Bu ifadeleri geçen perşembe günü (19 Aralık) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Suriye’deki durumu görüştüğü oturumuna hitap eden BM’nin İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA) Başkan Yardımcısı Ursula Mueller’in konuşmasından alıntıladım.
BM’nin küresel düzeydeki insani yardım çalışmalarını yöneten iki numaralı yetkilisi olan Mueller, konuşmasına İdlib’deki durumun “alarm verdiğini” belirterek başlıyor.
Mueller, İdlib’de yaşanan krizde sorumluluğu iki tarafa da atfediyor. Önce Suriye ve müttefiklerinin (Rusya), teröristler dahil devlet dışı silahlı grupların kontrolündeki bölgelere dönük hava saldırıları ve topçu ateşini sürdürdüklerini kaydediyor. Hemen ardından, devlet dışı silahlı grupların da hükümet güçlerinin kontrolündeki bölgelere karşı saldırıları arttırdıklarına dikkat çekiyor. BM yetkilisi, bu saptamalardan sonra “Bedeli ödeyen, cephe hattının her iki tarafındaki siviller oluyor” diye konuşuyor.
8 AYDA YARIM MİLYON İNSAN İÇ GÖÇ YAPTI
Mueller’in bu konuşmayı yapmasının öncesinde, Rus ve Suriye savaş uçaklarının İdlib’in güneyindeki hava harekâtları bir süredir yoğun bir şekilde sürmekteydi. Mueller, bu konuşmasında “son haftalardaki çatışmalar sonucu” İdlib’de yerlerinden olan, ülke içinde mülteci durumuna düşen insanların sayısını ‘60 bin’ dolayında veriyor.
Oysa BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’yi görüştüğü 19 Aralık tarihi, aynı zamanda Esad rejiminin İdlib’in güneyinden kara operasyonunu başlattığı gündür. Aralık ayındaki ikinci kuvvetli göç dalgası bu etapta başlamıştır.
OCHA’nın geçen pazartesi günü (23 Aralık) tarihi itibarıyla yayımladığı İdlib’e ilişkin en son ‘durum raporu’na göre, ‘11 Aralık sonrasında’, yani yaklaşık 10 günlük bir zaman kesiti içinde tespit edilen yerinden olmuş insanların sayısı 130 bine çıkmıştır. Bu durumda Mueller’in 19 Aralık’ta verdiği 60 bin rakamının iki katının da üstüne çıkılmıştır geçen hafta sonunda başlayan göç dalgasında.
OCHA’nın yine 23 Aralık tarihli Suriye ile ilgili genel ‘İnsani Durum Güncelleme’ belgesinde de son dalgada evlerini terk etmek zorunda kalanların “
Durumun ciddiyetini anlatabilmek için Esad rejimi ve Rusya’nın İdlib’in güneydoğusunda 19 Aralık Perşembe günü başlattıkları ‘İdlib Şafağı 2’ harekâtının doğrudan bir sonucuna dikkat çekebiliriz. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Surman’daki (8) numaralı askeri gözlem noktası pazar akşamından bu yana rejim bölgesinin sınırları içinde kalmış bulunuyor.
(Yazıdaki haritada beyaz zemin üzerindeki mavi çizgilerle taralı kısımlar geçen hafta sonuna kadar büyük ölçüde silahlı muhalefetin elindeyken artık rejimin kontrolüne geçmiş bulunan alanı gösteriyor.)
Hatırlanacaktır, Esad Ordusu’nun geçen ağustos ayında sonuçlanan harekâtında da TSK’nın İdlib’in en güneyinde Han Şeyhun’un hemen altında Morik’teki (9) numaralı gözlem noktası rejim bölgesinin sınırları içinde kalmıştı. Böylelikle, Surman’da meydana gelen son gelişmeyle birlikte, Türkiye’nin İdlib’deki toplam (12+1) askeri gözlem noktasından 2’si, bugün Esad güçlerinin kontrolündeki bölgede kalmış bulunuyor.
Böyle olmakla birlikte, Ankara’daki güvenlik kaynakları, bu gözlem noktalarında görev yapan birlikler açısından endişe verici bir durumun bulunmadığını, (9) numaralı gözlem merkezi ağustos ayından bu yana rejim bölgesi içinde faaliyetini nasıl sürdürüyorsa, benzer bir durumun (8) numaralı nokta bakımından da geçerli olduğunu, ikmal yollarının kesilmesi gibi bir sıkıntı yaşanmadığını belirtiyorlar.
*
Burada altı çizilmesi gereken bir nokta var. Esad rejimi, haritada yeşil zemin üzerinde beyaz çizgiyle taralı olan güneydeki bölgeyi Rusya’nın bütün kuvvetli hava desteğine rağmen mayıs ayından ağustos sonuna yayılan uzun bir harekât sonunda büyük bir zorlukla alabilmişti. Buna karşılık, rejimin bu kez haritada mavi-beyaz çizgiyle taralı -neredeyse aynı büyüklüğe yaklaşan bir alanı- 4-5 gün gibi kısa bir zamanda ele geçirebilmesi ilk bakışta şaşırtıcı görünüyor.
Bu kez neden böyle kolay oldu? Türkiye’de akademik düzeyde en önemli İdlib otoritelerinden biri olan Doç.
En başta vurgulamamız gereken bir nokta, deniz sınırlarına ilişkin anlaşmanın Türk kamuoyunda önemli ölçüde bir konsensus yaratmasına karşılık, bu ölçekte bir konsensusun askeri işbirliği anlaşmasında ortaya çıkmamış olmasıdır.
Hatırlanacaktır, birinci anlaşmanın TBMM’den geçişinde ciddi bir güçlükle karşılaşılmamış, anlaşma geçen 5 Aralık tarihinde TBMM Genel Kurulu’dan HDP dışında grubu olan dört partinin de ‘kabul’ oylarıyla geçmişti. (293 lehte, 13 ret) Bu anlaşmaya getirilen eleştirilerin büyük bir bölümü, daha çok bu hamlenin gecikmiş olduğu görüşü üzerinde yoğunlaşmıştı.
Sıra askeri işbirliği anlaşmasına geldiğinde, bu destek havası kaybolmuştur. Geçen cumartesi günü TBMM Genel Kurulu’nda yapılan oylamada söz konusu anlaşma AK Parti ve MHP oylarıyla kabul edilirken, CHP ve İYİ Parti grupları bu kez muhalefet kanadına geçmiştir. (269 lehte, 125 ret)
TBMM Dışişleri Komisyonu’ndaki görüşmelerde CHP’den Ünal Çeviköz, İYİ Parti’den Aydın Sezgin gibi emekli büyükelçi-milletvekilleri de anlaşmaya kapsamlı eleştiriler getirmiştir. Her iki parti de komisyonda anlaşmaya muhalefet şerhi düşmüştür.
*
Getirilen başlıca itirazlardan biri, metindeki ifadelerin bir bölümündeki muğlaklığın -ileride geniş bir şekilde yorumlandığında- anlaşmayı uygulamada başka yerlere çekebileceği kaygısıdır. Bu çerçevede özellikle Libya’ya ‘muharip asker’ gönderme tartışması kamuoyunda en çok hassasiyet yaratan başlıktır. Bu konuda Ankara’da yapılan bazı çelişkili açıklamalar zihinleri iyice karıştırmıştır.
Duyulan kaygıların temelinde sert bir iç savaşın sürmekte olduğu Libya’da çatışmanın nereye evrileceğinin kestirilememesinin neden olduğu belirsizlik ve Türkiye’nin ‘taraf’ konumuyla bu çatışmaların içinde sıkışıp kalması tehlikesi önemli bir rol oynuyor.
*
Ali Tatar, terör örgütü üyeliği suçlamasıyla 5 Aralık 2009 günü akşamı Beşiktaş’taki Özel Yetkili Mahkeme tarafından tutuklanmış ve Hasdal Cezaevi’ne gönderilmişti. Avukatının yaptığı itiraz kabul edilince 11 gün sonra 16 Aralık tarihinde serbest bırakılmıştı.
Özel Yetkili Savcı Süleyman Pehlivan pes etmedi. İki gün sonra (18 Aralık) Tatar’ın yeniden tutuklanması talebiyle 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvuruda bulundu. Aynı gün üç kişilik heyetten 2’ye 1 oyla tutuklama kararı çıktı. Karar akşam saatlerinde Ali Tatar’a görev yaptığı komutanlık aracılığıyla tebliğ edildi. Ertesi günü teslim olması isteniyordu.
*
19 Aralık 2009 günü sabahı... Tatar, komutanlığın tahsis ettiği bir araçla Yıldız’daki İstanbul Merkez Komutanlığı’na gidip teslim olacaktı. Buradan yeniden Hasdal Cezaevi’ne götürülecekti. Eşi, yakınları lojmanın salonunda toplanmışlardı. Ali Tatar salonda değildi.
Avukatı İhsan Nuri Tezel ikinci kattaki lojmandan içeri girdiğinde, Ali Tatar salondan geçilen yandaki odada tek başına sandalyede oturuyordu. Yeniden hapse girecek olmayı bir türlü kabullenemiyordu.
Tezel, o anı şöyle anlatıyor:
“
- Kıbrıs açıklarında Rumlar adına araştırma yapan bir İsrail gemisi Türk donanması tarafından uzaklaştırıldı...
- Türkiye, KKTC’nin Geçitkale havaalanında insansız hava araçlarını (İHA) konuşlandırdı...
- TBMM Dışişleri Komisyonu, Türkiye ile Libya arasında askeri işbirliği anlaşmasını onayladı...
Hepsi de içinde bulunduğumuz hafta çıkan bu haberleri yorumlarsak, Türkiye’nin Kıbrıs Adası’nın çevresinde savaş gemileriyle ‘gambot diplomasisi’ uyguladığını, İHA’larla Doğu Akdeniz üzerinde havadan istihbarat ve kontrol yeteneğini ciddi bir şekilde güçlendirdiğini, aynı zamanda Türkiye ile Akdeniz’de ekonomik yetki alanlarının sınırlanmasına ilişkin anlaşmayı imzalayan Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni iç savaşta ayakta tutabilmek için askeri yardıma yöneldiğini görüyoruz.
*
Dikkatinizi çekiyor olmalıdır, Doğu Akdeniz’i konu alan bu gibi haberler son dönemde sıklaşıyor, gündemimizde işgal ettiği yer giderek genişliyor. Gelişmelerin akış tarzından daha da genişleyeceğini tahmin edebiliriz.
Bu haberler aslında Doğu Akdeniz’de hidrokarbon kaynaklarının, bölgedeki zenginliğin paylaşımı üzerinde şiddetlenmekte olan büyük mücadelenin izdüşümleri olarak görülebilir.
Hepsinin bize verdiği mesaj, Doğu Akdeniz’in Irak ve Suriye sınırları gibi Türkiye için benzer bir stratejik öncelik kazanmakta olduğudur. Daha doğrusu, zaten var olan bu önceliğin yaşanan hadiselerle birlikte daha belirgin hale gelmesi, daha kuvvetli bir şekilde algılanmasıdır.
Aslında bu tartışmalar 2000’li yılların hemen başlarında Doğu Akdeniz’de kayda değer ölçekte hidrokarbon rezervlerinin tespit edilmesiyle birlikte çok önceden başlamıştı. Yapılan tespitler, bu kaynakların çıkartılması, paylaşımı ve dünya pazarına sevki üzerinde çok sayıda aktörün doğrudan dahil olduğu büyük bir çekişmeyi de beraberinde getirdi.
Buradaki çekişmeyi anlayabilmek için Doğu Akdeniz’de bugün itibarıyla şekillenmiş olan ittifaklara kısaca göz atmamız gerekiyor. Bu çerçevede öncelikle birbirine paralel yürüyen iki ittifak mekanizmasına odaklanalım.
MISIR- YUNANİSTAN- KRY EKSENİ
Bunlardan birincisi Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Mısır’ın kurdukları üçlü işbirliği mekanizması. Bu mekanizma 9 Kasım 2014 tarihinde Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es Sisi’nin ev sahipliğinde, dönemin Yunanistan Başbakanı Antonis Samaras ve Kıbrıs Rum Yönetimi Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis’in imza attıkları ‘Kahire Deklarasyonu’ ile kuruldu.
Söz konusu deklarasyon, bu üç ülke arasında birçok alanda yakın bir işbirliğinin geliştirilmesini öngörüyor ama metnin sekizinci paragrafı bu işbirliğinin asıl ağırlık merkezini işaret ediyor. Bu paragraf ‘hidrokarbon’dan söz ediyor, “Doğu Akdeniz’de bulunan önemli hidrokarbon rezervlerinin bölgesel işbirliğinin katalizörü olabileceğini” vurguluyor.
Bu noktada üç ülkenin aralarında -sonuçlandırılmış olanlar hariç- deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin müzakereleri hızlandırarak ileri götürmeleri hedefi kayda geçiriliyor. KRY ile Mısır’ın 2003 yılında aralarında ‘münhasır ekonomik bölge’ (MEB) anlaşması imzaladıkları hatırlanırsa, burada kastedilen henüz sonuçlanmamış olan Yunanistan-KRY ve Mısır-Yunanistan MEB anlaşmalarıdır.
KAHİRE’DEN TÜRKİYE’YE ÇAĞRI
Şimdi ‘Kahire Deklarasyonu’nun kritik bir bölümüne gelelim. Üç lider, bir sonraki paragrafta “
AB liderleri, açıkladıkları bildiride daha önceki zirvelerde alınan bir dizi karara atıf yapıyor, bu şekilde söz konusu kararlarda kayda geçirdikleri resmi tutumlarını bir kez daha hatırlatmış oluyorlar. Bunları incelediğimizde, Türkiye’nin bir süredir Doğu Akdeniz’de yürüttüğü sismik araştırmalar ve sondaj faaliyetlerinden ciddi bir rahatsızlığın ifade edildiğini görüyoruz.
*
Atıflar arasında 22 Mart 2018 ve 20 Haziran 2019 AB zirveleri sonunda açıklanan kararlar önemli. Çünkü her iki bildiride de açık ifadelerle Türkiye’nin “Ege ve Doğu Akdeniz’de yürüttüğü yasadışı eylemleri” nedeniyle “kuvvetle kınandığı” duyuruluyor. Aynı kararlarda, Türkiye’ye “Kıbrıs’ın kendi doğal kaynaklarını araştırma ve bunları kullanma hakkına saygı göstermesi” çağrısı yapılıyor.
Bu arada, 20 Haziran 2019 kararında sondaj faaliyetleri nedeniyle Türkiye’ye karşı önlem alınması düşüncesi de ilk kez bir AB pozisyonu olarak ifade ediliyor. AB, daha sonra ‘kısıtlayıcı önlemler’ olarak formüle edilen yaptırımlar konusunda şu ana kadar ciddi bir adım atmış değil.
Keza, son metinde yine ağır ifadelerin yer aldığı 17-18 Ekim 2019 ve dolaylı bir şekilde 15 Temmuz 2019 zirve kararlarına da atıflar var. Sonuncusu özellikle önemli, çünkü bu metinde Türkiye’nin faaliyetleri yine ‘yasadışı’ olarak nitelendirilmekle birlikte “Münhasır ekonomik bölge ve kıta sahanlığının sınırlanmasının uluslararası hukuka tam saygı ve iyi komşuluk ilişkileri ilkesiyle uyumlu bir şekilde diyalog ve iyi niyetle yürütülecek müzakerelerle çözüme bağlanması” öngörülüyor.
Bu metinde ‘uluslararası hukuk’a yapılan gönderme ve müzakere gereğinin Rum Yönetimi’nin Türkiye’ye çağrısı üzerinden vurgulanması Ankara’nın resmi pozisyonu açısından rahatsızlık yaratan unsurlar. Ancak yine de çözüm için ‘diyalog ve müzakere’ yolunun vurgulanması, her şeye rağmen önem taşıyor. Çünkü, ortada en azından müzakere edilmesi gereken ‘sınırlama’ya ilişkin bir mesele olduğunu kabul etmiş oluyor AB.
*
Bu referansların üzerinden gittikten sonra yeniden geçen haftaki bildiriye dönebiliriz. Liderler, zirve bildirisinde yaptıkları atıflarla özetlediğimiz bütün bu pozisyonlara bağlı olduklarını bir kez daha söylemiş oluyor ve hemen ardından yeni bir unsur olarak Türkiye-Libya anlaşması konusunda şu görüşleri kayda geçiriyorlar:
“Hakça bir çözüm için tüm ülkelere diyalog çağrımız sürmektedir. Beraber bu çalışmaları yürütebiliriz.”
TRT’den Serdar Karagöz, bu ifadeleriyle “Türkiye’nin farklı konularda sorun yaşadığı devletleri de kastettiğini” hatırlatıyor Cumhurbaşkanı’na.
Erdoğan, “Tabii bunları otururuz, konuşuruz, değerlendiririz. Yani bizim derdimiz düşman kazanmak değil, dost kazanmak. Düşman olanlar varsa onları da dost olmaya davet etmek. Derdimiz bu...” diyerek yanıtlıyor.
*
Erdoğan, Doğu Akdeniz’e dönük “dost kazanma” temasının ön plana çıktığı bu açıklamalarını geçen hafta pazartesi akşamı TRT’de katıldığı canlı yayında yaptı.
Cumhurbaşkanı’nın yalnızca Kıbrıs Rum Yönetimi’ni (KRY) çağrısının kapsama alanı dışında tuttuğuna bakılırsa, genel bir ifade olarak KRY dışındaki bütün Akdeniz ülkelerine gidiyor bu diyalog çağrısı. Bu mesajın Suriye, İsrail ve Mısır adreslerine de yöneldiği düşünüldüğünde, Erdoğan’ın çıkışı Türkiye’nin ilişkilerinin oldukça sorunlu bir şekilde seyrettiği, siyasi diyaloğunun kopuk olduğu bu ülkelere dönük politikası açısından kayda değer bir açılımı gösteriyor.
Türkiye, geçen ay Libya ile deniz yetki alanlarının sınırlanmasına ilişkin anlaşmayı imzalamasının ardından “Bütün bölge ülkeleriyle diyaloğa, müzakereye açığız” mesajını muhtelif kanallardan sıkça tekrarlıyor.
Bakın, Libya anlaşmasının tetiklediği dalgalanma Türkiye’yi Akdeniz ülkeleriyle ilişkilerinde diplomatik zeminde ne kadar ilginç bir kavşak noktasına taşımış bulunuyor.