gerçek dışı bir iddiayla Irak’ı işgale girişmesinin yirminci yıldönümüydü.
*
Kuşkusuz, bütün dünyayı sarsan böylesine dramatik bir hadisenin üzerinden yirmi yıl geçmiş olması, kapsamlı bir muhasebenin yapılması için önemli bir vesiledir. Ancak bu yöndeki bir muhasebe çabası bazı düzlemlerde ciddi güçlükler arz ediyor.
Bunun birinci nedeni, öncelikle savaştaki insan kayıplarının hesaplanmasında karşılaşılan sıkıntıyla ilgilidir. Her savaşın muhasebesi, hayatını kaybeden insanların sayısı üzerinden de yürütülüyor. Buradaki hesaplamalar birbirini tutmuyor. Bugün açık kaynaklara bakıldığında, bu başlıkta birbirini tutmayan birçok tahmin var. Galiba az çok kesinlik arz eden tek veri, savaşta ölen ABD’li askerlerin sayısıdır. New York Times bu sayıyı önceki gün 4 bin 600 eşiğinde vermişti.
Buna karşılık savaşta ölen Iraklıların sayısı yüz binlerle ifade ediliyor. Aynı gazete, bu sayıyı önceki gün tahmini olarak 300 bin dolayında göstermişti. Açık kaynaklarda insan kaybı sayısını 600 binin üzerine kadar çıkaran, hatta bundan da yüksek tahminlere rastlamak mümkündür.
Bu çelişkili tahminler içinde ABD’nin askeri harekâtlarında ölen asker-sivil Iraklıların yanı sıra sonradan patlak veren direnişte ve ülkenin içine sürüklendiği içsavaşta ölenler de geniş bir yer tutuyor.
ABD, bir yalan üzerinden bu savaşı başlatmasaydı, bu insanların büyük bir bölümü bugün hayatta olacaktı.
*
Hesaplama bağlamında bir diğer güçlük, savaşın kapsamı, genişliğiyle ilgili başvurulacak çerçeveden kaynaklanıyor. ABD’nin 20 Mart 2003 tarihinde başlattığı bu savaşın kapısını açtığı kaotik süreç devam ederken, bunun tetiklediği dalgalar bütün bölge coğrafyasına yayılarak, yeni biçimler kazanarak bugün de istikrarsızlık üretmeye devam ediyor.
Bu açıdan bakıldığında, örneğin ABD işgalinin bir sonucu olarak ortaya çıkan, zaten başlangıçta bir dönem “Irak İslam Devleti” adıyla anılan DEAŞ’ın, bugün her terör eylemini, her katliamını aslında Irak savaşının geniş ölçekteki insan kayıpları toplamına dahil edebiliriz.
Böyle bir açıyla yöneldiğimizde, DEAŞ’ın sorumlu olduğu 2015 yılında Türkiye’de Şanlıurfa Suruç ve Ankara’daki gar patlamalarını da pekâlâ ABD’nin işgalinin tetiklediği süreçlerin birer uzantısı olarak görmek durumundayız. Aynı yıl Paris’teki DEAŞ saldırısı da dahil olmak üzere pek çok terör eylemini bu kümeye sokmak mümkün.
*
Aynı zamanda Ortadoğu’da, bölge jeopolitiğinde yol açtığı diğer sonuçlar bağlamında da bakmalıyız bu işgale. En vahim sonuçlarından biri, Irak’ı bugün fiilen yönetilemeyen felçli bir ülke durumuna sokmuş olmasıdır.
Irak, ilk bakışta toprak bütünlüğünü muhafaza eden bir ülke gibi görünmekle birlikte, bugün dünyanın en kaotik coğrafyalarından birine sahne oluyor. Ülkenin kurumları çökmüştür, savaş sonrasında ABD’nin gözetiminde inşa edilen kurumlar da ya işlevsizdir ya da sakatlanmış bir şekilde çalışmaktadır. Seçimler yapılsa da hükümetin kurulması bir yıla yakın bir süre alabilmektedir.
En düşündürücü sonuçlardan biri, ülkedeki, Şii çoğunluğun ipleri eline almasıyla birlikte önemli ölçüde İran’ın nüfuz alanı içine girmiş olmasıdır. Bu yönüyle ABD işgali İran açısından paha biçilmez bir stratejik kazanç olmuştur. İran, bu ülkedeki iktidar denklemine sıkça oyun kurucu olarak dahil olabiliyor. Ülkenin siyasi birliği aslında zorlukla sürdürülebilmektedir.
Savaşla beliren kaos ortamında Baas rejimi ordusunun büyük ölçüde lağvedilmesinin de teşvik ettiği Sünni-Şii çatışma eksenli içsavaş ortamı, dünyanın dört bir tarafından gelen cihatçı terör grupları için ideal bir yayılma alanı yaratmıştır.
Bugün dünyanın en büyük iki terör örgütünden biri olarak kabul edilen DEAŞ, diğer adıyla IŞİD, önce El Kaide’nin bir türevi kimliğiyle Irak’ta vücut bulmuş, ardından genişlemiş, kendi özerkliğini kazanmış ve Irak’ın geniş bir bölümünün ardından Suriye’ye de yayılarak egemenlik alanını Türkiye’nin sınırlarına kadar taşımıştır. Bunun sonucu Türkiye, 2016 ağustos ayında Fırat’ın batısında başlattığı “Fırat Kalkanı” harekâtında öncelikle DEAŞ’la savaşmıştır.
DEAŞ’ın Irak ve Suriye’de hilafeti ilan etmesinin ardından ABD 2014 yılında bu tehdide yanıt vermek üzere bir uluslararası koalisyon oluşturma yoluna gitmiştir. Irak’ı işgal ederek yarattığı kaos ortamı, sonunda ABD’yi de bir anafor gibi içine çekmiştir.
Bu arada, ABD’nin 2003’teki işgaliyle tetiklenen her süreç zincirleme bir dizi olumsuzluğa yol açmıştır. Bu olumsuzluklara yapılan her müdahale dallanıp budaklanan yeni istikrarsızlıkları beraberinde getirmiştir.
Örneğin ABD, bu kez Suriye’de DEAŞ’la mücadele edebilmek için PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG/PYD ile askeri ittifak kurmuş, bu ittifak Fırat’ın doğusunda birçok gözlemcinin “devletçik” olarak nitelediği bir özerk Kürt yönetiminin doğmasına neden olmuş, bu durum Türkiye ile ABD’nin arasını açan bir başka gerilim kaynağı haline gelmiştir.
Sonuç, Türkiye’nin karşısında hem Irak hem de Suriye’nin kuzeyinde farklı formatlarda, biri anayasal, diğeri fiili olmak üzere Kürt kimlikli iki özerk yönetimle karşı karşıya gelmesidir. Suriye’nin bugünkü parçalanmış görüntüsü içinde yeniden siyasi birliğine kavuşup kavuşamayacağı ucu açık bir sorudur.
*
Ankara cephesinden bakıldığında düşündürücü olan tarafı şudur. Irak’ı işgal etmesi halinde bu hamlenin ülkeyi ne gibi çalkantıların içine itebileceği Ankara tarafından ABD’ye defalarca söylenmiştir. Önce Bülent Ecevit’in başbakanlığı sırasında, ardından işgal başladığında başbakanlık koltuğunda oturan Abdullah Gül’ün döneminde, askeri seçeneğin -İran’ın zemin kazanma ihtimali dahil- Irak’taki olası sonuçları az çok kesinlik içinde tahmin edilmiş ve Washington’un dikkati çekilmiştir.
Ayrıca, savaş başladıktan sonra da hiç olmazsa Irak’ın kurumlarının tahrip edilmemesinin ülkeyi ayakta tutabilmek açısından yaşamsal olduğu yolunda Ankara’nın yaptığı uyarılar da hiç önemsenmemiştir ABD tarafından.
Ankara’nın bu uyarılarında ne kadar öngörülü olduğu sonradan anlaşılsa da, o tarihte kendisine mutlak bir haklılık atfeden, “Ben yaptım, oldu” anlayışıyla istediği gibi hareket etme serbestisine sahip olduğuna inanan ABD’nin kulakları herkese kapalıydı.
Bu işgalin yaratacağı bütün sakıncaları, serpintileri öncelikle göğüslemek durumunda kalacak aktörlerin başında, bir bölge ülkesi olarak Türkiye geliyordu. Nitekim, savaşın yol açtığı sorunlar 2003 sonrasında Türkiye’yi ciddi derecede meşgul etmiştir. Savaşla birlikte Irak’ı kaplayan kaosun PKK’ya bu ülkede tanıdığı hareket serbestisini de unutmayalım.
*
Amerika açısından ayrı bir düşündürücü tarafı daha var bütün bu olan bitenlerin. Irak’ı bir kumpas kurguyla işgal ettiğinin kesinleşmesi, ABD’nin uluslararası alanda demokrasi, hukuk, uluslararası normlara saygı gibi konulardaki liderlik iddiası üzerinde onarılamaz bir tahribat yapmıştır.
Bugün Rusya’nın Ukrayna’yı işgali karşısında haklı bir zeminde kurallara dayalı bir uluslararası düzenin savunuculuğunu üstlenen ABD, özellikle üçüncü dünya ülkeleri nezdinde, “küresel güney” olarak adlandırılan coğrafyada beklediği desteği bulamıyor.
Çünkü bir meşruiyet sorunu yaşıyor ABD. Irak’ta zarar verdiği değerler, bugün kendisinin bu değerleri sahiplenme iddiasının inandırıcılığı üzerine koyu bir gölge olarak düşüyor. Bundan da uluslararası düzende kuralsızlığı zorlayan Rusya gibi aktörler yararlanıyor.
ABD’nin 2003’te Irak’taki büyük günahı üzerinde ciddi bir özeleştiri yapması zamanı çoktan gelmiştir.
Paylaş