Paylaş
Dizi konularının seçiminde, neredeyse “moda” diye tanımlayabileceğimiz, tuhaf ve manasız bir “benzerlik” ortaya çıkıyor son yıllarda. Bir dizi tuttu mu, dizinin temposu, rejisi, hikayedeki matematiğinden çok konusuna (ya da odaklandığı temaya) bakılıyor ve asıl nedenin bu olduğuna inanılıyor sürekli olarak “zar atılan” dizi sektöründe. Örneğin, Paramparça gibi tüm reyting dengeleri değiştiren bir dizinin başarısının “kaybedilen ve bulunan” ebeveynlerde sanıldığından olacak, bu minvalde bir sürü dizi ekranlara sürüldü geçen yılın ikinci yarısında. Annesini, babasını bilmeyen, yitiren, tekrar bulan, yanında olsa da kabul edemeyen kahramanlarla dolu bir sürü dizi ekranda şansını denedi ve tahmin edileceği üzere, çoğunlukla da çuvalladı. Neticede görsel bir iş sunuyorsunuz izleyiciye, hikaye ile sadece ilgisini çekebilirsiniz. Asıl hüner görsel işin ustalığında, rejisinde, temposunda.
Yaz’ın Öyküsü de, konu itibariyle böyle bir temayı esas alan, işin sosyolojik boyutunu derinleştirerek, “yetimhane” gerçeği ile hikayesini zenginleştiren, çok ümitvar bir yerden işe başladı. Reytingler, beklentileri karşılamaktan uzak kaldı, 3-4 bandında sıkışıp kaldı dizi. Özellikle iki hususta aksıyor Yaz’ın Öyküsü. İlk olarak, oyuncu seçiminde ciddî hatalar var ve ilaveten, pek de iyi çekilmiyor! İsimleri konuşmanın pek bir faydası yok ama, diziyi izlemeye başlar başlamaz, hangi oyuncuların “sahici”, hangilerinin ise “karikatür” kaldıklarını hemen fark ediyorsunuz. Yetimhanede büyüyen dört yakın arkadaşın ne konuşmalarında, ne kıyafetlerinde, ne de hâl ve tavırlarında o sosyal dünyadan bir iz var. Neredeyse, orta sınıfa mensup gençlermiş gibi görünüyor ekranda dört kafadar. Bu mesele sadece bu dizide değil, bir çok başka dizide de temel bir arıza olarak hemen göze çarpıyor. Zenginler âlemini ve şaşaayı anlatmayı pek iyi beceren yönetmenlerimiz, konu varoşa, ya da yoksulların dünyasına geldi hiç de başarılı olamıyor, alenen çuvallıyorlar. Belli ki, oyuncuların, senaristlerin, yönetmenlerin acilen bir “sosyal dünya” eğitiminden geçmesi gerekiyor. Hemen hatırlayalım, benzer bir durum, yine hiç de fena olmayan bir hikayeyi anlatmaya çalışan Serçe Sarayı’nda ortaya çıkmış, kanalını hüsrana uğratmıştı. Ne o mahalle izleyicinin zihninde kurulabilmiş, ne de mahallenin karakterleri “sahici” kahramanlara dönüşebilmişti.
Ne yazık ki aynı durum, Yaz’ın Öyküsü için de geçerli. Örneğin, TV’de talk-şov yapan esas kızımızın ünlü bir TV şahsiyeti olduğunu öğreniyoruz ama, bu kadının TV ile ilintili, magazinel dünyası silik bir anlatımla geçiştiriliyor. Yine, deri ceketli, motorcu, part-time rock şarkıcısı ve tüm bunlara ilaveten, bir aksesuar gibi kimliğine eklenen “tıp doktorluğu” ile erkek kahramanımız tuhaf bir bulamaça dönüşüyor. Pek bir tatlı, pek bir hanımefendi, müşfik, üstüne üstlük selis bir İstanbul Türkçesiyle konuşan genç annemizin annesi neden o kadar hain, gaddar ve içten pazarlıklı olabiliyor? Yetmiyor, kaşlarını çatmaktan başka bir iş yapmayan bu kadın, daha da berbat algılansın diye olacak, “uydurma” bir “varoş” aksanıyla konuşuyor. Dizinin görsel dili ve yapısı da çok sorunlu. Kalabalık sahneler, aksiyon durumları doğru düzgün çekilemiyor; oyuncuların bir kısmı gerçekten acemi, örneğin baş roldeki genç kızımızın suratında sadece bir ifade var, her durumda onu kullanıyor ve tabii ki “ifadesiz” kalıyor.
Gelelim ikinci hususa, yani hikayenin klişelere dayanmasına ya da kurban edilmesine. Tabii ki ilk klişe arızası, yetimhane ve mensuplarına dair anlatılarda öne çıkıyor. Atarlı ama melek gibi iyi kalpli kızımızın en yakın arkadaşı hasetten çatlayan, kıskanç bir “kanki” olarak hikaye ediliyor. Zaten, yetimhanedekilerin kafaları karmakarışık, bakıyorsunuz sanki bir “melaike”, bir sahne sonra basbayağı bir “hırsız”. Kıza âşık genç babalanıyor, “vururum seni, başkasına yar etmem!” diye silaha sarılıyor, sonra ne olursa oluyor, nedamet getiriyor, hatalarını hemencecik kabul edip, sevgiliye çiçekle erişmeye çalışıyor. “Kötü anne” klişesi tavan yapıyor, Yaz’ın anne ve babasının anneleri şeytanî kişiliklere sahip. Kötü anne klişesinin hemen yamacına, bu sefer kötü arkadaş (tabii ki yoksullar âleminden) klişesi eklemleniyor. Varolan “sevgililer” de bir âlem! Esas oğlanın sevgilisi (Selin), ilk başta sakin, rahat, kompleksiz bir kadın olarak resmedilmişken, zamanla kötücülleşiyor, arkadan iş çeviren birine dönüşüyor. Harika biri olarak sunulan erkek sevgilinin (Tunç) de arızaları (babası ve kardeşiyle ilişkisi) yavaş yavaş görünür hâle geliyor. Ezcümle: hikaye, sanki yaratıcı olmaktan çok, hangi klişeleri hangi aşamada devreye sokarak ilginçleşebilir mantığıyla gelişiyor ve ne yazık ki, pek de inandırıcı olamıyor.
Sanırım esas sorun, yaz dizilerinin (genel olarak, çalışmayan bir çok dizinin de) hedeflediği izleyicisini pek de “tanımadan” (daha önceden iş yapan dizilerden ilham alarak) yapılmasıyla alakalı olabilir. Yaz dizilerinde “mevsimsel” ekstralar oluyor mönüde. AB grubu tatile gittiyse, biz de evlerinde kalanlar için dizimizi yaparız. Onlara kısa şortlu zengin kızlar, kafası karışık varoş kahramanlar, tuhaf anababalar, plajlar, havuzlar, akşamüstü günbatımları, suya tirit konular ve klişeler manzumesi sunarız. Aklımızda bir Nasrettin Hoca sorusu. Ya tutarsa? Yaz dizilerinden ne yoğurt oluyor, ne de ayran! Yetimhanedekilerin cacık da sevebileceğini anlayacaklar mı dersiniz?
Paylaş