Oramiral Tatlıoğlu’nun bu çıkışını değerlendirmeden önce ne dediğini kısaca hatırlayalım.
Deniz Kuvvetleri Komutanı, bu beyanını 18 Kasım tarihinde Yalova’nın Altınova ilçesinde Milli Savunma Üniversitesi’nin Deniz Astsubay Meslek Yüksekokulu Eğitim Merkezi Komutanlığı’ndaki konuşması sırasında yapmıştır.
‘KARADENİZ’DE JEOPOLİTİK MÜCADELE...’
Komutan, konuşmasında önce Türkiye’nin Karadeniz’deki çıkarlarının geniş bir değerlendirmesini yapıyor. Ardından, 2008 sonrasında Gürcistan ile Rusya arasında başlayan gerilimlerden itibaren yaşanan ve son olarak Rusya’nın 2022 yılında Ukrayna’yı işgaliyle birlikte tırmanan gelişmeleri tahlil ediyor.
Oramiral Tatlıoğlu, bu çerçevede “İşgalin Karadeniz’deki jeopolitik mücadelede yeni bir dönemi başlattığını” vurguluyor.
Daha sonra projektörleri NATO’ya çeviriyor:
“Bildiğiniz gibi, NATO Karadeniz’de bazı tedbirler almaya çalışıyor. Ancak Karadeniz’de bu tedbirleri biz alacağımızı ifade edip, NATO’yu veya Amerika’yı Karadeniz’de istemediğimizi beyan ediyoruz.”
Açıklamalarının en çok dikkat çeken bölümlerinden biri de şu ifadelerde karşımıza çıkıyor:
Bu süre zarfında yaptığı görevindeki hedeflerine dönük temel siyaset açıklamalarına baktığımızda, Dışişleri Bakanlığı’nda kapsamlı bir kurumsal reformun kendisinin önemli bir stratejik önceliği olacağını anlıyoruz.
Fidan, bu konudaki ilk dikkat çekici çıkışını, SETA isimli düşünce kuruluşunun “Insight Turkey” isimli yayınının geçen eylül sayısında yayımlanan “Türkiye Yüzyılı’nın Başında Türk Dış Politikası: Sınamalar, Vizyon, Hedefler ve Dönüşüm” başlıklı makalesinde yapmıştı.
Kurumsal reform, Fidan’ın yazısında yeni döneme bakışında en iddialı, en hırslı göründüğü alanlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Fidan, göreve başladığı ilk günden itibaren Dışişleri Bakanlığı’nın kurumsal transformasyonunun hızlandırılmasını kendi açısından bir öncelik olarak gördüğünü belirtiyor bu metinde.
*
Fidan, dönüşüm ihtiyacının gerekçeleri üzerinde ayrıntılı değerlendirmeler yapıyor. Örneğin, dış politikanın artık klasik anlamda diplomasi ile sınırlanamayacağını, günümüzde uluslararası ilişkilerin gündeminin güvenlik, istihbarat, ticaret, finans, çevre, enerji, kültür, iletişim, sağılık da dahil olmak üzere hepsi birbiriyle iç içe geçmiş alanların yarattığı karmaşık bir çeşitlenme gösterdiğini anlatıyor. Bu durum, yeni aktörlerin ve paydaşların denkleme girmesini de beraberinde getirmiştir.
Sonuçta bütün bu gelişmeler küresel ölçekte dışişleri bakanlıklarının portföylerinin, ilgi ve görev alanlarının genişlemesi sonucunu doğurmuştur.
Bakanlıktaki dönüşümün “proaktif” bir yaklaşımı esas aldığını anlatıyor. Fidan’a göre, bu yaklaşım, bir yandan yüzyıllar boyu damıtılmış olan birikim ve becerilere sadık kalırken, diğer yandan küresel ilişkilerin sürekli değişim içindeki zeminine kendisini uyarlamayı hedefliyor.
*
Bu toplantı, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ilk kez TBMM’deki bir Bütçe Komisyonu toplantısında milletvekillerine sunum yapıp, onların görüşlerini, eleştirilerini dinlemesi, sorularına yanıt vermesine sahne oldu.
Dışişleri Bakanı Fidan, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileri, bu çerçevede Avrupa Konseyi ile ilişkilerin geleceğini konu alan sorularla da karşılaştı toplantı sırasında.
Tabii konu Avrupa Konseyi olunca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarının uygulanması ile ilgili problemler, özellikle de Osman Kavala hakkındaki AİHM kararın uygulanmamasının yol açtığı sonuçlar da gündeme geldi. Bu tartışmalar sırasında Selahattin Demirtaş’ın durumuna da değinildi.
*
Tartışmaların bu faslında İstanbul CHP milletvekili ve emekli büyükelçi Namık Tan, Kavala ve Demirtaş hakkındaki AİHM kararlarını hatırlatarak, “Anayasa’nın amir hükümleri uyarınca, Türkiye uluslararası anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini iç hukukuna ithal etmiştir ve uygulamak zorundadır. O halde, Avrupa Konseyi ve AİHM kararlarını neden uygulamıyoruz?” diye sordu.
Gelecek Partisi’nden Bursa Milletvekili Dr. Cemalettin Kani Torun, Kavala ile ilgili AİHM kararı uygulanmadığı takdirde “Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden çıkarılma işleminin başlayacağını” öne sürerek, “Bu durumdaki bir ülkeye Avrupa ve ABD fonlarının gelmesinin çok zor olacağını”savundu, “Bir çıkış yolunun bulunması herkesin yararına olacaktır” diye konuştu.
Keza İzmir CHP milletvekili Prof. Yüksel Taşkın, Hakan Fidan’ın “AB Türkiye’nin stratejik önceliğidir” şeklindeki açıklamasını hatırlatarak, bu çerçevede Kavala ile ilgili AİHM kararlarının uygulanmaması meselesini açtı “Avrupa Konseyi’nden ayrılmayı göze alıyor muyuz?” sorusunu yöneltti.
*
Bir tek o bilmiyordu. Cinayetin işleneceği bilgisi yalnızca Trabzon’da kalmamış, bu konudaki resmi istihbarat raporları İstanbul ve Ankara’ya kadar ulaşmıştı.
Yani geçen çarşamba günü cezasını tamamladığı gerekçesiyle cezaevinden serbest bırakılıp elini kolunu sallayarak dışarı çıkan Ogün Samast’ın, 2007 yılında Hrant Dink’i vuracağı devlet birimleri açısından cinayet öncesinde bir açık sırdı o tarihte.
Trabzon Emniyet Müdürlüğü biliyordu. Ankara’da Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Başkanlığı biliyordu. İstanbul Emniyet Müdürlüğü de biliyordu.
Dahası, Trabzon’daki Jandarma Komutanlığı da biliyordu.
Zaten organizasyonun kilit aktörlerinden “Büyük Ağabey” Erhan Tuncel polisin istihbarat elemanıydı; Yasin Hayal ise Jandarma’nın...
Tuncel, Hayal’in Hrant Dink’e dönük bir suikast hazırlığı içinde olduğunu çok önceden bildirmişti Trabzon Emniyeti’ne. Onlar da İstanbul ve Ankara’ya iletmişlerdi.
Bütün bildirimlere rağmen Yasin Hayal’in azmettirdiği Ogün Samast, bir engellemeyle karşılaşmadan 19 Ocak 2007 günü Şişli’de Agos gazetesinin merkezinin bulunduğu binanın önünde Hrant Dink’i tabancayla öldürdü. Dink’in başına ve boynuna üç kurşun isabet etti.
*
Bu konudaki tartışmaları izlerken Yargıtay’ın tutumunu yakından ilgilendiren bir belge dikkatime takıldı. Değindiğim belge, Yargıtay Başkanlığı’nın eleştirilere yanıt vermek üzere 10 Kasım tarihinde yayımladığı açıklamanın ardından, Can Atalay’ın avukatları tarafından 14 Kasım’da yapılan açıklamada hatırlatılan bir Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararı.
Avukatlar Fikret İlkiz, Deniz Özen, Akçay Taşçı ve Evren İşler’in imzalarını taşıyan bu açıklamada, yine milletvekili dokunulmazlığını ilgilendiren benzer bir sorunun çözümünde Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun almış olduğu “Esas No: 2020/16-462, karar No: 2022/671” başlıklı karara atıf yapılıyor.
* * *
Bu karar, Can Atalay gibi hakkındaki yargılama süreci kesinleşmeden TBMM üyeliğine seçilen bir başka milletvekili Ahmet Şık’ın durumunu konu alıyor.
Dosyadaki olay şöyle özetlenebilir: Ahmet Şık 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan genel seçimde HDP’den TBMM’ye seçildiğinde, Cumhuriyet gazetesinin yönetici ve yazarları hakkında 2016 yılında açılmış olan davada sanık olarak yargılanmaktaydı.
Şık, seçimden kısa bir süre önce 25 Nisan 2018 tarihinde İstanbul’daki 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde “silahlı terör örgütüne yardım etme” suçundan 7 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılmış, ardından bu karara karşı Yargıtay’da temyize gitmişti. Seçildiğinde cezası henüz kesinleşmemiş olan Ahmet Şık, kürsüden yemin ederek milletvekilliği görevine başlamıştı.
Sonradan kapatılıp görev alanı itibarıyla 3’üncü Ceza Dairesi’ne dönüşen Yargıtay 16’ıncı Ceza Dairesi, 12 Eylül 2019 tarihinde aldığı kararda, diğer sanıkların bir bölümüyle birlikte Şık hakkındaki mahkûmiyet kararını bozmuştur. Bunun üzerine dava dosyası İstanbul’daki 27’inci Ağır Ceza Mahkemesi’ne geri gelmiştir.
Bu arada
Türkiye’de 6 Kasım 1983 seçimlerinin yapılmasının üstünden tam dokuz gün geçmişti. Sandıktan askerlerin desteklediği Milliyetçi Demokrasi Partisi değil, Turgut Özal’ın ANAP’ının birinci çıkması büyük bir sürpriz yaratmıştı. Ankara’da bütün gözler Cumhurbaşkanı ve MGK Başkanı Kenan Evren’in Özal’a hükümeti kurma görevini ne zaman vereceği sorusuna çevrilmişti.
Herkes o sırada belirsizlik içinde görünen bu randevuyu beklerken, hiç hesapta olmayan bir şekilde KKTC ilan edilmişti. Lefkoşa’da Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi’nin bağımsızlık deklarasyonunu oybirliğiyle kabul etmesi, seçimde tek başına hükümeti kurma yetkisini almış olan Turgut Özal açısından tam bir emrivaki olmuştu.
Sonradan gün ışığına çıkan bütün bilgi ve belgeler, KKTC’nin bağımsızlık ilanı konusunda aslında seçimden bir süre önce Milli Güvenlik Konseyi ile KTFD Başkanı Denktaş arasında mutabakata varıldığını, Dışişleri Bakanı İlter Türkmen ve bakanlıktan çok dar bir kadronun başından itibaren sürecin içinde olduğunu ortaya koymuştur.
*
Bütün sorun, seçimi MDP’nin kazanması beklenirken hesapta olmayan bir şekilde sandıktan Özal’ın çıkması olmuştur. Bu nedenle Milli Güvenlik Konseyi, KKTC’nin ilanıyla ilgili planı uygulamaya geçirip geçirmeme konusunda bir süre tereddüt geçirmiş, ancak sonunda her şeye rağmen aynen uygulanması kararı baskın çıkmıştı.
Evren, Özal’a hükümeti kurma görevini bağımsızlık ilanından üç hafta kadar sonra 7 Aralık tarihinde vermiştir.
KKTC ilan edildiği gün yanıtı en çok merak edilen soru, uluslararası camiaya katılan bu yeni devletin tanınıp tanınmayacağıydı.
Hazırlıklar sırasında Ankara, Pakistan ve Bangladeş’ten yeşil ışık almıştı. Plana göre,
Özellikle yargıyı ilgilendiren bir kriz ortaya çıktığında, Ankara’da projektörler sıkça Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi olarak da görev yapmakta olan eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e çevrilir, değerlendirmesini almak için.
ANAP döneminde Devlet Bakanlığı, AK Parti döneminde ise Adalet Bakanlığı’nın yanı sıra, Başbakan Yardımcılığı ve Meclis Başkanlığı’na kadar uzanan geniş siyasi deneyimi, kuşkusuz Çiçek’in bu tür krizlere günlük tartışmaların üstüne çıkan bir bakışla eğilebilmesini mümkün kılıyor.
Gelgelelim, dün son kriz üzerine yaptığımız sohbette Cemil Çiçek’i bir hayli sıkıntılı bir ruh hali içinde bulduğumu belirtmeliyim.
TECRÜBE MAĞAZASI AÇILSA KİRA PARASI ÇIKMAZ, ÇÜNKÜ...
Son krizi sorduğumda, Çiçek’in “Birinci nokta” diyerek ilk tespiti şu durum oldu:
“Türkiye’de sorunu çözecek olanlar sorunun baş kaynağı hale gelirse, bu ciddi sıkıntıları da beraberinde getirir.”
Çiçek’in bu ifadesi, herhalde herhangi bir yorum gerektirmiyor.
Bunu izleyen şu ifadelerinde ise tecrübeye gereken önemin verilmemesine dönük kuvvetli bir serzeniş vardı:
Yüksek yargının en önemli kurumlarından biri, temyiz organı olan Yargıtay’ın bir dairesi, ülkenin anayasa mahkemesinin bir kararını uygulamayacağını açıklarken, bununla da kalmayıp üyeleri hakkında da suç duyurusunda bulunuyor.
Üstelik, Anayasa’nın 153’üncü maddesinin hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak bir açıklık içinde “Anayasa Mahkemesi kararları kesindir. Kararlar Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme, yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar” hükmünü taşımasına rağmen, bu meydan okumayı yapabiliyor.
Yani “Beni bağlamaz...” demiş oluyor...
Bir başka deyişle, Anayasa’nın bağlayıcılık içeren bir hükmü bir yüksek yargı organı tarafından boşlukta bırakılmış oluyor.
* * *
Buradaki meydan okumanın Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal hukuk devleti kimliği açısından taşıdığı mahzurların uzun bir dökümü çıkartılabilir.
Anayasa’nın başlangıç bölümünde yer alan “Üstünlüğün ancak anayasa ve yasalarda bulunduğu” ifadesi bizler açısından en önemli yol gösterici ilkelerden biri olmalıdır.
Keza, Anayasa’nın ikinci maddesi Türkiye Cumhuriyeti’ni