İlk normalleşme süreci geçen ilkbaharda yaşanan birinci COVID-19 dalgasının hemen ardından 1 Haziran tarihinde başlamıştı. İlk denemede vakalar kısa zamanda yeniden yükseliş eğilimine girmişti. Ancak açıklama kriterlerinde yapılan değişikliklerle vakaların toplam sayısının kamuoyundan gizlenmesi, salgının yaygınlığının kamuoyu tarafından tam olarak anlaşılmasını önlemişti.
Bunu izleyen dönemde Türkiye, geçen sonbaharda tırmanışa geçen ikinci büyük dalgayla sert bir şekilde sarsılmıştı. Kasım sonunda günlük vakalar 30 bin eşiğinin üstüne çıkmıştı. İkinci dalgada bir gün içinde en yüksek vefat sayısı 23 Aralık tarihinde 259 kayıpla kaydedilmişti.
NORMALLEŞME VAKALARDA HAREKETLENMEYE RASTLADI
Şimdi yeni bir normalleşme denemesi daha başlarken, koronavirüsle mücadelede mart ayı başı itibarıyla nerede durduğumuzun bir dökümünü çıkartmamızda yarar var.
Bu çerçevede yapmamız gereken birinci saptama, geçen kasım-aralık döneminde patlama gösteren vaka ve vefat sayılarının, kasım sonundan itibaren uygulamaya konan önlemlerle ciddi derecede baskılandığıdır. Her akşam 21.00’de başlayan, ayrıca hafta sonu iki güne yayılan sokağa çıkma yasakları gibi sosyalleşmeyi sınırlayan ve 65 yaş üstünü büyük ölçüde evde tutan bu kısıtlamalar salgının kontrol altına alınmasında gerçekten de etkili olmuştur.
Bu düşüş çizgisi ocak ayının üçüncü haftasına kadar sürmüştür. Bu hafta zarfında günlük vakalarda ikinci dalga sonrasındaki en düşük eşiğe inilerek 5 binli rakamlar görülmüştür. Ancak ocak ayının son haftasından itibaren yeniden bir yükseliş gözlenmiştir. Salgın daha sonra şubat ayı boyunca genellikle günlük 7-8 bin aralığında seyreden bir platoya yerleşmiştir. Şubat ayının son haftasında yeniden bir sıçrama yaşanmış ve bu kez günlük 10 bin vaka sınırına yaklaşılmıştır.
Yeni kontrollü normalleşmenin duyurulduğu önceki gün (1 Mart) 12 Ocak’tan bu yana kaydedilen en yüksek vaka sayısı açıklandı: 9 bin 891... Bu yönüyle, hemen dizginlenemediği takdirde salgının yeniden ocak ayı başındaki rakamlara dönme riskinin bulunduğu belirtilmelidir. Bir başka anlatımla, ne kadar kontrollü olsa da ikinci normalleşmenin zamanlama olarak vakalarda yukarı doğru bir kıpırdamaya rastlaması, kabul edelim ki insanı kaygıya sevk eden bir durumdur.
Aygün’ün tutuklanma nedeni sosyal medyadan yaptığı bazı paylaşımlardı. Bu paylaşımlar nedeniyle Muğla E Tipi Cezaevi’nde bir ayı aşkın süre hapis yattı Hakan Aygün. Bu sürenin yaklaşık üç haftasını tek kişilik bir hücrede geçirdi.
Hazırlanan iki ayrı iddianamenin birleştirildiği bu dava Bodrum’daki 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) geçenlerde Aygün’ün tutuklanmasıyla ilgili “hak ihlali” kararı vermesi, bu konuyu yeniden gündeme taşıdı.
PAYLAŞIMLARI BAŞINA DERT AÇTI
Aygün’ün 3 Nisan 2020 tarihinde tutuklanmasına neden olan bir dizi paylaşımı söz konusu. Bu paylaşımlar, COVID-19 salgınının geçen yıl mart ayında baş göstermesinden sonra bazı CHP’li belediyelerin İBAN numaraları vererek başlattıkları yardım kampanyalarının iktidarla yol açtığı sorunların ertesine rastlıyor.
Aygün, bu paylaşımlardan birinde, “IŞİD kafalı İslamcı yobazlar, siyasi İslamcılar, iman numarasıyla İBANA çalışan din sömürücüleri, ırkçılar, faşistler, ulusalcı geçinip ne olduklarını kendileri de bilmeyenler, Gardırop Atatürkçüleri ve Gardırop Müslümanları lütfen kanalıma abone olmayın” diyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın belediyelerin yardım kampanyası yürütmesine olumsuz bakan bir fetvasını eleştirirken de Aygün, “Ondan sonra iman mı İBAN mı diye garİBAN imanlıları tahrik eden manyaklar çıkıyor. Görüyorsunuz bütün olay İBAN kavgası” ifadesini kullanıyor.
Aygün, savunmasında COVID-19 salgını nedeniyle merkezi yönetimle yerel yönetimlerin para toplama tartışmasına girmeleri ve Diyanet’in de bu tartışmaya katılmasını “trajikomik” bulduğunu, ikinci paylaşımı bunu eleştirmek üzere yaptığını belirtiyor.
Başını derde sokan bir diğer paylaşımı, 29 Mart 2020 tarihinde “
Büyükelçi Sinirlioğlu, yaşanan hadisede ilk saldırıdan hemen sonra (Rusya’ya) yapılan uyarılara rağmen hava saldırılarının sürdüğünü anlatırken bir ara şöyle dedi:
“Yaralı askerleri almak için gönderilen ambulanslar bile hedef alındı. Bu, Türkiye’ye karşı kasıtlı bir saldırganlık eylemiydi.”
Peki, savaş uçaklarıyla 34 askeri öldürmekle kalmayıp yaralıları almaya gelen ambulansları bile havadan hedef alan bu saldırganlığı yapan kimdi?
KRİZ SERAKİB NEDENİYLE ÇIKTI
Bu sorunun yanıtına geçmeden önce bir yıl kadar geriye, 2020 Şubat ayı başlarına gidelim. İdlib için 17 Eylül 2018 tarihinde Türkiye ile Rusya arasında imzalanan Soçi Mutabakatı ile ilan edilen ateşkese dayalı statüko 2020 Şubat ayına gelindiğinde ciddi bir şekilde sarsılmıştı.
Rus savaş uçaklarının desteğindeki rejim ordusu, 2019 yaz sonundan itibaren İdlib vilayetinin doğusunda kuzey-güney istikametindeki M-5 otoyolunu silahlı muhalefetten geri almak için kademeli bir harekâta girişti. Esad güçleri, Rusların yardımıyla birbiri ardına elde ettiği kazanımlarla M-5 üzerinde kuzeye doğru ilerlemeye başladı. Bu durumda TSK’nın İdlib’deki askeri gözlem noktalarının bir bölümü de rejim kontrolündeki bölgenin içinde kalıyordu.
Rejim ordusu, 28 Ocak 2020 tarihinde M-5 üzerindeki Maraat el Numan kasabasını muhalefetten geri alarak bir sonraki durak Serakib’e bir hayli yaklaştı. Serakib’in önemi, kuzey-güney istikametindeki M-5 ile Halep’i Lazkiye’ye bağlayan doğu-batı istikametindeki M-4 otoyolunun kesişme noktasında olmasıydı.
Kuzeyde Halep’ten çıkan yol Serakib’e gelip güneye, Şam’a doğru gittiğinde M-5, buradan batıya kıvrıldığında ise M-4 olarak devam ediyordu. Dolayısıyla stratejik açıdan Serakib’i tutmak, İdlib’in bütününün kontrolü bakımdan hayati değer taşıyordu.
Rapor, terör örgütleri DEAŞ ve El Kaide ile mücadele konusunda BM Güvenlik Konseyi’nden çıkan kararlarının öngördüğü yaptırım mekanizması doğrultusunda hazırlanmış. Söz konusu kararlarda, BMGK’ya bağlı “Yaptırım Komitesi” çerçevesinde oluşturulacak teknik bir grubun, DEAŞ ve El Kaide’nin küresel düzeyde yarattığı tehdidinin ve uygulanan yaptırımların etki derecesini yakından izlemesi ve raporlaması öngörülüyor.
Raporlamayı yapmak üzere de “Analitik Destek ve Yaptırım İzleme Ekibi” diye adlandırılan bir çalışma grubu görev yapıyor. Bu BM ekibi, yılda iki kez hazırladığı raporları BM Güvenlik Konseyi’ne sunuyor. Bu raporlar BMGK belgesi olarak yayımlandığı için önem taşıyor.
TÜRKİYE’YE YAKINLIĞI İDLİB’İ HEDEF NOKTA YAPIYOR
Bu raporların sonuncusu 3 Şubat tarihinde yayımlandı ve 2020 yılının ikinci yarısını kapsıyor. Rapordaki temel saptama, Irak ve Suriye’nin DEAŞ açısından ana alan olma özelliğini koruduğunun belirtilmesi. Bu saptamanın hemen ardından El Kaide’ye bağlı örgütlerin bulunduğu İdlib’in de bir “kaygı kaynağı” oluşturduğu vurgulanıyor.
Önce DEAŞ’la başlayalım. Raporda, bu örgütün Irak ve Suriye’deki aktif savaşçılarının sayısı 10 bin dolayında gösteriliyor. Çoğunluğun Irak’ta bulunduğu kaydediliyor. Suriye’deki DEAŞ unsurları büyük ölçüde Deyrizor çölünde üsleniyor. Bununla birlikte, İdlib de DEAŞ açısından sınırlı bir “güvenli bölge” olarak önem taşıyor, rapora göre.
Raporda, İdlib’de El Kaide uzantısı Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) ile DEAŞ arasındaki çatışma durumuna da dikkat çekiliyor. Nitekim, İdlib’de HTŞ’nin DEAŞ savaşçılarını sürekli bir şekilde tutukladığı belirtiliyor. Buna rağmen, rapora göre, bazı DEAŞ liderleri İdlib’de kalmayı sürdürüyorlar. İdlib’in DEAŞ’lılar için çekim alanı olmasının bir nedeni de şöyle açıklanıyor metinde: “İdlib, pek çok eski DEAŞ savaşçısı ve aileleri için Türkiye’ye en emniyetli giriş kapısı olarak görülen bir hedef noktadır.”
HTŞ’NİN SÖZDE ‘KURTULUŞ HÜKÜMETİ’
HTŞ, BM Güvenlik Konseyi’nin terör örgütleri listesinde yer alan, El Kaide’nin Suriye kolu olarak kurulan El Nusra’nın uzantısı görüldüğü için 2018 yılından bu yana BM listesinde yer alıyor. BM tarafından El Kaide bağlantılı terör örgütü kabul edildiğinden, HTŞ, raporda bir hayli yakından büyüteç altına yatırılıyor.
Tartışmanın birinci ekseni, önceki yazılarımızda değerlendirdiğimiz üzere, FETÖ bağlantılarından şüphe edilen bir asker hakkında adli makamlar tarafından yürütülen soruşturma sürecinin “kovuşturmaya yer olmadığına dair bir karar”la kapanabilmesidir. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı 2019 yılında bu bağlantıyı tespit edemezken, geçen kasım ayı başında MİT’in uyarı yazısıyla başlayan bir süreçte yeniden soruşturma açıldığında, FETÖ bağlantıları bu kez delilleriyle ortaya konabilmiştir. İşin bu kısmı meselenin yargıyı ve istihbarat birimlerini ilgilendiren boyutudur.
Bu konudaki tartışmanın ikinci ekseni ise YAŞ’ı ilgilendiriyor. FETÖ soruşturmasının öznesi olmuş bir askerin nasıl olup da YAŞ’ta terfi aldığı sorusu vatandaşların zihinlerini karıştırıyor. Bu soruya verilen yanıt, savcılıktan hakkında çıkan -kovuşturmaya yer yok- kararıdır. Hukuk ölçüleri içinde hareket edilecekse bu kararın esas alınması gerektiği vurgulanıyor.
Ancak böyle de olsa, terfi ettirilen kişinin sonradan FETÖ’cü olduğunun ortaya çıkması YAŞ’ta kullanılmış olan tercihin isabet derecesinin kamuoyunun gözünde kaçınılmaz olarak sorgulanmasına yol açmıştır.
YAŞ’TA ÇOĞUNLUK ARTIK SİVİL KANATTA
Bütün bu tartışma bizi 23 Temmuz 2020 tarihinde yapılan son YAŞ toplantısına götürüyor. Anadolu Ajansı’nın aynı gün geçtiği habere göre YAŞ şöyle cereyan etmiş: YAŞ üyeleri önce Anıtkabir’i ziyaret etmişler. Ardından YAŞ toplantısı Erdoğan’ın başkanlığında Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde saat 12.15’te başlamış ve 45 dakika sürmüş. Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan YAŞ üyelerine bir öğle yemeği vermiş. Haberde yemeğin bir saat sürdüğü belirtiliyor.
Aynı gün AA’nın geçtiği bir diğer haberin fotoğrafında Cumhurbaşkanı Erdoğan YAŞ kararlarını imzalarken görülüyor. O sırada Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler masada Cumhurbaşkanı’nın iki tarafında oturmuşlar.
Yeni sistemde YAŞ’ın 12 üyesi var. Bunlardan sekizi sivil kanattan geliyor. Başkanlığı da yapan Cumhurbaşkanı’nın yanı sıra Cumhurbaşkanı Yardımcısı ile Milli Savunma, Dışişleri, Adalet, İçişleri, Hazine ve Milli Eğitim bakanları sivil kanattaki diğer üyeler. Asker kanatta ise Genelkurmay Başkanı’nın yanı sıra Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları yer alıyor.
45 DAKİKADA 68 TERFİ GÖRÜŞÜLEBİLİR Mİ?
Bu yazılar sırasıyla “Kod adı ‘Servet’in örgüt abilerinin gözetiminde generalliğe uzanan öyküsü”, “FETÖ’cü general bilmecesinde bakın hangi bağlantılarla karşılaştım”, “Resmi Gazete’de FETÖ’cü generalle ilgili dikkat çekici ayrıntı” başlıklarını taşıyordu.
Tam bu sırada Kuzey Irak’a düzenlenen “Gara harekâtı” gibi başka önemli konuların gündemde ön plana çıkması bu konuyu bir süre için geriye atmama neden oldu. Bugün dosyanın daha önce de değindiğim bir boyutuna biraz daha detaylı bir şekilde bakmak istiyorum.
ASLINDA DEVLETİN RADARLARINA GİRMİŞTİ
Bunu yaparken önce ana saptamayı bir kez daha tekrarlamamız gerekiyor. Karşımızdaki mesele, organik bir FETÖ’cünün lise yıllarından itibaren “örgüt abileri”nin kontrolü altında seyreden ve generallik rütbesine kadar çıkan yükselişinin öyküsüdür. Bu meselenin en düşündürücü kısmı, öykünün 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra da bir YAŞ terfisiyle devam edebilmiş olmasıdır.
İşin kafa karıştırıcı tarafı şurada: Aslında Atasoy devletin radarlarından kaçabilmiş biri de değil. Bangladeş’te askeri ataşeyken 15 Temmuz kalkışmasından sonra Kasım 2016’da merkeze alınan Atasoy, hakkındaki iddialar nedeniyle ciddi bir soruşturmanın da öznesi olmuş, hatta 2017 yılında gözaltına alınıp, pasaportuna da el konulmuştur.
Gelgelelim, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 2017’den itibaren yürütülen “Askeri Ataşeler Soruşturması” sonunda kendisi hakkında 1 Nisan 2019 tarihinde “Kovuşturmaya yer olmadığına dair karar” verilmiştir.
Zaten 23 Temmuz 2020 tarihinde düzenlenen YAŞ’ta terfi alıp general olmasının önünü açan da Savcılığın bu kararıyla aklanması olmuştur.
2019’daki bu kararın isabet derecesi üzerinde biraz durmamız gerekiyor.
Günün rutini içindeki en önemli olay sabah başlayacak olan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in başkanlık edeceği Milli Güvenlik Kurulu toplantısıydı.
Saat 10.00 suları gibi olmalı. Birden Başbakan Bülent Ecevit’in Milli Güvenlik Kurulu’nu terk ederek Başbakanlığa döndüğü haberi geldi. Başbakan’ın MGK toplantısından ayrılması olağanüstü bir duruma işaret ediyordu. Bir krizin patlak verdiği belliydi.
Çok fazla beklemek gerekmedi ne olduğunu anlamamız için. Ecevit, saat 11.05’te Başbakanlık’ta bir basın toplantısı düzenleyerek “Bugün son derece üzücü bir olay oldu” diye söze girdi. “MGK toplantısının açılışında kamu görevlilerinin önünde sayın Cumhurbaşkanı son derece terbiye dışı bir üslupla bana ağır ithamlarda bulundu. Devlet geleneklerimizde yeri olmayan, eşi görülmedik bir davranışta bulundu” dedikten sonra ekledi:
“Ya kendisine aynı üslup içinde yanıtta bulunacaktım veya terk etmek zorunda kalacaktım. Onun için toplantıdan çıkmayı tercih ettim. Tabii ciddi bir krizdi bu...”
*
Krizin perde arkasını anlamak için o günkü Hürriyet’in dokuz sütun manşetten verdiği “Çankaya Baskını” haberini de hatırlamamız gerekiyor. Buna göre, Cumhurbaşkanı Sezer, kamu bankalarını denetlemek üzere kendisine bağlı Devlet Denetleme Kurulu’nu devreye sokmuş, kurulun müfettişlerini bu bankalara göndermişti.
Hükümetin, Zekeriya Temizel’in başında bulunduğu Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurumu (BDDK) bu konuda zaten yetkili olduğu görüşünden hareketle, Sezer’in hamlesinden rahatsızlık duyduğu Ankara’da bir sır değildi.
Ayrıca, ocak ayında savcı
Anadolu Ajansı’nın Akar ve Orgeneral Güler’in Şırnak’taki harekât merkezinden yaptıkları açıklamalara ilişkin verdiği görüntülü haber 14 Şubat Pazar günü sabaha karşı 02.13’te servis edilmiş.
Türkiye, pazar gününe rehinelerin ölüm haberinin üzüntüsüyle girdi. Açıklama sırasında paylaşılan, PKK’nın Gara’da rehineleri alıkoyduğu mağaradaki tünel ve odaları gösteren çizim televizyon başında haber bültenlerini izleyen herkesin zihninde yer etti.
Keza, yine pazar günü Malatya Valisi Aydın Baruş’un beraberinde İkinci Ordu Komutanı Orgeneral Metin Gürak ve diğer yetkililerle birlikte basın toplantısı düzenleyerek, PKK’nın katlettiği 13 kişiden o aşamada tespit edilebilmiş olan 10 vatandaşımızın kimliklerini açıkladığında, öğle saatleriydi.
14 ŞUBAT VAKASI
Şimdi yapacağımız değerlendirmede ABD’nin başkenti Washington D.C.’nin Türkiye’den sekiz saat geride olduğunu hesaba katalım. Akar’ın PKK’nın katlettiği 13 kişinin ölümünü duyurduğu açıklaması ajanslara düştüğünde Washington D.C.’de 13 Şubat Cumartesi akşam saatleridir.
Ardından Washington D.C.’de 14 Şubat Pazar günü akşam saatlerinde ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price’ın “Eğer Türk sivillerin ölümünün bir terör örgütü olan PKK tarafından gerçekleştirildiği yönündeki haberler doğruysa, bunu olabilecek en kuvvetli şekilde kınıyoruz” şeklindeki açıklaması geldi.
Bu açıklama yapıldığında Türkiye’de gece yarısı geçilmiş, pazardan pazartesiye geçilmişti. Geriye dönüp bakıldığında, ölümlerin Türkiye’de duyurulmasıyla ABD Dışişleri’nin konuya ilişkin açıklaması arasında yaklaşık 24 saat gibi bir zaman farkı var.
Buna karşılık, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın aradan geçen bu süreye rağmen