Paylaş
Kendisini eleştiren bir kesimin en çok tepkili olduğu hadiselerden biri, Deniz Baykal’ın, siyasi yasaklı olduğu için 3 Kasım 2002 seçimine katılamayan AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yasağının kaldırılması konusunda yardım elini uzatmış olmasıdır. Bunun sonucudur ki, TBMM’de AKP-CHP işbirliğiyle gerçekleştirilen anayasa değişikliği ile yasağının kaldırılması ve ardından Siirt’te düzenlenen ara seçim formülü üzerinden Erdoğan’ın milletvekili seçilip Başbakanlık koltuğuna oturabilmesi mümkün olmuştur.
Ancak Baykal’a bu eleştiriyi yöneltenler, kendisi bu hamleyi yapmasaydı, Erdoğan’ın zaten anayasa referandumu yoluyla Meclis’e gelmesinin pekâlâ mümkün olduğu gerçeğini genellikle göz ardı ediyorlar.
O dönemdeki Meclis aritmetiği bu ihtimali bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Şöyle ki; AK Parti, iki partili Meclis’te 550 sandalyeden 363’üne sahipti. Anayasa’nın Meclis’te değiştirilebilmesi için gereken üçte iki çoğunluk eşiği 367’ydi. CHP 178 sandalye kazanmıştı. AK Parti’nin bu durumda bağımsız seçilen 9 milletvekilinden 4’ünü transfer etmesi bu kapıyı aralayabilirdi.
Bu yol mümkün olmadığı takdirde AK Parti’nin referandum seçeneğine yönelmesi hiç de güç değildi. Çünkü, Anayasa’yı Meclis olmadığı takdirde referanduma giderek değiştirebilmek için gerekli 330 eşiğinin oldukça üstündeydi AK Parti grubu. Bu takdirde, Erdoğan’ın mağduriyet algısından da yararlanarak referandumu kazanması ve böylelikle 3 Kasım 2002 seçimlerinde sandıkta yakalamış olduğu rüzgârı daha da güçlü bir şekilde estirmesi yabana atılmaması gereken bir ihtimaldi.
Baykal bu hamlesiyle, Erdoğan’ın siyasi gücünün referandum yoluyla daha fazla irtifa kazanması ihtimalinin önüne set çekmiş, bu arada çözüme katkı sağlayan taraf olmuştur. Ayrıca, 12 Eylül döneminde bizzat kendisi darbeci generaller tarafından Zincirbozan’da askeri kampta dört ay zorunlu ikamete tutulmuş, ardından siyaset yasağı getirildiği için 1983 seçimine katılamamıştı. Bir eski mağdur olarak Erdoğan’a yardım etmekten uzak durması, Baykal’ın kendisiyle çelişkiye düşmesi anlamına gelmez miydi?
BAYKAL VE AKP’NİN DENETLENMESİ SORUMLULUĞU
Erdoğan, bu kapının açılmasıyla Meclis’e girip 14 Mart 2003 tarihinde Başbakanlığı üstlenmiştir. Sonrasındaki gelişmeler Baykal’ı siyasi hayatının en zorlu sınavlarından biriyle karşı karşıya bırakmıştır.
Milli Görüş’ün soyağacından çıkarak “Biz değiştik” söylemiyle seçmenin karşısına çıkan, ardından seçimde partilerin çoğunun yüzde 10 barajına takılması nedeniyle Meclis’te tek başına çoğunluğu elde eden AK Parti, aynı zamanda o dönemdeki “Müesses Nizam”la açık bir çatışma halindeydi. Bu durum AK Parti’nin Meclis üzerinden denetlenmesi ve dengelenmesi sorumluluğunu olduğu gibi CHP ve onun lideri Deniz Baykal’ın üzerine yüklemiştir.
Bu arada, kabul edelim ki bir ucunda ordu, diğer ucunda yüksek yargının yer aldığı “Müesses Nizam”ın AK Parti’nin hayatını zorlaştırmak için yaptığı hamleler, CHP’nin demokrasi zemininde iki taraf arasında duruşunu nasıl ayarlayacağı sorusunu beraberinde getirmiştir. CHP, kendisini yüksek bir basınç alanının içinde bulmuştur.
Deniz Baykal’ın o dönemdeki siyasi söylemine baktığımızda, Cumhuriyet değerlerinin, laiklik ilkesinin korunmasının kendisinin bu dönemde en duyarlı yaklaştığı önceliklerden biri, hatta birincisi olduğunu belirtmeliyiz.
BAYKAL 367 KRİTERİ İÇİN AYM’YE BAŞVURUYOR
Sonuçta son derece çekişmeli, sıkıntılı bir döneme girilmiştir. Bir taraftan Cumhuriyet mitingleri düzenlenirken, bu sancılar 2007 ilkbaharındaki cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte siyasi aktörleri, önde gelen kurumları, kamuoyunu, herkesi bir yol ayrımına getirmiştir. 2007 yılı ilkbaharı herhalde Cumhuriyet tarihinin en sancılı dönemlerinden biridir.
Baykal, önce Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesine kuvvetle karşı çıkmış, ardından Abdullah Gül’ün adaylığının açıklanmasından sonra aynı muhalefeti ona karşı da sergilemiştir. CHP lideri, ısrarla yeni cumhurbaşkanının uzlaşı ile seçilmesini savunmuştur. Baykal, Gül’ün seçilmesini engellemek üzere eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun ortaya attığı “Cumhurbaşkanı seçiminde TBMM oturumunda en az 367 milletvekilinin hazır bulunması gerekir” şeklinde özetlenebilecek Anayasa ve TBMM içtüzük yorumunun hayata geçirilmesinde aktif bir rol almıştır.
27 Nisan 2007 günü, yakın tarihimizin en önemli kavşak noktalarından biridir. Hürriyet’in 28 Nisan 2007 tarihli birinci sayfası yaşanan türbülansı çarpıcı bir şekilde gösteriyor.
O gün TBMM Genel Kurulu CHP grubu hazır bulunmadığı için 367’nin altında bir katılımla açılmış ve ilk tur oylamada Abdullah Gül’e 357 oy çıkmıştır. İlk tur ve ikinci turda gerekli 367 oyu alamasa da salt çoğunluğun yeterli olacağı üçüncü tura gelindiğinde Gül kolaylıkla Türkiye’nin yeni cumhurbaşkanı olarak seçilebilecekti.
Ancak CHP, Kanadoğlu’nun yorumundan yola çıkarak 367 milletvekili hazır olmadığı için zaten TBMM’deki oylamanın geçerli sayılamayacağını savunmuştur. CHP, aynı gün TBMM’deki bu oylamanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur.
AYM’nin arşivinde yer alan “2007/54” sayılı kararın girişinde “İPTAL DAVASINI AÇAN:” bölümünün hemen karşısında “TBMM üyeleri Deniz Baykal, Önder Sav ve 134 milletvekili” yazmaktadır.
AYNI GECE E-MUHTIRA GELİYOR
Olaylar CHP’nin AYM’yi harekete geçirmesiyle sınırlı kalmamıştır. Aynı günün gecesi geç saatlerde dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın şahsi bir inisiyatifi olan Genelkurmay bildirisi yayımlanmıştır.
Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesine konan bildiride, “Cumhurbaşkanlığı seçiminin laikliğin tartışılmasına odaklandığı” belirtilerek, şöyle denilmiştir:
“Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Silahlı Kuvvetler bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir.”
BAYKAL: ‘BİLDİRİYİ ÜZÜNTÜYLE KARŞILADIM”
Sonuçta TSK’nın bu şekilde cumhurbaşkanlığı seçimine açıktan müdahil olması, Türk demokrasisinin ağır bir kazaya uğramasına yol açmış, muhtıra sert bir rejim tartışmasını beraberinde getirmiştir. Buna karşılık AK Parti, muhtıraya rağmen geri adım atmayarak TSK’ya meydan okumuştur.
O dönemde Baykal’a yöneltilen en önemli eleştiri, ordu ile partisinin arasına mesafe koyamadığı suçlamasıdır. Bazı CHP’lilerin Genelkurmay’ın 27 Nisan bildirisini alkışlayan açıklamaları da gazete arşivlerinde duruyor.
27 Nisan bildirisi karşısında Baykal nerede durmuştur? Baykal, 1 Mayıs 2007 tarihinde yaptığı bir açıklamada, bildiriden “haberi olmadığını, üzüldüğünü” söylüyor, ancak eleştirel bir tutum almaktan da kaçınıyor. Burada Baykal’ın, askerlerin müdahalesinin siyasete dönük sonucunu soran bir gazeteciye verdiği şu yanıt dikkat çekicidir:
“Bence farklı bir tablo ortaya çıkacak. Bu tablonun değişeceğini meydanlar gösterdi. Müdahaleye uğrayan yönetimlere halk sahip çıkmadı. Halkımız devlet organlarıyla çatışanlara sahip çıkmaz. Bu ortamda mağduriyet yok, dayatma var.”
Sonrasındaki dönemde Baykal, partisinin e-muhtırayı desteklediği yolunda sürekli eleştirilerin hedefi olmuştur. Baykal, 27 Mart 2008 tarihinde CNN-Türk’te Fikret Bila ve Murat Yetkin’in sorularını yanıtlarken, kendisinin 27 Nisan bildirisini savunduğu yolundaki eleştirileri reddederek şöyle diyecektir:
“Bildiriden kesinlikle haberim yoktu. 27 Nisan bildirisini üzüntüyle karşıladım. Alkışladığım şeklinde iddialar var. Yok öyle bir şey. Kayıtlı olan tek bir bilgi budur.”
BAYKAL’IN ÖNGÖRÜSÜ SANDIKTA TUTMADI
AYM, Baykal ve arkadaşlarının 27 Nisan’da yaptığı başvuruyu jet süratiyle görüşmüş ve dört gün sonra 1 Mayıs tarihinde karara bağlamıştır. AYM, itirazı haklı bulup, Kanadoğlu’nun yorumuna katılarak, TBMM Genel Kurulu açıldığında 367 kişi mevcut bulunmadığından 27 Nisan tarihli oylama için yürütmeyi durdurma kararı vermiştir.
Özetle, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin önü kapanmıştır. Parlamento tıkanmıştır. TBMM Genel Kurulu 3 Mayıs 2007 tarihinde AKP ve CHP’nin oybirliği ile krizden çıkılabilmesi için seçime, yani milletin hakemliğine gidilmesini kararlaştırmıştır. Herkes kozlarını seçimde paylaşacaktır.
22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan seçim, AK Parti’nin zaferiyle sonuçlanmıştır. AK Parti, 2002 seçimine kıyasla oyunu anlamlı bir şekilde artırarak, 2002’deki 34.28 oranından bu kez yüzde 46.58’e çıkartıp (341 milletvekili) önemli bir sıçrama yapmıştır. CHP yüzde 20.37 oranında oy alarak 112 milletvekili çıkartabilmiştir. MHP de yüzde 14.27 oyla bu kez barajı geçip TBMM’ye girebilmiş ve 71 sandalye kazanmıştır. Demokratik Toplum Partisi (DTP) de “Bin Umut Adayları” adı altında bağımsız adaylarla katılmış ve bu şekilde bağımsız seçilen 22 milletvekili sonradan TBMM’de DTP grubunu kurmuştur.
Seçimin ardından toplanan TBMM, 20 Ağustos 2007 tarihinde Abdullah Gül’ü 11’inci cumhurbaşkanı seçmiştir.
Sonuçta Baykal’ın, halkın müdahaleye uğrayan, ayrıca devlet kurumlarıyla çatışan yönetimlere sahip çıkmayacağı yolundaki öngörüsü sandıkta doğrulanmamıştır.
KAPATMA DAVASININ GEREKÇELERİNİ SAVUNDU
Bir sonraki 2008 yılı, 2007 ilkbaharına benzer bir sıcak siyasi buhranı yeniden Türkiye’nin gündemine taşımıştır. AK Parti ve MHP’nin 9 Şubat 2008 tarihinde eğitim kurumlarında ve kamuda başörtüsü serbestisini getiren bir anayasa değişikliğini TBMM’de kabul etmeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 14 Mart 2008 tarihinde AK Parti hakkında kapatma davası açmasıyla sonuçlanmıştır. Yeni bir siyasi krize girilmiştir.
AYM, 30 Temmuz 2008 tarihinde aldığı kararda AK Parti’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğine kanaat getirerek bu partiye hazine yardımlarının yarı yarıya kesilmesini kararlaştırmıştır.
Baykal, AYM’deki dava sürecinde iddianamede yer alan laiklikle ilgili gerekçelere katıldığını yüksek sesle söylemesi, bu yönüyle davaya destek çıkmasıyla kendisini yeniden bir tartışmanın ortasında bulmuştur. Baykal, beliren krizin iddianameden kaynaklanmadığını, iktidarın ülkenin laiklikle ilgili altyapısını değiştirmeye çalışması sonucu ortayla çıktığını savunmuştur. Keza, AYM kararı açıklandığında karardaki tespite katıldığını söylemiştir.
Özetle, 2002 seçiminden 2010’da genel başkanlığı terk etmek zorunda kaldığı komploya kadar olan dönemde Baykal’ın siyasi serüvenine damgasını vuran başlıca olaylardan ikisinin, AYM’nin 367 kararı ve AK Parti hakkındaki kapatma davası olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün geldiğimiz noktada, özellikle 2007’deki 367 hamlesinin o dönemde anayasal sınırları zorlayan bir hareket olduğu konusunda büyük ölçüde yerleşmekte olan mutabakatın, ileride Baykal’ın siyasi serüveniyle ilgili anlatıda önemli bir yer tutması kuvvetle muhtemeldir.
Yakın tarihe dönük bu hatırlama, Deniz Baykal hakkındaki yazı dizimizin biraz uzaması sonucunu doğurdu. Yarın komplo meselesine bakarak bu yazı dizisini noktalayalım.
Paylaş