Paylaş
Aynı defter içerisinde yer alan Tears For Fears grubunun şarkı sözlerinden çıkarabildiğim kadarıyla, '80'li yılların sonuna doğru tutmuş olmalıyım bu kaydı. İngiltere'de Thatcher mı iktidardaydı, Amerika'da Reagan gitmiş Bush gelmiş miydi, beyaz spor ayakkabıların dili dışarı mı çıkarılıyordu yoksa bağcıklar mı bileğe bağlanıyordu, Hülya Avşar bir tutam saçı alnının hemen üzerinde dolma model topluyor muydu, Banu Alkan perma yaptırmış mıydı, İbrahim Tatlıses Türk Michael Jakson'ı mı Türk Pavarotti'si olarak mı lanse ediliyordu, vadkalar ceketlerden çıkartılmış mıydı, karpuz kolun modası hâlâ sürüyor muydu, electric boogie mi daha popülerdi heavy metal mi, Madonna zenci İsa ile sevişmiş miydi yoksa hâlâ kendisine öğüt vermemesi için babasını mı uyarıyordu, güneşte bırakıldığında eriyen kasetler miydi yoksa CD mi, seyircilerden gelen yoğun talep üzerine Dallas kaçıncı kez ilk bölümüne bis yapıyordu, Michael Knight'ın direksiyonunda oturduğu Kara Şimşek mi nam-ı diğer yeşil mercimek mi daha popülerdi, Yuppieler beyaz yakalı gömlekler giymeye başlamışlar mıydı, Tanju aldığı o altın ayakkabıyı ayağına geçirmeyi hiç denemiş miydi, ilk Pizza Hut açılmış mıydı, belgesel izlemekten usanmış pembe dizilere mi rağbet eder olmuştuk, Çernobil patladıktan sonra çay satışlarında düşüş yaşanmış mıydı, Bob Geldof Afrika'daki açlığın önünü kesebilmiş miydi, Bono New York'ta düzenlenecek küreselleşme zirvesine davet edileceğini hayal edebiliyor muydu, Turgut-Semra Özal çifti cemiyet haberleri sayfasını ilhak etmiş miydi, Dünyayı Sarsan On Gün belgesel-filmini Bahariye Hakan sinemasında üç kişiyle birlikte mi izlemiştim, Flash Dance'in kapalı gişe oynayışının üzerinden kaç sene geçmişti, Orhan Pamuk Der Spiegel'de çarpıcı açıklamalar serisinin ilkini gerçekleştirmiş miydi, kediler krallara bakabiliyor muydu, ilk devekuşu üretme çiftliğimiz kurulmuş muydu?.. Kayıt altına alınmış tarihin yararına inanmadığımdan olacak, ne akıl defterime düşülmüş tek bir tarih notu var ne de hafızamda tuttuğum olaylar silsilesini kayıt altına almışım. Zaten, Simone de Beauvoir'un o cümlede ne söylemek istediğini o tarihlerde anlayabilmiş olsam, hayata dahil edilen anlamlar mekaniği gereği, yaşamın içinde eriyip gidecek, unutulacaktı bu cümle. İçerdiği anlam, hayatı biçmeye çalıştığımız kumaşa yamanacak, birkaç yıkama sonrasında rengi atacak, belki de diğer yamaların reklerine boyanacaktı. Şimdi kendi kendime söylüyorum da, unutmak korumaktır!
Kadim zamanlarda, İstanbul Üniversitesi'nde klasik arkeoloji tahsil ettiğim yıllarda, yaz tatili süresince kazılara gitmek en büyük hevesimizdi. Bir anlamda, edinilmiş bilgiyi somutlama ihtiyacı içerisindeydik. Tabi bilgiyi mi yoksa kendimizi mi somutlamak ihtiyacıydı bu, orası uzun uzadıya tartışılabilir. Her neyse; diyeceğim şudur ki, biz tıfıl öğrenciler katılmak istediğimiz kazıları yöneten profesörlerin odaları önünde tırnaklarımızı kemirerek voltalar atarken, o zamanlar doçent şimdilerde profesör olan bir muhterem hocam yanımıza gelip hüzünlü gözlerle süzerdi hepimizi. Biz de, o gitmeyi pek istediğimiz kazıya alınmayacağımızı, koca bir yazı daha ailemizin peşine takılıp bilmem hangi tatil yöresinde geçireceğimizi düşünüp üzüntüye kapılırdık. Açıkçası hocamızın o vah vahlı bakışı sinirimizi bozardı. Bu gerilime dayanamayan bir sınıf arkadaşım mı yoksa sözünü her koşulda esirgemeyen bir cengaver mi çıktı aramızdan tam anımsamıyorum, hocamızın yanına gidip neden bize acır gibi baktığını soruverdi. Hocamızın verdiği yanıt, arkeoloji bilimini icra etmek hususundaki tüm hevesimi bir anda yok etmiş olmasına rağmen, yaşamda meydana gelen olaylara kendi aklımızın erdiğince bakmanın güdüklüğü hakkında asla unutmayacağım bir ders içeriyordu. Her kazı öncesinde neden hüzünlendiğini şöyle açıklamıştı sevgili hocam: "Bizler geçmişi anlamak, geçmişin izlerini sürmek, elde ettiğimiz ipuçlarıyla bugünü ve geleceği yorumlamak gibi bir tür kehanet işi yapıyoruz. Geçmiş zamanlarda yaşamış atalarımızın kemiklerini, kullandıkları aletleri, içinde yaşadıkları yerleşimleri, verip aldıkları hediyeleri çıkarıyoruz topraktan. Kimisi, daha onları topraktan çıkarmaya çalıştığımız anda avuçlarımızın arasında dağılıyor, kimi yerleşimi, daha alt katmanlarda neler olduğunu görebilmek için yıkıp, yerle bir ediyoruz. Kimisine bir envanter numarası verip müzelerde çürümeye terk ediyoruz. Bu yaptığımızın, tarihin belleğini katletmek olduğunu sanıyorum. Elimizdeki bilimsel olanaklar, ancak toprak altında uyuyan geçmişimizin maddi mirasını oldukları yerde, onları hiç kıpırdatmadan inceleyebilecek düzeye eriştiğinde gerçekten bilim yaptığımızı söyleyebileceğim. Şu anda yapmakta olduğumuz tek şey yıkmak, yok etmek, tahrip etmek ve çürümeye terk etmek. Bu yolla edindiğimiz bilginin yok ettiğimiz kültür mirasının yanında devede kulak kaldığını düşünüyorum."
İşte o günden sonra içime bir şüphe düştü. Hiçbir şey gördüğümüz, algıladığımız gibi olmayabilirdi. Ve kendi kendime bir sonuca vardım. İnsan, her ne yapmakta ise bunu sadece hayatta kendine ait bir denge noktası bulabilmek için yapıyordu. Çünkü Simone de Beauvoir'un söylediği gibi "varoluşu varoluşsuzluğundan gelen" varlıklardık; yani yaşamı ölümlülüğü ile sınırlı yaratıklar... Yaşamakta olduğumuz hayat, her anı ile bize bu gerçeği hatırlatmak için varolmuştu. Ve yaşadığımız bu tek hayat içerisinde, olduğumuz şey bize asla yetmiyordu. Kimimiz daha çok bilmek, bir anlamda başkalarının hayata dair edindikleri, çıkarımladıkları bilgiye sahip olmak peşindeydi. İşte bu yüzden türlü türlü coğrafyada binlerce yazar, milyonlarca sözcük kullanarak yaşamı yeniden ve yeniden üretebiliyor, bulguladıkları ya da ürettikleri gerçekler ciltlerce kitap oluyor evlerimize, okullarımıza, kütüphanelerimize giriyordu. Kimimiz daha çok sahip olmak, mümkün olduğunca çok nesneye hükmetmek, topu topu 70-80 senelik imparatorluğu süresince maddi hükümdarlığının sınırlarını genişletebildiği kadar genişletmek istiyordu. Bir anlamda, ölümlülüğünü hükmettiği nesnelerin çokluğuyla unutmaya, avutmaya çalışıyordu. Kimimiz hep var olmuş ve hep var olacak Tanrı'nın sürüsünden ayrılmanın en büyük felaket olduğunu düşünüyordu. Yaşama dair korkuları, yaşamın bir yanılsama olduğu, asıl varoluşun ölümden sonra gerçekleşeceği fikrine ulaştırıyordu onu ve bu hissiyat içinde esrimeyi seçiyordu. Kimimiz, kurnazca üretilmiş bir reklam sloganında kusursuz ifadesini bulan bir yaşamın tek gerçek olduğuna inanıyordu: "Impossible is nothing - İmkânsız hiçbir şeydir"! Daha az cüretkâr olanlarımız ise, bu kavramın sadece bir dil oyunu olduğunu, ışık saçan Doğu'nun yüzyıllardır aynı gerçege işaret eder olduğunu söylüyordu: "Nothing is impossible - Hiçbir şey imkânsız değildir"! Ve daha yüzlerce teori üretilebilirdi hayata ve yaşam algısına dair. İnsan doğasının ehlileştirilemez bir yabanıllık taşıdığına inanan biri olarak, benim favori teorimi 1918 senesinde Tristan Tzara dile getirmiş: "Detruisons tout et voyons ce qui reste - Her şeyi yıkalım ve ne kaldığına bakalım!"
Şimdilik, ölümsüzlük ütopyasının gerçekleşmesinin uzak bir ihtimal olduğunun farkına varan insanoğlu, gerçekleşmiş bir ütopyanın keyfini sürmekte bir süredir. Bu ütopyanın ana fikri, otuzlu yaşlarına yelken açan yaşdaşlarımın hemen hatırlayacakları bir çizgi filmde saklı: "Hop hop hop, değiş Tonton!" Yumurta formlu, jölemsi gövdeleri ile yerin üzerinde kayar gibi ilerleyen, rengârenk Tonton Ailesi'ni hatırlamayanınız var mı? Hani, yıkılan bir tren köprüsünü fark ettiklerinde hemen form değiştirip kimisi köprü, kimisi ray oluveriyordu; parkta avaz kıyamet ağlamakta olan bir bebekle karşılaştıklarında hemen atlı karınca, salıncak, balon, bugi bugi formunu alıp yavrucağı güldürüveriyorlardı. Tüm bu metamorfozlar esnasında, o büyülü "hop hop hop, değiş Tonton" cümlesini bağırıyorlardı hep bir ağızdan. Tıpkı, sağ ve sol elinin orta parmaklarındaki iki büyülü yüzüğü birbirine dokundurup "Dan din, sihirli dev çık ortaya" diye bağıran diğer bir çizgi film karakteri gibi. Ancak, Tonton Ailesi'nin Sihirli Dev'den tek farkı, kendilerini dönüştürebilecekleri nesnelerin sonsuz çeşitlilikte olmasıydı. Onlar, diledikleri her şey olabiliyorlardı!
On sekizinci yüzyılda yayımlanan temel biyoloji kitabının içinde yar alan ilk derste şöyle söyleniyor: "Adem'in baştan çıkması hepimizi günahkâr kıldı." Ama artık yirmi birinci yüzyılda baştan çıkmak için Cennet Bahçesi'ndeki Adem olmaya hiç gerek yok! Çünkü günümüzde Cennet Bahçesi siberuzay kavramına dönüşmüş, Adem imgesi ise global network şebekesine bağlanabilen tüm kullanıcıları kapsayacak biçimde genişlemiştir. Kutsal Kitap'ta Bilgi Ağacı'nın meyvesini yiyen Adem, belki de her şeyi bilmek isteyen insanoğlunun bu en masum arzusunun günahkârlığına bulanmıştır ve cezası da dünya gezegeninde bir tür sürgün hayatı yaşamaya mahkum edilişidir. Oysa, her şey olmak isteyen yeniçağ insanının cenneti siberuzayda ne bir sürgün ne de günaha girme tehditi vardır. Sadece, internet servis sağlayıcıya ödenecek küçük bir bağlantı ücreti karşılığında, siberuzay'da dileyen herkes dilediği her şey olabilir!
Slovaj Zizek, siberuzay kavramının özünü "birbirinden tutarsız ve uyumsuz evrenlere ait bir mesaj çokluğuyla bombardımana tutulmamız" olarak açıklıyor. Kanımca bu tanımda dikkatten kaçırılmaması gereken en önemli nokta şudur: Mesaj bombardımanına tutan özne ile bombardımana tutulan nesne bir ve aynıdır. Eleştiren de eleştirilen kadar suçludur; maruz kalan ve maruz bırakan aynı iktidarın parçasıdır; oyun, ebeleyene de sobelenene de aynı kuralları dayatır. Bireylerin varolan gerçek dünyadan kaçarak kendileri için yeni gerçeklikler üretebildikleri, hayallerin ötesine geçen bir kavramdır siberuzay.
Felsefeci Robert Nozick'in şöyle bir iddiası var: "Biz sadece arkadaşlara sahip olma ve sevilme deneyimini yaşamak istemeyiz. Gerçekten arkadaşlara sahip olmak ve sevilmek isteriz. Eğer hiç arkadaşımız yoksa ve sevilmediğimizi hissediyorsak, gerçeklikten kaçıp bir düş dünyasına sığınmak isteriz." Ben bu cümlenin bir iddiadan öte, yerinde bir saptama olduğu kanısındayım. Ancak, artık gerçeklikten kaçmak için, yeni bir düş dünyası yaratmak gibi zahmetli bir işe girmeye gerek kalmadığını da eklemek isterim. Günümüzde hemen her şey bizim namınıza düşlenerek bizim için üretilmekte zaten. Hatta, bu kusursuz alış-veriş mekanizmasının çöktüğü noktalarda oluşan boşlukları yamamak için hiç durmadan yeni semboller üreten eşsiz bir sanat diline de sahibiz: Sinema. Temel alışveriş eğilimleri üzerine inşa edilen devasa kapitalist sistem ve bu sistemin sudaki yansısı sanal dünya, ortada bir ihtiyaç yokken satın alma ve ortada birey statüsüne sahip kimse yokken yeni kimlikler edinme arzularını sınırsızca kışkırtıyor. Bunun sonucunda toplumda bir salgın gibi yayılan nevrotikleşme hastalığını gözler önüne sermek de sinemaya düşüyor. Aslında, bu gözler önüne serme meselesinin, size yukarıda görüşlerini aktarmaya çalıştığım üniversitedeki hocamın teorisi ile paralellikler taşıdığını düşünüyorum. Sinema, özellikle de bazı noir ve neonoir örnekler, alışveriş ritüellerinin bireyin varoluşunu hedef alan yıkıcı deformasyonuna dikkat çekerken, bir yandan da bu meseleyi toprak üzerine çıkartıp/bilinç düzleminde değerlendirir gibi yaparak, tehlikeli bir bulaşıcı hastalığın pençesinde ateşler içinde kıvranmakta olan insanın bu halini ister istemez karikatürize ediyor. Dramatik, trajik ya da gülünç, yakalandığımız bulaşıcı hastalığın ruhumuzda yarattığı etkileri bir sinema karesinde görmek, zaten gerçek ile gerçek olmayan arasındaki ayrımı yapamaz hale getirildiğimiz/geldiğimiz çağımızda, bence bir tür masturbatif etki yaratmaktan öteye geçmiyor. The Fight Club filminin ana karakteri Tyler Durden (Brad Pitt)'ın sözlerini hatırlayalım: "İşçi tulumlarımızın ve beyaz yakalarımızın kölesiyiz, nefret ettiğimiz işlerde çalışıyoruz, hiç ihtiyacımız olmayan ıvır zıvırlar satın alıyoruz, televizyon ve reklamlar bize bir gün hepimizin zengin birer rock yıldızı ya da film yıldızı olabileceğimizi söylüyor, ama olamayacağız, gerçeği yavaş yavaş öğreniyoruz." Neyi öğreniyoruz? Sadece bir an için farkına varır gibi olduğumuz şey, gerçekten de gerçek mi? Hepimiz, gerçekten birer rock yıldızı olamayacağımız için mi mutsuzuz? Yoksa, biz gerçekten birer rock star olabileceğimize (Hatırlayın; Impossible is nothing!) hâlâ inanıyor muyuz? Belki de bir rock star olamayacağımızı gösteren, söyleyen her şeye ve herkese nefret besliyoruz. Acaba rock star olmak yerine rock star gibi hissetmekle yetinmeyi mi öğrendik? Daha da korkuncu olarak, bir rock star gibi hissetmenin hayatımızı bir rock star olmaktan daha anlamlı kıldığını mı sanmaya başladık? Hangi gerçeği öğreniyoruz? Eğer, bir şeyler öğrenmekteysek bile, bunun gerçekle ne kadar ilgisi var?
Ve son bir soru: Gerçekten, gerçeği öğrenmek istiyor muyuz?
Paylaş