Paylaş
Kitaplar da insanlar gibi biraz; bilmişi var, ahkâm kuşu var, suskunu var, çığırtkanı var, yalancısı var, kaz kafalısı var, popüleri var, göbeklisi, sıskası... Var oğlu var... Ama içlerinde bir grup var ki, beni şu sıralar, nedendir bilmem, çileden çıkarıyor. Her şeye, her duruma, her içinden çıkılmaza hazır reçeteler sunan kitaplar bunlar. Mesela, sevgilinden mi ayrıldın, buyrun size bir “sen aslında sevginin ne olduğunu bilmezsin kızım” kitabı! Hiç abartmıyorum, yalanım varsa bir daha Dante okumak nasip olmasın bana! Hatta kanıtlarım bile bu iddiamı. Hiç üşenmeyin, internetten bir sanal kitapçıya giriverin. Şu “Kişisel Gelişim” denen reçete/peçete kitaplar bölümüne tıklayın. Öylesine, rastgele birkaç tanesinin içeriğini okuyuverin. Sanki, doğrudan pazarlama yapan bir temizlik şirketinin dönem toplantısına katılmışsınız, salonda unutulmaz Rocky filminin efsane şarkısı “Eye of the Tiger” çalıyor gibi! Hemen hepsi kibrit alevi gibi, bir anda parlayan ve aynı hızda sönüveren bir motivasyon yaratmak için bulunmuş, buluşturulmuş “yapabilirsin”, “edebilirsin”, “değişebilirsin” ayetleri! Tabii bolca da “bilmem kim bakın nasıl başardı” örneği; bir tür kanıt gösterme ihtiyacı duyuluyor elbette. Ama benim çileden çıktığım nokta, bu benzer reçetelerin aynı kazanda defalarca kaynatıla kaynatıla katran kıvamında önümüze getirilişine değil! Bizi, aslında hiç varolmayan bir gerçeklik ile sarmalaya çalışmalarına...
Mesela, demiştim bir önceki paragrafta. Şimdi şu mesela meselesini biraz açayım. Mesela, cidden canınız yanıyor, nefesiniz kesiliyor, ağlayıp zırlamaktan helak olmuşsunuz, hayatınızda ne gerçek ne değil sorgulamaktan, soru sormaktan bitap düşmüşsünüz... Sıra yanıtları vermeye, aramaya değil, gerçekten yanıt bulmaya gelmiş. O ana kadar hep sorular ile yaşamışsınız ve yanıtların verildiği bir evrende yaşamanın nasıl olacağını kestiremiyor, korkuyorsunuz. Yapmak istedikleriniz ile yapmanız gerekenler sizi ortadan ikiye ayırmak üzere. Doğru ile eğri birbirine girmiş, Araf’ta yürüyen Humpty Dumpty gibi ne olduğunuz yerde güvendesiniz ne de başka bir yerde, başka bir zamanda varolmaya yetecek cesaretiniz var. Nafile bir teskin, bir boşluk doldurma, geçici bir yalnızlık savuşturma değil sizin istediğiniz.
İşte tam bu haldeyken, şu “yaparsın, edersin, aslansın, kaplansın” kitaplarını elinize almayı deneyin bakalım. Bir kere, daha ilk satırdan itibaren, o ana kadar deneyimlediğiniz, sezdiğiniz, öğrendiğiniz ya da bellediğiniz her şeyin birer “ezber”den ibaret olduğunu söyler size bu kitaplar. Mesela, aşktan ölüyorsunuzdur; yo, hayır, aşk değildir sizinki, önce doğru tanımı yapın (bir uyarı aldınız bile!). Neymiş efendim bizimki: Bağlılıkmış, alışkanlıkmış, falanmış, filanmış... Ama, asla aşk değilmiş! Aslına bakacak olursanız, bu kitaplarda bildiğimiz, bal gibi hissettiğimiz duygulara “yok canım, sen yanlış biliyorsun” bilmişliği ile yeni bir tanım getirmek adetten sayılmalıdır. Elbette önce size nasıl hissetmeniz, nasıl kavramınız gerektiğini “ezberletilmeli”, yepyeni ve mutlu bir yaşam için reçeteler sıralanmaya ondan sonra başlanmalıdır. Bu tür kitapları okumaya başladığınızda, önce kendi hislerinizden şüpeye düşürülürsünüz. Zaten “sen şöylesin, böymesin” denmesine, kendimize dair tanımlar konmasına dünden razı bir ruh hali ile sayfaları çevirdiğimizden, kitapların vaad ettiği saklı cennete varmak hiç zor değildir okudukça... Kitabı bitirip kapattığınızda, artık yeni biri gibi hissediyorsunuzdur. Ve, gerçekten de, tastaman öyledir! Sizin için, ve tabi kitabı okuyan diğerleri için de, çizilen karaktere kendinizi yamamış, yepyeni bir kavrayış ile donanmışsınızdır!
Şimdi, Tanrı aşkına, lütfen biri bana söylesin, sıfır kilometre, cilalı, yeni kimlikler ile kimin hayatını yaşamaya başlıyoruz biz? Herkesi bağışlıyoruz ve o bağışlanmışları hayatımızda hâlâ istiyor muyuz? Kendimizi bağışlıyoruz ve bağışlanmış kendimiz ile geçirmekte olduğumuz hayat nasıl değişiyor? Tüm arızalarımızdan, kusurlarımızdan, tutkularımızdan “gerçekten” arınmış bir hayat mı istiyoruz? Yoksa arızalarımızı, kusurlarımızı, tutkularımızı mazur gösterebildiğimiz ve görebildiğimiz bir hayat mı vaad edilsin istiyoruz aslında bize?
Araf’ın üzerinde dengede durmaya çalışan, korkudan ödü patlayan tüm Humpty Dumptyler! Hemen, şimdi isyan edin! Kendinize, içine kendinizi hapsettiğiniz kabuğa isyan edin! Duvardan aşağı düşmekten korkacağınıza, kendi başınıza düşmeyi öğrenin! O duvardan firar edin! O duvarı Araf’a siz diktiniz! Hayatınızdaki boşlukları doldurmasını umduğunuz tüm insanlarınız o duvarın bir tuğlası aslında! Kurtulun onlardan! Harekete geçmek için bir “Gel” çağrısı beklemeyin, sizi hayatında bir yama gibi taşıyan insaların “Git” dediklerini duyun, bu sese kulak asmamazlık etmeyin! Kendinizi teskin etmeye çalışmayın! Akıttığınız gözyaşlarının, attığınız çığlıkların bir bedeli olduğunu da asla düşünmeyin! Tam da okumakta olduğunuz satırlarda gördüğünüz “Şöyle yapın, böyle yapmayın” tavırlı nafile ukalalıkları ise hiç ciddiye almayın! Ama ille de birini, bir şeyleri ciddiye almak istiyorsanız, aşağıdaki satırların ve yazarının ilginizi hak ettiğini cüretle iddia edebirim!
“Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim sana ‘Gel’ dememiz değil, ayrıca onların sana ‘Git’ demeleri. Hiç kimseye ‘kötüdür’ deme. Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.”*
* İhsan Oktay Anar; “Suskunlar”, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007
Paylaş