Paylaş
Her gün çok sayıda insanımız yaşamını yitiriyor.
Kısa vadede bir çözüm olanağı gözükmüyor.
Kamplaşma sertleşiyor.
Şiddetin ve silahın hükmünü yürüttüğü, ölümün kol gezdiği, kimsenin kimseyi dinlemeye tahammülü olmadığı bir ortamın esiri gibiyiz.
Halil Berktay, serbestiyet.com'daki dünkü yazısında, bu ortamı şöyle tanımlıyor:
"Savaş her zaman milliyetçiliği tırmandırır. Milliyetçiliğin 'birlik' vurgusu, normal zamanlarda bile, farklılık ve çok-sesliliği esas alan demokrasi ile kolay kolay bağdaşmaz. Savaş durumunda ise, karşıt milliyetçiliklerden her birinin 'kendi milleti'ni mutlak birliğe çağırması, demokrasiyi daha da fazla zorlamaya başlar. 'Çizgi dışı'na çıkanlara karşı toleranssızlık tırmanışa geçer. Kamplar katılaşır; herkes kendi durduğu yerin kabul edilebilirlik sınırlarını dar ve daha dar ve daha daha dar çizmeye koyulur."
Güneydoğu'da, "özyönetim" ilan edilen ilçelerdeki çatışma ortamı (hepsinden önemlisi, bu duruma kısa vadede bir çözüm imkanının görünmemesi) toplumu gerdiği gibi, siyaseti de olağanüstü tahammülsüzleştiriyor…
1120 akdemisyenin bildirisi, bu hali pürmelalimiz içinde ortaya çıktı….
O bildiriye ben imza atmazdım.
Bildirideki değerlendirmeleri temelde paylaşmıyorum.
Ama şu noktada tavrımız net olmalı:
İnsanlar düşüncelerini söylecekler, konuşacaklar ve fikirlerini açıklayacaklar. Bundan daha doğal bir şey olamaz.
Bildiriyi yayınlayanların hakkında hukuki soruşturma açılmasını, üniversiteden atılmaları için kampanyalar başlatılmasını, kabul etmek mümkün değil.
Sonuç olarak, “siyasi bir tavır alış” sözkonusu.
Bu noktada gösterilebilecek karşılık, “öyle düşünmeyenlerin de fikirlerini söylemeleri”dir… “
Siyaseten karşı duruş”larını ortaya koymalarıdır...
KİMSE KİMSEYİ DİNLEMİYOR
Mesele, yalnızca son bildiriyle ortaya çıkan manzara değil...
Uzunca bir dönemden beri, tırmanan şiddetin de etkisiyle, halimiz hal değil.
Kimse kimseyi dinlemek istemiyor.
İktidardakilerin eleştiriye tahammül sınırlarında, “Türkiye normalleri”ni aşan bir daralma var…
Tablo böyle olunca, “sorunlara çözüm üretebilme”, hatta daha açıkçası “gerçeği arama” isteği, umudu kırılıyor.
Evet koşullar çok ağır.
Türkiye'nin iç sorunlarına ek olarak, Ortadoğu coğrafyasındaki yıkım ve dağılma da denkleme eklenince; yoğunlaşan gerilimle baş edebilmek, iyice güç bir hale geliyor.
Böyle bir ortamda, “yapıcı katkı”lar üretmek kolay olmuyor.
“Fanatik taraftarlık” ve “yıkıcı eleştiri” olarak tanımlayabileceğimiz iki kutup, kolayca sahneyi ele geçirebiliyor.
Çözüm üretmeye açık, çaresizliğe çare aramaya niyetli bir kesimi(bir kamuoyunu) de yabana atmamak gerekiyor.
Zorluklar, aynı zamanda “çözüm aramak için daha fazla gayreti ve sabrı” gerektiriyor.
Tabii, "ortak akıl"a, şimdi daha çok ihtiyaç var.
Farklı düşüncelere, ezber bozan tutumlara, gerçekten çözüm üretmeye niyetli yaklaşımlara, yapıcı katkılara kapıyı açık tutmak; her zamankinden daha önemli.
Tabii her kesimin “ezber bozmak”tan anladığı farklı.
Farklı olan her sesi "ihanet" olarak görmeye eğilimli bir zihniyetten, hatta bir otoriter tırmanıştan söz edilebilir mi?
Evet, son günlerde böyle bir görüntü olabilir…
Ancak, bu ruh halinin de bir noktadan sonra hafifleyeceğini, yeniden bir normalleşme oluşacağını, yeni bir sentez içinde normalin bulunacağını tahmin ediyorum.
Türkiye, kendine özgü dengeleri ve sigortaları olan bir toplum.
Gündelik küçük iniş çıkışlara odaklanmak yerine, gerçekçi ve uzun vadeli bir yerden bakmakta fayda var.
Bu ülke, yıllarca askeri vesayetle mücadele etti.
Bazı başarılar kazanıldı. Demokrasinin gelişmesinin önündeki tek engel, bu vesayet değildi.
Çatışma ortamı da, otoriter siyasi kültür de; çok sesliğin gelişmesini önleyici etkiler yapabiliyor.
Sorunların çözümü, bu ortamda daha da zorlaşıyor…
Suskun bir toplum, çözüm üretemez…
Yeni bir enerjiye, yeni bir senteze ihtiyacımızın olduğu, açık.
Toplumun her alanda bir “yenilenme”ye ihtiyacı var.
Paylaş