Orhan Tekelioğlu

Babanın eksiği, dizinin fazlası...

6 Mart 2015

Yavaş yavaş ikinciliğe yerleşen, sezonun flaş dizilerinden olan Diriliş Ertuğrul’u devirmeye en ciddî adayın Poyraz Karayel olduğu iyice belirginleşti. İlk bakışta birbirine pek benzemeseler de, aslında ilginç bir analojinin, tuhaf bir karşı karşıya gelmenin ürünü her iki dizi de. Birinde, sadece fazlalıklarıyla anlatılan, bir “güzelleme” olarak sunulan bir “baba” devlet (“kerim devlet”) varken, diğerinde bir türlü temellük edilemeyen hakikî “babalar” ve onlarla ikâme edilmeye çalışılan muvakkat babalar var. Cumhuriyet tarihinin özeti, başlangıcı, sonucuna benzer bir diziler âleminde geziniyoruz Çarşamba akşamları. Bir yanda, gecikerek bulduğumuzu düşündüğümüz “baba” Osmanlının, ata-devletimizin hikayesini (Süleyman Şah ve oğulları) izliyoruz, öte yanda, Türkiye gerçeği tüm çıplaklığıyla yüzümüze çarpıyor, mafyası, babası, çocuğu, kadınıyla Poyraz Karayel’de içimizi dağlıyor. Tabii ki bir anti-kahraman Ahmet Poyraz Karayel. Ve bir sürü benzeri anti-kahramanımız gibi (Behzat Ç.’yi bir zahmet hatırlayın!) içimizdeki “kahramanın” aynısının tıpkısı. Hayat hikayesiyle antipatik belki ama, kişiliğiyle, hisleriyla olabildiğince sempatik. Selçuk Parsadan’a hayran çocukların ülkesi bu memleket! Hakkı mutlaka yenilen, kadere ne yazık ki “kurban” olunan ve hayattaki tek hedefi “küçücük” bir mutluluk olan, “kocaman kalpli” insanların ülkesi.

BÜYÜMÜŞ DE KÜÇÜLMÜŞ ÇOCUK KAHRAMANLAR

Poyraz Karayel’in hedefi ne? Öncelikle oğluna (ilerdeki kendine) kevuşmak. Buna engel olan ne? Ona kurulan kumpas? Kumpasın müellifi kim? Kayın “babası”. Neden? Çünkü, o kızına layık olmayan bir damat, bir üvey “oğul”. Küçük Ağa’nın başarısı ne yazık ki ekranları hiç de çocuk olamayan karakterlerle doldurdu. Büyükler gibi davranan, bir türlü “çocuk aklına” sahip olmayan, Kemalettin Tuğcu romanlarından apartılmış “büyümüş de küçülmüş” çocuk-kahramanlardan artık gına geldiğini söylemenin zamanı gelmedi mi? Neyse ki, Küçük Ağa’daki bilmiş, büyükler yerine konuşan, neredeyse bir “aile soytarısı” (eski devrin saraylarında sadece “soytarılar” kralların kararını sorgulayabilirdi) gibi konuşan bir çocuk değil Sinan. Çok daha hakikî, sadece babasının peşinde, ona kavuşmak için çırpınan, çocuk gibi davranan, çocuk aklıyla düşünen bir kahraman. Babasının, Poyraz’ın hâli ise harap. Bir “kaybeden”, bugünün diliyle, “ezikliğin” sınırında yaşayan, itibarını, mesleğini yitiren, çocuğunu görme hakkı bile doğru dürüst olmayan “eksik” bir baba.

EKSİKLİ ERKEKLERE AŞIK OLAN İYİ KADINLAR

Yazının Devamını Oku

Sadece “aşk” mı yeniden?

20 Şubat 2015
Bu sezonun üçüncü “sürprizi” henüz ikinci bölümde izlenme oranlarında 10’u kolayca yakalayabilen Aşk Yeniden oldu. Jet hızıyla, bir çok dizi için hayal bile edilemeyecek 12 reytinge erişti dizi.

Örneğin, AB Grubunda sadece bir hafta içinde 7,89’dan 12,32’ye yükseldi ki, bu sezonun diğer hiti Paramparça aynı izleyici grubunda bu sıçrayışa ancak bir ayda erişebilmişti! Demek ki, yeni paneli tam anlamıyla çözebilmiş bir işle karşı karşıyayız. Ayrıca, bu başarı ile Fox’un ilk üçteki yeri (daha önceki panelin kralı tabii ki Kanal D idi, Star da en önemli rakibi) sadece tescillenmiş olmuyor, birincilikteki iddiası da iyice netleşiyor. Fox’un başarısının nedenlerini bir başka yazıya bırakıp, bu sezon “oyun değiştiren” diğer iki diziyi kısaca hatırlayalım. Bunlardan ilki tartışmasız Paramparça olmuştu, özellikle “tempo” nedir konusunda rakiplerine nal toplatmaya devam ediyor. Sündürülen mevzular, sıkıcı diyaloglar, ağır ağır konuşan karakterler, yerli yersiz kullanılan şarkılar, türkülerle izleyiciyi bıktıran dizilere çok iyi geldi Paramparça’nın hızı. Sündürme uzmanı senaryolar çok daha hızla gelişen, yeni ve inandırıcı “olaylar” ile hikayelerini “izlenir” hâle getirmeye çalışıyorlar artık. Öte yandan, Diriliş Ertuğrul ile siyaset ile izleyici beğenizi arasındaki ilişki tekrar görünür hâle geldi. Dizilerin sadece “eğlendirdiğini”, zaman geçirmek için yapıldığını sananların bir daha düşünmesi gerekiyor. İzleyicinin bir kısmı da “ideolojik” hassasiyet arıyor sevdikleri dizilerde. Burada akla sadece sağ cenahın sevdiği cinsten Kurtlar Vadisi gibi diziler gelmesin, Behzat Ç. ya da Kayıp Şehir de bu minvalde değerlendirilmesi gereken dizilerdi. Yeni-Osmanlıcı ve milliyetçi refleksleri hassas izleyiciye ilaç gibi geldi Diriliş Ertuğrul. Ayrıca unutmayalım, özellikle aksiyon sahneleri olmak üzere çok iyi çekiliyor bu dizi ve TRT açısından tam bir başarı öyküsü.

DİZİDEKİ YEŞİLÇAM REFLEKSİ

Artık Aşk Yeniden’den, ondaki “yenilikten” söz etmeye başlayabiliriz. Aslında, “yeni” olan formülün kendisi, içindeki girdiler eskilerden geliyor, yıllardır doğruluğu test edilmiş bir iki hikaye kurma tekniği. Örneğin, tesadüfen de karşılaşsalar (Amerikadan gelen uçakta türbülans nedeniyle fiziksel temas kurma durumunda kalan Zeynep ile Fatih gibi) ana karakterlerimiz anlatıdaki pozisyonlarını asla “birey” olarak sürdüremezler. Mutlaka, başta aileleri olmak üzere toplumsal aidiyetleri ve bu nedenle, “imkânsızlıkları”, biraraya gelememe nedenleri vardır. Ve sonra “masal” başlar! Aslında asla biraraya gelemeyecek insanlar, bir takım nedenlerle (senaristin maharetine bağlı olarak) biraraya gelme ve sonunda da, birbirlerinden “kopamama” durumunda kalırlar. İşin “masal” kısmı şudur. Neredeyse Marksçı bir kalemden çıkmış gibi anlatılan, zengin-fakir karşıtlığında yaratılan çelişki ilk bakışta “sınıfsal” gibi algılanabilir. Hâlbuki, hikayenin devamında bu çelişki mutlaka tersyüz olur, kahramanlarımız hangi sınıftan olursa olsunlar bir süre sonra önce “ruh kardeşi”, daha sonra da “gönül yoldaşı” olduklarını keşfeder. Zengin-fakir ayrımı asla sınıfsal bir çerçevede formüle edilmez Türk dizilerinde (ve Yeşilçam sinemasında), aksine, bu ayrımın manasızlığını ispat etmek için elden ne gelirse yapılmaya çalışılır. Çünkü, bir süre sonra kaçınılmaz olarak aileler devreye girer (sınıf meselesine “alaturka” çözüm!) ve klasik bir Yeşilçam refleksiyle (Aşk Yeniden’de bu miras hemen ortaya çıkıyor) kötü karakterlerin çoğu (tabii ki kadınlar!) zenginler dünyasına yerleştirilir. Allahtan, zenginlerin arasında da “iyiler”, yaşadıkları mahalleleri, bir zaman fakir olduklarını, olmasalar da fakirlerin de kalbi olabileceğini hatırlayan kadirbilir insanlar vardır. Bazen önce aileler, bazen de kahramanlarımız biraraya gelir ve bunun neticesinde zenginler ile fakirlerimiz birleşir, “hepimiz bir fidanın güller açan dalıyız” misali mesele tatlıya bağlanır. Masal olan bu.

Aşk Yeniden’in de kötüleri zengin ailenin (tipik bir Yeşilçam apartması, “Şekercizadeler”) “cadı-annesi” ve onun oğluna müstakbel gelini olarak seçtiği “sarışın” kız. Evet, dizinin pek sevimli, anlayışlı erkek kahramanının annesi en müptezelinden bir cadı! Nasıl mı? Masal dedik ya! Yeşilçam’ın sevdiği komik karakterlerin başında Karadenizliler gelir, Aşk Yeniden’de başrolü oynayan “asi” kızın babası da gaddar, gaddar olduğu kadar da komik bir “Derin Şevket”tir, etrafındaki bir avuç komik adam sayesinde dizi kolayca bir mahalle komedisine dönüşür. Zenginler dünyasına daha çok “kötücüllüğü” layık gören bu anlayış, fakirler dünyasını da “saf”, kandırılmaya meyyal ve fıtraten (“lazlar” gibi) komik karakterlerle doldurur. Neredeyse, bir Ertem Eğilmez komedisi tadında bir iş gibi de görünse, travmalarla örülü, melodramatik bir başka hikayeyi de alttan alta sürdürüyor Aşk Yeniden. Ailelerinin kararlarına direnen ve neticelerine katlanmak zorunda kalan, aslında başaramayan ve yalan söyleyen “bireyler” odağında bu dizinin.

BENİM HAYATIM BENİM KARARIM

Zeynep, mutaasıp bir ailenin kızı olmasına rağmen ailesine haber vermeden, sevdiği adamın peşinden ABD’ye gitmiş, “özgürlüğünü” kazanmış, mutlu mesut yaşarken hamile kalmıştır. Ve ne yazık ki, sevdiği adam bebeği istememiş, doğurmakta ısrar edince onu terk etmiş, çocuğuyla hayatını idame ettiremeyince Türkiye’ye dönmek, başta sözü edilen uçağa binme durumunda kalmıştır. Fatih de, annesinin evlendirme ısrarlarından bıkmış, bir bahaneyle ABD’ye bir süreliğine gitme izni koparmış, hatta orada Amerikalı bir sevgilisi olmuş, kıza evlenme bile teklif etmiştir. Amma velâkin, elin gavuru bize benzemez, Şekercizadelerin torununu “daha birbirimizi tanımıyoruz” gerekçesiyle reddetmiş, bizimki de yıkık hayalleriyle o uçağa binmek zorunda kalmıştır. Böylece dizinin jenereğinde çalınan şarkının sözleri anlam kazanır: “Karışmayın bana/Benim hayatım benim kararım/Sonucuna razıyım/Ben yaşarım günü/Dünden ziyade/Kalbim virane/Aşk fevkalade/Aşk yeniden, aşk yeniden”. Şiir olarak beş para etmez belki ama dizinin derdini iyi anlatan, pişmanlıkla özgürlük, yenilgiyle aşk arasında gidip gelen bu sözlerden anlaşılan neticede bir yenilgiden ve yalandan başka bir şey değil.

Yazının Devamını Oku

Trans şovun zirve gecesi

6 Şubat 2015

Geçen Cumartesi (31 Ocak), jüriye katılan hanımfendinin ünlendirdiği deyimle, “fevkaledenin fevkinde” bir “tarz” vuku buluyor, Bu Tarz Benim’in Show TV’deki versiyonunda televizyon tarihimizde muhteşem bir gece daha belleklere kazınıyordu. TV8’dekilerin üzülmelerine pek gerek yok tabii ki, aşağı yukarı aynı reytingi aldılar, kızların sürekli birbirleriyle dalaştığı “orijinal” versiyondan pek de uzaklaşmadan. Ama Show’da işler bambaşkaydı, jüriye eklenen iki isim programı, deyim yerindeyse “uçurmuş” ve sonuna kadar da öylece havada asılı vaziyette kalabilmişti. Oldukça ilginç karakterlerden kurulu (varoluşu bir alâmetifarika olan İpekçi, Sertaç Ortaç’ın Türkçeyi sular seller gibi hızla öğrenen manken eşi ve bir de bir gazeteci) olan Show jürisine eklenen üyelerle (Bülent Hanım ve Kibariye) yeni bir seviyeye yükseliyor, daha önceki bir yazımda (Hürriyet Web, 2 Aralık 2014) “trans şov” olarak isimlendirmeye çalıştığım, “ne mutlu ki” (ya da, “ne yazık ki”) bizim şartlarımıza “uyarlanmış” bu melez formatın en kristalleşmiş hâlinde ekranda yeniden tarif buluyordu. Tarihî bir geceye şahit olduğumuzu farkında mıydık acaba? Belki de dünyaya yepyeni bir format ihraç etmek üzereydik. Şov, neredeyse tüm ruhen benzeri olduğu diğer şovların (sembolik manada sıralarsak, “Amerikan Güreşi”, bir tür moda ve estetik şovu ve ilaveten, Amerika’da yaygın olan bir dizi “freak-show”) birarada toplandığı, “orijinal” hâlini de aşan, trans üstü trans bir seviyeye yükselmişti!

Şimdi ekrana dönelim ve şovun zirve anına yeniden tanıklık edelim. Şovun sonuna doğru Kibariye, tabii ki sadece estetik konularında hüküm veren bir jüri üyesi olarak değil, aynı zamanda çok iyi bir şarkıcı, mahallemizin ablası, evimizin şarkıcısı ve kusursuz bir kulağa sahip eşsiz bir müzisyen olarak sahneye çıktı. Birazdan Kibariye’nin roman havası okuduğu ana tekrar döneceğim ama, önce bir parantez açalım, vaziyeti anlamak için küçük bir analiz yapalım. Öncelikle, durmak bilmez bir “geçişkenlik hâli” anlamında “trans-şov”nosyonunu kullandığımı söylemem lazım. Kibariye’nin, yukarda sadece bir kısmına işaret edebildiğim (siz de kolayca bir çok ek yapabilirsiniz) kendilik hâllerini örnek olsun diye sıraladım. Trans şovların izleyenleri ekrana kitlemesinin nedeni bu zaten, içinde yer alanları “çoğullaştırıyor”, binbir çehresi olan ekran ikonalarına dönüştürüyor. Kendinin ötesine geçebilen ya da aşan, bir anda başka kimliklere bürünebilen, hatta dönüştüğü ekran karakterini daha da çok benimseyebilen hâli trans şovların kahramanlarını sonunda kocaman bir “mıknatısa”, onlara bakanları ekrandan kopamaz hâle getiriyor. Örneğin, bu dili bilsin bilmesin, bu kültüre vakıf olsun olmasın, dünyanın neresinden gelirse gelsin, Bu Tarz Benim jürisinin o geceki üyelerini bir kez bakan bir izleyici (ecnebi, yerli fark etmez) en azından bir 5 dakika gözünü ekrandan alamaz, kitlenir kalır. Aslında, TV8 versiyonunda da pek fark yok jüri açısından, orada sadece sayı ve derinlik o kadar fazla değil. Örneğin, şovun ona taktığı ismiyle Nurella sahiden sadece ekranda görünen hanımefendi midir, yoksa reklamlardaki mi ya da daha önceden duyduğumuz bildiğimiz bir modacı/tasarımcı mı? Cevap: tabii ki hepsi ve de fazlası!

“Fazlası” nedir, tabii ki ekranda oluşan, içindeki kahramanlarla şekillenen bir “temaşa!” Roland Barthes, neredeyse bir 60 yıl önce, “Amerikan Güreşi”ni analiz ederken, normal bir spor olarak bildiğimiz güreş müsabakalarına benzer de görünse, aslında hiçbir alakâsı olmadığını, kimsenin kazanan ya da kaybedenle ilgilenmediğini, o ringi çevreleyen salonda yaşananların bir törene bakma, daha sonra bir parçası olma ve sonunda bir temaşa yaşama olduğununun altını çizer. Çünkü, iki “tuhaf” karakterin (onlar oraya lisanslı bir sporcudan çok bir “kahraman” ya da “anti-kahraman” olarak çıkarlar) güreşini tribünden izleyenler oynanan “oyunun” tabii ki farkındadır, kemiklerin kırılmadığını, kimsenin sakat kalmadığını, olayın tamamen kurmaca olduğunu bal gibi bilirler. Ama, buna rağmen, deliler gibi bir “kahramanı” destekleyebilir ya da doya doya küfredebilirler. Bu da yetmez, işin “trans” kısmı başlar, tribündekiler de dahil, herkes bir başka karaktere dönüşebilir. Hakemler dayak atabilir ya da yiyebilir, tribündekiler ringe dalabilir, “oyuna” duhul olabilir. Kezâ, güreşçilerin her türlü faulu yapması mübahtır, sıkça birbirlerini ringten dışarı fırlatılırlar, o esnada, dışarda oturanlara kızıp onlara vurabilir ya da dayağı ring dışında yiyebilirler. Ve neticede, hele bir de, “güreşçiler” yeterince çılgınsa, tribündekiler olaya “delice” katılmışsa o salonda müthiş bir temaşa yaşanır, herkes onun bir parçası hâline gelir. Trans şovların Amerikan Güreşi ve benzerlerinden farkı, ekran başındakilere evlerinde, sıcak yuvalarında, oturma odalarında daha güvenli, korunaklı bir başka ritüel yaşatması. Ne mutlu ki evdeyim, ne mutlu ki, bu temaşayı seyredebiliyorum ve yine, ne mutlu ki bu insanlar evime asla gelemiyor, orada, ekranda kitli kalabiliyor. Sadece ringte/stüdyoda “trans” olunmuyor ki, esas “eğlence” evlerde, en olmadık “küfürler” kanapelerde, koltuklarda, en “uçuk” yorumlar masa başında, çorbayı yudumlar, çayı içerken. Bir önceki yazımda da altını çizmiştim. Trans şovların, evlerde tuhaf bir haletiruhiyeyle izlenmesinin sırrı tam da bu. Ekrandakilerle bir türlü temas ediyorsunuz belki ama, onları evinizden içeri almıyor, ekranda kalmaya mahkûm ediyorsunuz. Hatta, ahlakçılık bile yapabilir, bir yandan onları izlemeye devam eder, onları tecessüsle seyreden eşinize, evladınıza, aman bunlara benzemeyin diye çıkışabilirsiniz! Ne gam, yeter ki temaşa devam etsin.

Gelelim şovun zirve noktasına. Şovun tüm kahramanlarının hiç de zorluk çekmeden 9/8 ritmle oynadığı o muhteşem temaşaya. Kibariye’nin şarkıya başlamasına takiben jürinin mümtaz üyelerinin katılımıyla gönenen, eski balerin sunucunun da işe el atmasıyla zenginleşen bu seremoniyi, jürinin “fevkaledenin fevkinde” üyesi oturduğu yerden izliyor, bir orkestra şefi edasıyla kafasını sallayarak yönetmekten de imtina etmiyordu. Tarzdı hakikaten çok tarz.

Yazının Devamını Oku

"Benimki daha acı!"

23 Ocak 2015
“Reality şov” denen formatı “hakikat gösterisi” olarak kullanmanın ne denli doğru olduğunun ispatı gibiydi geçen pazar ATV’de ilk kez ekrana gelen En Sevdiğim 3 Şarkı.

İlk bakışta bir “şarkı yarışması” gibi görünse de, esasında bir “acılı hayatlar” gösterisine, bir “hayatları ve hayalleri” yarıştırma şovuna dönüştürülmüş, üstelik bir de üzerine bir “hayırseverlik” örtüsü giydirilmişti. Bir gecede başlayıp biten, ödülü 50 Bin TL olan, ihtiyacı olanların dertlerine bir “merhem” gibi gelecek bir şov olarak tarif buluyordu genel sunum. Büyük ödülü kazanmanın biricik yolu, “samimi” olmak, neden oraya gelindiğini (katılmaya neden “ihtiyaç” duyulduğu) olabildiğince açıklayabilmek ve kazanılan parayla ne yapılacağını (ne gibi “hayaller” kurulduğu) anlatmak diye özetlenebilecek bir formattan söz ediyoruz. Son karar tabii ki jürinin oluyor, dengeleyici bir başka sistem (SMS oyları gibi) de olmadığından, hatta iyi şarkı söylemenin bile fayda etmediği (iyi söylemesine rağmen hayatları yeterince “enteresan” bulunmadığından bir çok katılımcı elendi!) anlaşıldığından, yarışmacılara sadece bir “seçenek” kalıyordu. Jüriyi muhtaç olduklarına “inandırmak”, onların her türlü yorumu karşısında “müteşekkir” olmak ve böylece, jüriye külliyen biat etmek! Burada, sadece jüri üyeleri “yarı-tanrı” statüsünü çıkmıyor (sayıları üç olduğundan, iktidarları birbirileriyle sınırlanıyor), daha da vahimi, katılımcıların bu şovda “oynamak zorunda” kaldıkları roller (muhtaçlık ve mağduriyet) de ekran başındakiler için bir eziyete dönüşebiliyor. Acılı anlatılar, özünde bir kurmaca olan dizilerde daha kolay izlenebiliyor. Ama, kendine ya da tanıdıklarına benzer insanların çıktıkları reality şovlarda daha az acıyı, daha çok eğlenceyi tercih ediyor genel izleyici.

Reality şovların bir çok açıdan sosyal psikoloji deneylerine benzer yapıları vardır. Bir çok şovun, sosyal psikolojinin bilinen bir çok deneyine benzediğini şaşırarak fark edersiniz. Tabii ki bu deneyler, deney olmaktan öte, insanların grup içindeki davranışlarını anlamak, davranışları ve dolayısıyla, onları benimseyen kişilik tiplerini de sınıflamak için yapılır. Yukarda anlatmaya çalıştığım nedenlerden ötürü, En Sevdiğim 3 Şarkı’nın esası çok net bir iktidar durumuna işaret ediyor. Muktedir bir jüri ve iktidarsız yarışmacılar. Sosyal psikolojideki bazı kuramlar (Adorno ve arkadaşlarının geliştirdiği) böylesi durumlarda gelişen davranış biçimini “otoriteryen”, böyle davranmayı normalleştiren insanları da “otoriteryen kişilik” olarak tanımlar. Bu tip insanlar, muktedirlerle karşılaştıklarında onlarla mücadele etmekten çok, onlara biat etmeyi tek çıkış olarak görür ve muktedirlerin fikirlerini kolayca benimser, isteklerini çoğunlukla yapmaya çalışır ve en vahimi, ellerine fırsat geçti mi (iktidar sahibi oldukları anda), kendilerinden güçsüz olanlara kendilerine yapılanlara benzer davranışlarda bulunmaktan geri durmazlar. Patronun baskısı altında ezilen babanın evine gelince karısına, çocuklarına patronluk taslaması. Çok tanıdık bir düşünce şekli ve davranış kalıbı, değil mi? Adorno’ya göre, böylesi kişiliklerin çoğunlukta oldukları toplumlarda otoriter davranış bozukluğu, siyasal despotizm, kültürel ayrımcılık kolayca kök salar. Demokrasi ve muhalefet kültürüyle bir alakası yoktur muktedire biat kültürünün.

Ne yazık ki bu şovun cesaretlendirdiği, katılanlara önerdiği tek düşünce tarzı, tek davranış önermesi bu değil. Bir de işin “hakikat gösterisi”, jüriyi ikna, sıkıntıları, dertleri orta dökme, acılarla dolu bir hayat hikayesiyle büyük ödülü “haketme” durumu var ki, izlerken insanın içi acıyor. Nasıl mı? Şovu biraz anlatalım. Programa katılan 12 “ihtiyaç sahibi” (emin olun, bunu ben değil, jüri üyeleri söylüyorlar) yarışmacı (bari doğrudan “muhtaç” deseler de rahatlasalar) en sevdikleri ilk şarkıyı söyleyerek şova başlıyor ve performanslarından öncesi ve sonrasında jüri üyelerinin (Nihat Doğan, Hande Ataizi ve Burak Kut) “çapraz sorgusuna” maruz kalıyorlar. Sorgu bile değil aslında, fütursuz bir “anlat, daha da anlat” talebi ile başlayan, neticesi gözyaşlarıyla (hem katılanların, hem de jüri üyelerinin) tartılan bir “samimiyet sınavından” geçiyorlar. Jürinin pek aziz mensupları iki de bir, 50 bin liranın ne kadar büyük bir meblağ olduğunu hatırlatarak hem iktidar pozisyonlarını güçlendiriyor, hem de katılanlara o parayı almanın hiç de kolay olmadığını, o paraya ancak en acılı hayata sahip olanın erişebileceğini hissettiriyor.

Berbat da bir “sahnelemesi” var son kararların. İki boksör gibi platform üstünde yanyana yükseltiliyor önce yarışmacılar. Her jüri üyesinin kararından sonra, devam edemeyecek olanın platformu seviye kaybediyor ve “düşüyor!” Kazanansa, hayatı daha zor, hikayesi daha acılı, yani toplumsal zemindeki yeri daha “düşük” olduğu için yükselmeyi hakediyor. Trajik bir başka “hakikat gösterisinden” başka bir şey değil jürinin kararları. Neticede, jüri üyeleri de birbirleriyle yarışıyor. Hangimiz “normali”, olması gerekeni, toplumun vicdanını temsil ediyoruz minvalinde bir yarışma bu. Örneğin, bir jüri üyesi, bir katılımcının parayı kazanırsa kızının arzusu doğrultusunda arkadaşlarına iki adet oyuncak almayı hayal etmesini yeterince “inandırıcı” bulamayabiliyor. Bir diğeri, daha kötü şarkı söyleyeni neden tercih ettiğini açıklarken, onun paraya daha çok ihtiyacı olduğunu belirtmekten geri durmuyor. Diğeri zaten iyi şarkı söylüyormuş, piyasada kolayca iş bulabilirmiş! İyi de, o hâlde bu insanlara neden şarkı söyletiyor, neden şovun ismini “en sevdiğim 3 şarkı” koyuyorsunuz? Çok daha kolay olmaz mıydı, “acılı hayatlar yarışması” diye bir şov tasarlamak?

Yazının Devamını Oku

Sürat her zaman felaket mi?

9 Ocak 2015
Paramparça’nın mevcut dizilerin tempo düzenini de “paramparça” ettiğini fark etmeyen kalmamıştır herhâlde. Ne yazık ki, dizilerin süreleriyle gelirleri arasında trajik bir ilişki var.

Temel gelirin reklam olduğu ve bir saat içinde belirli süreden fazla reklam girilemediği gerçeğinden hareketle diziler olabildiğince sündürülüyor. Böylece, dünyada eşi menendi olmayan sürelerde tamamlanıyor diziler her akşam. Bir önceki bölümün özeti, yeni bölüm, arada reklam ve tanıtımlarla bazen üç saati aşan bir “ekran tecrübesi” ya da “ezasının” bir başka bedeli de bizzat dizinin temposu bahsinde oluyor. Bir türlü bitmiyor mevzular, bir türlü anlatılmıyor bir hakikat, bir türlü söylenmiyor aşık olunduğu, bir türlü faş olmuyor bir ihanet, bir türlü anlaşılmıyor “vehbi’nin kerrakesi”. Öyle ki, araya şiirler mi konmuyor bazen de şarkılar (bazen kahramanımız alıveriyor sazı eline, bazen de arkada bir şarkı, bir türkü görüntülere eşlik ediyor), boş boş bakışlar, aynı repliği her on dakikada bir tekrar ettirmeler; bu da yetmiyor, kameranın uzun uzun gösterdiği mimikler, garip vücut hareketleri, göz kırpmalar ve tabii ki, yerli yersiz bağırmalar, çığlık, çırpınış. Bu işi ne iyi beceren dizinin Karagül olduğunu teslim edelim, nasıl ki Spagetti Westernlerde (onlar da üç saate yakın sürüyordu ama neticede bir film, sonunda bitiyor!) bu işi İtalyanlar yakından yüz çekimleri, uzun uzun bakışmalar ve tempoyu tutturmak için ustaca bestelenen müziklerle becermişti, Karagül de, “esmer buğdaydan yapılmış salçalı makarna” kıvamında dizi yazma kurallarını “yeniden” belirledi, tempoyu olabildiğince düşürdü.

Bunun kolay bir şey olduğunu sanıyorsanız çok yanılırsınız. Çünkü temposu düşen bir anlatının hemen fark edilen ve acilen çözülmesi gereken derdi “sıkıcı” olmaktır. Şematik görünmesine rağmen tam olarak neyi, nasıl düşündüğü bir türlü anlaşılamayan tuhaf, sırlarla dolu karakterlerle sıkıcılıktan kurtulmak için nelerin yapılması gerektiğini de “formüle” etti Karagül. Çoğu “atarlı”, nörotik (hatta bazen, tam anlamıyla sosyopat), birdenbire duygu patlamaları yaşayan, gaddarlıkla şefkat arasında gidip gelen, deyim yerindeyse, bir sürü “çatı altı delisi” diyebileceğimiz karakteri dizinin “normal” kahramanları olarak ekrana taşıdı. Temposu düşük anlatıyı sıradışı kahramanların ne yapabilecekleri merakıyla dengeledi. Tabii ki, kamera ve müzik, etkin olarak bu formülü güçlendirmek için kullanıldı. Hikayeler sündürüldükçe sündürüldü, olaylar haftalarca sürdü, bir türlü murada erilemedi. Karagül dediğime bakmayın, şu anda gösterilen bir çok dizide bu formülün farklı versiyonları genel kural olarak tatbik ediliyor. Tabii ki, bu temposozluğun da bir bedeli var. Bazı izleyiciler, gelişen teknolojinin de yardımıyla dizileri internetten, reklam ve tanıtımlarını geçerek, nispeten daha kısa sürelerde izlemeyi tercih ederken, bir başka grup da yerli dizileri izlemeyi bırakıp yönlerini reality şovlara çevirdi. Örneğin, geçen hafta gösterime girmeyen Küçük Ağa yerine Kanal D’nin yayına soktuğu Ben Bilmem Eşim Bilir neredeyse dizi kadar reyting aldı! Acun Ilıcalı’nın başarısı (TV8 öncesi ve sonrasında) belki de ekrandaki dizilerden sıkılan izleyicilere bir başka alternatif sunabilmesinde yatıyor.

Paramparça, dizilerdeki marazî temposozluğu, formüldeki hatayı görünür kıldığı için izleyiciyi tekrar ekran başında topladı. Nasıl mı? Anlatının temposunu hızlandırarak. Öyle ki, örneğin yine Karagül ile karşılaştırırsam, Paramparça’nın ilk bölümlerinde en az beş bölümlük bir içerik vardı. Daha doğrusu, bir diziyi izlemesi için bir izleyecinin sorduğu o temel soruyu (peki, bundan sonra ne olacak?) cevaplandıracak en azından beş cevap bulunuyordu. Büyük bir ihtimalle bu nedenle, roket hızıyla yükselmeye başladı dizi. Muhteşem Yüzyıl’dan beri görmediğimiz bir reytinge erişti ilk kez geçen hafta, 20+ABC’de (reklamcıların özellikle önem verdiği izleyici kesiti), yüzde 12 izlenme oranını yakaladı! Dahası, karşısında geçen sezondan devam eden, Karadayı gibi bir dizi vardı. Karadayı önemli bir dizi bir çok bakımdan, bir kere Karagül gibi bir formülle yazılmamıştı başlangıcında. Hızlı başlamıştı ilk sezonuna, çok iyi bir oyuncu kadrosu, izleyicinin pek sevdiği bir mahalle ortamında gelişen bir olay örgüsü ve dönem dizisi olmanın bir çok avantajını bir araya toplamıştı.

Ama şunu da teslim edelim ki, bu sezon Paramparça başlayana kadar, o da “temposuzluk” formülünü tercih etmeye, Mahir ile Feride’yi birbirlerine uzun uzun baktırmaya, “kadınım” ile başlayan upuzun tiratlar attırmaya, ezcümle, anlatıyı “rölantide” tutmaya başlar olmuştu. Karşısana konan dizileri (Ulan İstanbul gibi) ve “hızlı” ama konu itibariyle takip edilmesi zor, kadro sorunları da olan Reaksiyon’u alt ettikten sonra iyice rahatlamıştı senaryo ekibi. Ta ki Paramparça gelene kadar. İlk şoku atlattıktan sonra, Karadayı’nın senaristleri teslim olmaya niyetleri olmadığını hemen belli etti. Hikayeyi hızlandırdılar, aşıkların birbirlerine yaşadıkları “güzelleme” sahnelerini hemen kısaltıp yeni konularla (Belgin’in ifşa olan sırrı gibi) izleyicisini konsolide etmeyi başardılar. Örneğin, 8 Aralıkta (ilk kez Paramparça tarafından iki kategoride geçildikleri tarih) AB’de 6,76 reyting alan dizi, son bölümde (5 Ocak) 8,73’e çıktı. Ama Paramparça cephesinde reytingler çok daha hızlı bir artış gösterdi. 8 Aralıkta AB’de 7,26 olan oran, son bölümde 11,26’ya çıkmış! Paramparça’nın sadece diğer dizilerden izleyici kazanmaktan öte, yerli dizilere “tövbe etmiş” izleyiciyi de kendi safına çekebildiği düşüncesindeyim.

Yazının Devamını Oku

Hangi dizinin hısmı, hangisinin hasmı Diriliş “Ertuğrul”?

21 Aralık 2014
Diriliş “Ertuğrul”un (TRT böyle isimlendiriliyor, kısaca DE diyelim) henüz ikinci bölümünü izledik belki ama, görünen köy kılavuz istemez, bir “başarı hikayesi” olduğu ortada.

Hele bir de bir TRT dizisi olduğu, tüm izleyici grupları tarafından izlendiği düşünülünce, TRT’nin sonunda şeytanın bacağını kırdığını, ilk kez “resmi kimliğinden” sıyrıldığını bile iddia edilebilir. Anaakım bir kanal olma yolunda çok ciddî bir hamle yaptı TRT. Yine de, ancak TRT tarafından yapılabilecek bir dizi DE. Sadece dizinin yapım maliyetinden söz etmiyorum. Şüphesiz, bir çok pahalı yapımın başına gelenler düşünüldüğünde (Benim Adım Gültepe ya da bu hafta son bölümünü izlediğimiz Reaksiyon) malî güç de önemli bir faktör oldu artık pahalı bir dizinin çekilebilmesi için. Bir çok kanal, yeni izleyici panelinin “şerrinden”, pahalı bir dizi çekmemek için ne mümkünse yapıyor şu sıralar. TRT ise maliyetten çok “ideolojik” yapısına önem veriyor bir diziyi planlarken. Yedi Güzel Adam’ın izlenme oranları, başta hükümet sözcüsü olmak üzere, bazı mahvillerde ciddî üzüntülere neden oldu. Sevdiğim ama yüksek reyting alamayacağının bilerek izlediğim bir dizi Yedi Güzel Adam. Ayrıca, şairli hayatların reytingi de olmasın. Oluyorsa şüphelenin! Reyting derdi yok tabii ki DE’un. Basbayağı popüler bir iş.

Dediğim gibi, maliyetten çok ideolojik dertleri var TRT’nin. Kamu yayıncılığındaki düzen sağlamakla yükümlü bir kurum olarak RTÜK’ün ahlakî kodlamalarıyla (örneğin, Ben Bilmem Eşim Bilir’de “kadınların gözleri önünde erkeklerin başka kadınlarla dans ettirildiği, eşlerin kıskançlık belirtilerine karşın dansın sürdüğü” gerekçesine bunun Türk aile yapısına uygun olmadığı hükmü eklenip kanala ağır bir ceza veriliyor) ekranları taasuba boğarken, bir kamu yayıncısı olarak TRT, örneğin diziler marifetiyle yeni ideolojik dünyanın kültürel normlarını, “beklenen” normalini şekillendirmeye çalışıyor. Böyle bir çerçevede düşünmemiz gerekiyor DE’yi ve tabii ki, bununla beraber, bir başka dizinin, Muhteşem Yüzyılın (MY) hayaletini. MY de nereden çıktı diye sormayın. İzleyicinin hemen her sahnede Kanunî’nin, İbrahim’in, Hürrem’in izlerini aradığını anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Bu memleketin esas travmasını hatırlayın yeter!

Atatürk’ün isminde bile aranan “Ata”nın ne olduğu konusunda kesinlikle bir uzlaşmanın olmadığını son otuz yıla damgasını vuran (Özal ile iyice popülerleştiğini söylemek yanlış olmaz) Yeni-Osmanlıcı dalganın gücünden çok iyi anlıyoruz. Müfreda Osmanlıca dersinin, “seçmeli” olarak konması fikri bile asıl travmamızın “Osmanlı”, onun ötesinde “İslam”, onun da ötesinde “Türk” olduğunu hissettirmedi mi size? İsmi Türkiye olan bir ülkeden, ilk lideri Atatürk olan bir ulus devlet inşasından söz ediyoruz. Bu süreç, gölgede bırakmaya çalıştığı diğer iki unsuru, bu ulusun esas “atasının” ve inanç sisteminin (dininin) ne olduğu meselesini hafızalardan asla silemedi. Travma derken kastettiğim tam da bu. Hafızaya kitlenen, zamanla unutulacağı farz edilen bir “tarih” Aydınlar Ocağı’nın 1960’ların ikinci yarısında yaptığı sentez (Türk-İslam) ile yeniden dirilmeye başladı. MHP’nin yanı sıra Erbakan’ın kurduğu tüm partilerin kurucu ideolojisinin bu olduğunu, milliyetçi, mukaddesatçı söylemin neticede ülkücü hareketten AKP’ye devşirildiğini belki görüyor ama bir türlü ikna olamıyoruz.

Sizi Türkiye siyasal tarihiyle sıkıntılara boğmak değil derdim. Sadece bu ideolojik eğilimin (Yeni-Osmanlıcık) Türkçülük olmadan hiç bir mana ifade etmediğini, üstelik bu “geçişin” (Osmanlının neticede bir Türk devleti ve Türklerin de islama en yüksek hizmeti yapan bir kavim olduğu “hakikati”) Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren popüler kültürün en önemli malzemelerinden biri olduğunu hatırlatmak isterim. Yeşilçam’ın “tarihi avantürlerinde” (Kahpe Bizans!) Osmanlı çoktan “Türkleştirilmişti”. Meselenin fikri planı formüle edilmiş, yetersiz kısmı teknolojisiydi. Dünyayı Kurtaran Adam, ideolojik sığlığından çok teknolojik sefaletiyle “unutulmaz” olmuştu.

Şimdi Muhteşem Yüzyıl’ın önemine ve farkına gelebiliriz. Evet, MY da, ilk bakışta Türk-İslam sentezine hısım bir yerden başlıyor gibi görünse de, sinir uçları “hassas” çevreler tarafından anında bir “hasım” olarak algılandı. Neden mi? Atanın sülbü, atanın anası öne çıkarılıyor, Osmanlı hanedanının “esası” haremdeki Türk olmayan cariyeler üzerinden anlatılıyordu. Doğruluğu sorgulanamayacak yalın bir gerçek izleyiciyi belki ikiye böldü ama ekrandan uzaklaştırmadı. Çünkü “teknolojisi” üstün bir yapımdı, kadın entrikaları günümüz dizilerine yaklaştırıyordu hikayeyi, üzerine dökülen tarih sosu ise diziyi bir tarih “belgeseline” çeviriyordu.

DE, bir tür panzehri MY’ın ve dolayısıyla hasmı. Öyle ki, MY’ın yetersiz kaldığı noktadan başlayarak işe başlıyor. Aksiyon sahneleri birinci sınıf. Çekim, kostüm, tempo hiç de fena değil, en azından MY ayarında. Kadın entrikası (şimdilik sadece Sercan) bile var. Ama asıl fark öne çıkan hikaye kahramanlarının cinsiyetinde. Erkeklerin hikayesi DE. Osmanlı’yı kuracak, Türk kavimlerini bir araya getirecek, onları orta-asyada’ki anayurttaki gibi “diriltecek” ata-erkeklerin! Tabii ki, böyle düşününce, asıl hısmının Kurtlar Vadisi (KV) olduğu anlaşılıyor. KV, hem bir korkunun (atayı, yurdu “yitirme”), hem de bir ümidin (“diriliş”) dizisi. Aynen DE de olduğu gibi. İdeolojik kılıfı o kadar güçlü ki DE’un, nasıl görmek istiyorsa öyle “kuruyor” tarihi. Türkmen kavimlerinin Şamanist gelenekten kopamadığı bir dönemde, İbn-i Arabî marifetiyle “Müslüman’laşıyor” Kayılar. İslam’a en yüksek hizmeti verecek kavmin Türkler olacağını anlıyoruz. KV izleyicilerinin pek aşinâ olduğu “tapınakçılar” yüzlerce yıl önceye ışınlanıyor, esas düşman olarak diziye geliveriyor. Tabii ki, Yeşilçam avantürlerinin tüm stok karakterleri dizide boy gösteriyor. Tek gözlü kötüler, uğrular, kendini Müslüman gibi gösteren gâvurlar ve tabii ki, saf ama yiğit savaşçı alpler. Dizinin en önemli zaafı aksiyon sahnelerinde. Henüz stok çekimleri kullanıyor ama stoklar bittiğinde ne olacak? Dünyayı Kurtaran Adam’ı da unutmayalım.

Yazının Devamını Oku

Şeref de, intikam da “yerelleşmek” zorunda

11 Aralık 2014
Herhâlde bu reyting koridorunda sıkışsın diye günlerce tanıtımı yapılmadı Şeref Meselesi’nin. Üç pazardır, deyim yerindeyse, 4-5 bandına sıkışıp kaldı dizi ve özellikle, reklamcıların önem verdiği 20+ABC1’de son hafta 5,74’den 4,52’ye düştü. İyice öğrendik, acımasız rekabet dünyasında yeni başlayan bir dizi için, hele bir de pahalı ve iddialı bir işse, bu oranlarla bir yere gidilmiyor. Daha sonra ya gün değiştiriliyor ya da, daha da fenası, daha geç bir saate konuyor ki, sonun başlangıcı oluyor.

Felaket tellallığı falan değil derdim, aksine titizlenerek yapıldığı belli, fikir olarak oldukça doğru bir işin tutmasını canı gönülden isteyenlerdenim. Ama, daha ilk bölümden itibaren sorunlar peşpeşe geldi ve dizi, hedef kitlesi (belli ki AB ve 20+ yaş grubu) ile bir türlü buluşamadı. Sorunun ismini koyalım: “yerelleşememe”. Neticede, yabancı bir dizinin “uyarlaması” ile karşı karşıyayız, değil mi?

“Uyarlama”, sanılanın aksine, popüler kültür anlatıları tarihi düşünüldüğünde en iyi bildiğimiz işlerin başında gelir. Örneğin, Yeşilçam filmlerinin çoğunun popüler kültür ürünlerinden uyarlandığını biliyoruz. Bazıları Türk edebiyatından (Kemalettin Tuğcu, Muazzez Tahsin, Kerime Nadir’in doğrudan ya da dolaylı etkilerini bilmeden anlayamayız Yeşilçam’ı), bazıları da doğrudan devrin Avrupa sinemasından.1960’lı yıllarda çevrilen bir çok siyah beyaz filmde, Fransız ve İtalyan sinemasının etkilerini (kamera açılarından oyunculuğa kadar) görmemek elde değil. İşin daha da öncesi var tabii ki. Mihran Boyacıyan’ın Shakespeare’den 1912 yılında çevirdiği Otello, yıllarca Arabın İntikamı diye bilindi, oynandı bu memlekette. Keza, Mike Hammer çevirileri çok tutulunca (Kemal Tahir sağolsun) ve o sıralar henüz sadece altı kitap İngilizce’de basılmış olmasına rağmen, Türkçede iki yüzden fazla “çevirisinin” (yani, sahtesinin) olması, kültürel dünyamızda çok ciddî bir “uyarlama” geleneğinin olduğunu gösterir. Ayrıca, unutmayalım, bu eserlerin hemen hepsi gazetelerde tefrika edilirdi, aynen nasıl dizilerin her hafta gösteriliyorsa, o kitaplar da gazetelerde “arkası yarın” başlığıyla her gün yayımlanırdı. Ezcümle, biz “uyarlama” işini iyi biliriz, yeter ki bu işi yapan konuya hâkim olsun, sosyo-kültürel kodları hakkıyla çözebilsin. Ya çözemiyorsa? Ya elimizde bir Kemal Tahir, bir Can Yücel (Shakespeare, Bahar Noktası) yoksa?



Kanal D, senaryolarının sağlamlığına, gösterildiği ülkelerdeki başarılarına güvenerek, dizilerde bu çözümü (“uyarlama”) benimseyen bir kanal olarak öne çıkıyor. Umutsuz Ev Kadınları böyle bir işti örneğin ve daha önceden eleştirdiğim (“Umutsuz Bir Dizi”, Radikal İki, 16 Kasım 2011) için rahatça yazıyorum, ilk bölümden itibaren, sorunlara gebe bir uyarlama hikayesini tercih etti. Örneğin, tesisatçı kahramanımız devasa bir jip kullanıyordu, ABD’deki araba fiyatlarından bîhaber bir kafayla yazıldığından “orijinale” sadık kalınmış, tesisatçı, ayıp olur zannıyla mı nedir, Şahin ya da Kartal’a bindirilmemişti. Amerikan orta sınıf ahlakının sahtekâr dünyasına odaklanan bu gerçekten ilginç dizinin kültürel kodları bir türlü “yerelleşememiş”, sonunda üst-orta sınıf aile hayatına odaklanan, sıkıcı, suya tirit bir diziye dönüşmüştü. Ne yazık ki, Şeref Meselesi’ni izlerken de benzer bir hisse kapılıyorum. Dizi bir türlü “yerelleşemiyor” zihnimde, sürekli olarak didişiyorum ekrandaki anlatının “gerçeklik” kurgusuyla.

Yazının Devamını Oku

Yazık olmuş Urfalı’ya

1 Kasım 2014
Bu ülkede, ortak değerler anlamında, en önemli kültürel öğelerden biridir müzik.

Hemen herkesin kolayca hatırlayabileceği, bir kaç ezgi olduğu gibi, bazı marşlar, şarkılar, tabii ki, bir çok türkü de vardır. Özünde şehir mekânında yazılmayan, yakılmayan, söylenmeyen türkülerin, bu denli hızla “şehirleşen” bir ülkede halen neden sevildiğini anlamadan, türkülerin popüler kültürdeki gücünü ve yüksek temsiliyetini de açıklayamayız. Doğru, artık neredeyse nüfusunun yüzde sekseni şehirlerde yaşayan, başta İstanbul olmak üzere bir dizi mega-şehri, metropolü olan bu ülkede “türküler”, popüler kültür ürünlerinde azalmak bir yana, artıyor desek yeridir. Örneğin, özellikle bir kaç sezon öncesine kadar Kurtlar Vadisi’nde türküler, Polat haletiruhiyesine göre çalınıyor, o esnada da kimse diziyi terk etmiyor, diğer kanala kaçmıyordu. Hatırlarsınız, Olgun Şimşek’in Kapalıçarşı’da söylediği türkü çok sevilmişti. Sadece diziler mi? Yeni şehrin, geniş kitlelerin asıl sevdası türkülerdir. Neşet Ertaş’ın, yıllar sonra geniş kitleler tarafından keşfedilmesini ve hemen benimsenmesini başka nasıl açıklayabiliriz? Öte yandan, azalmak bir yana, şehrin popüler eğlence bölgelerinde sayıları sürekli artan, çoğuna önceden yer ayırtmadan gidilemeyen, eğlence âleminin temel aktörlerinden biri olmuş “türkü-barları” da bir hatırlayalım. Biliyorum tabii ki, bu “türkülerin” (“şehir türküleri” diyelim), köylerde icrâ edilen türkülerle pek bir alakası yok. Yine de, simgesel bir önem arzettikleri de aşikâr. Diziler de pek seviyor bu nedenle türküleri ve kötü bir şekilde kullanıyor. Hikayeye bir “dekor” gibi giydiriliyor çoğunlukla, kahramanın ruh hâlini yansıtmak için bir “araç” olarak (ikincil bir düzeyde) kullanılıyor ve daha da fenası, dizinin zamanını uzatmak için suistimal ediliyor. Bugüne kadar hiç bir dizi türküleri birincil düzeyde anlatmadı, anlatamadı.

Göçle doğrudan alâkası var tabii ki türkülerin. Ama bu ilişki sanıldığından çok daha karmaşık ve katmanlı. Örneğin, 1960’lı yıllarda, köylerden şehirlere yönelen o büyük göç dalgasının şehir mekânına taşıdığı türkülerle, günümüz şehir insanının sevdiği türkülerin ilk bakışta bir benzerliği de olsa, ne dinleme, ne de tüketme pratikleri açısından eşdeğerler. Düşünsenize, Neşet Ertaş’ın ünlendirdiği Yalan Dünya’nın TV’deki karşılığı, Neşet Baba’nın işaret ettiği dünyayla hiç bir alâkası olmayan bir komedi dizisi. İronik bir durum ama böyle, hatta o dizideki en karikatür kahraman olan Selahattin’i oynayan Olgun Şimşek’te türkü söylemesiyle de gönüllerde taht kurmuştu. Demem o ki, mesele türkülerin popüler TV ekranında nasıl kullanılacağı olduğunda bir kere daha düşünmek gerekiyor. Şehre bir kaç kuşak önce göçmüş de olsa, ailesini, geçmişini, kökenini hatırlatan bir düş-dünya! Dahası o dünyayı, nostaljik bir refleksle, bir asıl-dünya olarak kurgulayan, yaşadığı hayatta çok nadir “hakiki” şeylerden biri olarak gören sevdalıları var türkülerin şehir mekânında, hem de yüzbinlerce. Tüm izleyici dediğimiz grubun temel tercihi türküler, bunu unutmamız lazım.

İşte bu nedenle, Urfalıyam Ezelden’in çok önemli bir boşluğu dolduracağını düşünmüştüm ismini ilk kez işittiğimde. Tüm fertleri müzisyenlerden oluşan ailelerden haberdardık belki ama, onların hayat gaileleri, hayal ve hüsranlarıyla daha önce hiç karşılaşmamıştık ekrandaki anlatılarda. Üstelik Urfa’lı olacaktı bu insanlar, sıra gecelerinin, şahane türkülerin, o kültüre damgasını vurmuş bir çok icracının geldiği diyardan. Müzik kültürü çok renkli ve zengin bir şehir Urfa ve o dünyadan aktarılacak, türkülerle örülü insan hikayelerin tabii ki ekranda şansı vardı, olacaktı. Hep geçmiş zamanda yazdığımı fark ettiğinizi düşünerek bir “hayal kırıklığı” yaşadığımı gecikmeden söylemek zorundayım. İlk üç bölümü izledikten sonra dizinin bende yarattığı izlenim, yeni bir şeyler anlatma şansının alenen heba edildiği oldu. Hâlbuki, iyi başlamıştı dizi, Bülent İnal’ın, Kadir İnanırvâri mimiklerden kurtulduğunu, yüzünü, vücut dilini çok daha ekonomik kullandığı, eni konu iyi bir oyuncu olduğunu fark etmiştik. Tabii ki, baba rolünde Settar Tanrıöğen’in kusursuz bir seçim olduğu aşikârdı. Özetle, birbirini seven, kollayan erkek kardeşler ve evin büyüğü, melâike bir büyükanne ile ekserisi müzisyenlerden oluşan sıcacık bir aile ile hemhâl olmuştuk. Ama ne olduysa oldu, evin abisinin gönlü, olur a, onlara “denk olmayan” bir ağanın kızına düştü, kızı istemeye gittiler ve ne yazık ki o andan itibaren tüm bildik klişeler de ekrana gelmeye başladı. Konusuyla özgün, o bölgedeki kültürel zenginliğin farklı, anlatılmamış bir yönünü gösterebilecek yepyeni bir “doğu hikayesi”, içimize karartan, ağalı, kan davalı ve bildik bir “doğu dizisi” olma yönünde hızla ilerlemeye başladı.

Tabii ki, ağamız berbat bir adam olacaktı; araya reddedemiyeceği “büyükler” girdiği için gelin istemeye gelen “çalgıcılar ailesin” evinde kabul etmiş, amma velâkin onları geldiklerini pişman edecek sözlerle kovmaktan da beter edecektir. Sonra? Oğlan kızı kaçırır, o gece birbirlerinin olurlar, aileler metazori durumu kabul etmek zorunda kalır. Bir de, çalgılı çengili bir düğün düzenlenir ve tam düğünün ortasında, kaçırılan kızın kardeşi çıkagelir, damadı katleder, aile karalara bürünür. Üstüne üstlük, bir de öğreniriz ki, birbirlerinin oldukları gece gelinimiz hamile kalmıştır. Artık, el mahkûm, gelin ailedeki bir küçük oğlanla evlendirilecek ve aile, bu hadiselerden sonra Urfa’da rahat edemeyeceklerine kanaat getirerek İstanbul’a göçmeye karar vereceklerdir.

Çok tanıdık bir hikaye değil mi? Benzerlerinden onlarcasını gördüğümüz bir klişeler yığını. Hadi belki, dizinin İstanbul ayağında işler bir düzene girer, bu “kader kurbanı”, İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış, ellerinde müzikten başka bir para kazanma şansı kalmayan ailenin büyük şehrin dünyasında yaşadıkları güçlükleri görürüz diye umuyoruz. Nitekim, senaryo da zaten bu sefer onları İMÇ’deki bir yazıhaneye götürüyor, bize tekrar hayal kurduruyor. Yine müzikle iştigal ediyor bizimkiler, bu sefer İstanbul’daki Urfa düğünlerinde, arasıra düzenlenen Sıra Gecelerinde çalıyorlar. Lâkin, artık devir değişmiş, şehrin yükseleni “Ankara türküleri” olmuştur. Bu nedenle, onlarla beraber çalışan ve sıkı bir türkü icracısı olan solistlerini, karşı yazıhanedeki, yine memleketlileri ama aynı zamanda düzenbazın önde gideni olan Tırşik’e kaptırıyorlar. Eli paraya sıkışık çocuğa bir şey diyemezler ama, ellerinde türkücü de kalmamıştır, mecburen bir müsabaka açmak ve yeni bir solist bulmak zorundadırlar. Hikayeyi uzatmayalım, dizideki ikinci hayal kırıklığıyla, diğer zaafiyetiyle de bu esnada karşılaşırız. Bülent İnal’ın karşısına, hem de başrolde oynayacak bir “oyuncu” olarak Öykü Gürman geçmiştir! İyi bir müzisyen olabilir, iyi kötü yöre türkülerini de icrâ edebilir belki ama, bu işin altından kalkmasının imkânı yok. Televizyonda çok kritik olan yüz ifadesini kontrol edebilmeyi geçtim, henüz elini kolunu nereye koyabileceğini bilmeyen bir “oyuncu” ile o cenahta şekillenmekte olan aşk üçgeninin (Selva-Cemal-Ceylan) draması nasıl ekrana aktarılabilir, bilemiyorum.

Ezcümle, Urfalıyam Ezelden, eline geçen çok önemli bir fırsatı tepen bir dizi ne yazık ki. Hurafe, önyargı ya da klişelerle kirlenmemiş bir “doğunun” olduğunu biliyoruz, ne mutlu ki. Dizilerin bu yöre insanına yıllardır layık gördüğü “rolün” değişmesi için iyi bir başlangıç olabilirdi hâlbuki müzik kültürüyle bihakkın tanışmak. İnsanlar, oralardan büyük şehirlere sadece bir çok dert, çile ya da farklı ihtiyaçlar nedeniyle göç ediyorlar, bunda bir beis yok ama, o bölgenin insanını sadece törelerle örülmüş klişelere, fodal tipolojilere hapsetmek de ne oluyor? Dizilerin, istenildiği an, nasıl bir propaganda makinasına dönüştüğünün kanıtı “doğu dizileri”.

Yazının Devamını Oku