Paylaş
Önümüzdeki dönemlerde gerek Türkiye gerek Dünya için denizlerden kaynaklanan sorunların ve birçok ülke için kıyıdaşı olduğu denizlerdeki egemenlik ve yetki alanlarının sınırlarının tespitiyle ilgili çatışmaların büyüyeceğini tahmin etmek zor değildir. Bu durum Türkiye’nin çevresindeki 3 deniz için de geçerlidir.
Her ne kadar Karadeniz’de Türkiye için deniz yetki alanları konusunda bir sorun bulunmasa da, Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Abhazya’nın Gürcistan’dan bağımsızlığını ilan etmesi, Rusya ile Ukrayna ve Gürcistan arasındaki karadaki meseleleri denize de taşımakta, Karadeniz’in istikrarı ciddi bir şekilde tehlikeye girmektedir. Türkiye’nin Karadeniz’deki istikrarsızlığa bigane kalması elbette düşünülemez.
Doğu Akdeniz, Türkiye için önemi son dönemlerde büyük ölçüde artan, deniz egemenlik ve yetki alanları konusunda ciddi sorunların yaşandığı bir alan haline gelmiştir. Türkiye, Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı alanını ilan ederek ve Libya ile deniz yetki alanlarını sınırlandıran bir Mutabakat Zaptı imzalayarak doğru yönde hareket etmiş, haklarını korumak bakımından ciddi bir adım atmıştır.
Esasen Türkiye için Doğu Akdeniz’deki sorun büyük ölçüde Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki maksimalist bazı uygulama isteklerini bu kez Akdeniz’e yansıtmak istemesinden kaynaklanmaktadır. Yunanistan küçük büyük tüm adalara kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge hakkı tanımak istemekte, böylece küçücük (12 km2) Meis Adasını kullanarak, Akdeniz’e 1792 km kıyısı olan kara ülkesi Türkiye’yi kendi karasuları içine sıkıştırmaya ve Türkiye’nin haklarına el koymaya çalışmaktadır.
Bu Yunanistan’ın esasen Ege Denizi’nde çok uzun bir zamandan beri yapmaya çalıştığı bir hususu bugün Doğu Akdeniz’e yansıtması ve uygulamaya çalışmasından başka bir şey değildir. Ege Denizi ile Doğu Akdeniz arasındaki en önemli farklardan birisi Ege Denizi’ne sadece Türkiye ve Yunanistan’ın kıyıdaş ülke olması; Doğu Akdeniz’deki soruna ise kıyıdaş tüm ülkelerin (Libya, Mısır, İsrail, Lübnan ve Suriye ) karışmış olmasıdır.
Doğu Akdeniz’de de kıyıdaş ülkeler arasında yaşanan sorunlar Doğu Akdeniz deniz yetki alanlarının sınırlarını tespit etme meselelerini çözmede olumsuz etkiler yapmaktadır. Kıbrıs Adasındaki durum buna en iyi örneklerden biridir. Kıbrıs Rum Yönetimi ne Kıbrıs Türklerinin ayrı bir devlet kurma ve kendisini yönetme hakkını (iki devletli çözüm) kabul etmekte, ne de Kıbrıs Türklerinin tam siyasi eşitliği üzerinden Kıbrıs’ı birleştirmeye ve federal bir Kıbrıs Devletinin (tek devletli çözüm) kurulmasına yanaşmaktadır.
Bu durum kaçınılmaz olarak Kıbrıs Adası’ndaki sorunların Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları konusuna yansımasına sebep olmakta; Türkiye’yi Ada’da olduğu gibi denizde de Kıbrıs Türklerinin haklarını korumak zorunda bırakmaktadır.
Doğu Akdeniz’de sorunların bu derece büyümesinin sebebi elbette ki bölgede deniz tabanında çok zengin doğal gaz yataklarının bulunduğu yönünde yayılan haberlerdir. İsrail ve Mısır kendi deniz yetki alanları içinde zengin doğal gaz yatakları bulduklarını açıklamışlardır. Kıbrıs Adasının güneyinde de zengin doğal gaz yatakları bulunduğuna inanılmaktadır. Verilen bilgiler Doğu Akdeniz’in doğal gaz rezervleri bakımından çok zengin olduğu yönündedir.
1970’li yılların başlarından itibaren Ege Denizi kıta sahanlığında da petrol bulunduğu düşünülmüş; hatta Yunanistan’ın Taşoz Adasının güneyinde önemli petrol rezervleri bulduğu haberleri yayılmıştır. 1970’li yılların başında Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Anlaşmasının müzakerelerinin başlaması ve Kıbrıs Sorununda yaşanan gelişmeler Ege Denizi’nde tansiyonun artmasının diğer sebepleri olmuştur.
Ege Denizi’nde de Yunanistan ilk önce davranmış, Ege kıta sahanlığında sismik araştırma ve petrol çıkartma ruhsatları vermeye başlamıştır. 1974 Kıbrıs gelişmelerinden sonra Ege Denizi’nde tansiyon hızla artmış; bu kez Türkiye Ege Denizi’nde sismik araştırma ve ruhsat verme çalışmalarına başlamıştır. Yunanistan’ın o dönemde de, aynen şimdi Doğu Akdeniz’de yaptığı gibi, konuyu Türkiye ile konuşmak yerine, uluslararası kuruluşlara taşıma girişimlerine başvurduğu görülmektedir.
Atina, 1975 yılında Türkiye’yi BM Güvenlik Konseyi’ne taşımış, aynı zamanda Uluslararası Adalet Divanı’na başvurarak, Türkiye’ye acil tedbir uygulanmasını ve Ege Denizi’nde kıta sahanlığının tespitini istemiştir. Ancak, Yunanistan ne Güvenlik Konseyi’nden ne de Uluslararası Adalet Divanı’ndan aradığını bulamamıştır.
BM Güvenlik Konseyi Türkiye’nin, Ege Denizi’nde sınırlandırılmamış kıta sahanlığında yaptığı sismik araştırmaların, barışı tehdit etmediği noktasından hareket ederek, Atina ve Ankara’yı konuyu görüşmeler yoluyla çözmeye davet etmiştir. Güvenlik Konseyi’nin bu kararı Atina’da şaşkınlık ve tedirginlik yaratmıştır.
Atina’ya diğer bir şok da Uluslararası Adalet Divanı’ndan gelmiştir. Divan, aldığı kararda Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki sınırlandırılmamış kıta sahanlığında yaptığı araştırma faaliyetleri ile uluslararası hukuku çiğnemediğini, bu çerçevede Türkiye’ye karşı acil bir önlem almasına neden bulunmadığını kararlaştırmıştır. Divan, daha sonra verdiği kararda da Ege Denizi’ndeki kıta sahanlığı sınırını çizmek için yetkisi bulunmadığını, bu yetkinin kendisine Ege Denizi’ndeki iki tarafın ortak mutabakatıyla verilebileceğini, aksi takdirde Atina ve Ankara’nın Ege Denizi’ndeki kıta sahanlığını görüşmeler yoluyla çizmeleri gerektiğini belirtmiştir.
Yunanistan bu gelişmeler üzerine Türkiye ile görüşmek zorunda kalmış, iki ülke arasında Ege Denizi’nde tansiyonun artmasına sebep olacak davranışlardan kaçınılması kararlaştırılmış ve bu çerçevede Bern Mutabakatı imzalanmıştır. Bern Mutabakatı hala geçerlidir. Her ne kadar Yunanistan daha sonra 1982 yılında Bern Mutabakatını ortadan kaldırmaya çalışsa da, daha sonra iki ülke Başbakanları Özal ve Papandreou Davos’ta bir araya gelerek, Bern Mutabakatına bağlılıklarını teyit etmişlerdir.
Bern Mutabakatından sonra Türkiye ile Yunanistan arasında başlayan ve Ege Denizi’nde karşılaşılan sorunların çözümünü hedef alan “istikşafı görüşmeler” sonuçsuz bir şekilde hala sürmektedir. Atina, Ege Denizi’nde Türkiye ile Yunanistan arasında, sadece kıta sahanlığının sınırlarının tespiti sorunu olduğu iddiasında bulunsa da, iki ülkenin karşılaştığı sorunlar çok yönlüdür ve hepsi birbiriyle ilişkili ve çok karmaşık bir görünüm ortaya koymaktadır.
Türkiye ile Yunanistan arasında Ege’de ilk sorun karasularının genişliği konusundan kaynaklanmaktadır. Lozan Barış Anlaşması’nda 3 mil olan Ege Denizi’ndeki karasularını Yunanistan tek taraflı olarak 1936 yılında 6 mile çıkartmış ve Ege Denizi’ndeki dengeleri büyük ölçüde kendi lehine çevirmiştir. Atina şimdi Ege’de karasularını, bütün adalara da şamil olmak üzere, 12 mile çıkartmayı istemekte ve bunun egemenlik hakkı olduğu iddiasında bulunmaktadır.
Mevcut haliyle (6 mil üzerinden) bile Yunanistan Ege Denizi’nin büyük bir bölümüne sahiptir. Ege Denizi’ndeki açık denizalanı halen % 50’lere zor ulaşmaktadır. Yunanistan karasularını 12 mile çıkartırsa Ege Denizi’nin tümü Yunan karasuları içinde kalacak, Ege Denizi’nde açık denizalanı hemen hemen kalmayacaktır. Türkiye baştan itibaren özel şartları (çok sayıdaki adanın Türk kıyısına yakın mesafede bulunması) ve yarı kapalı deniz statüsü sebebiyle Ege’de karasularının 12 mile kadar çıkartılabileceği kuralının uygulanamayacağını, Atina’nın adil olmayan böyle bir yola gitmesi halinde, 6 millik ek karasularının Türkiye tarafından tanınmayacağını ilan etmiştir.
Yunanistan’ın Ege Denizi’nde karasularını 6 milden 12 mile çıkartması halinde Türk gemilerinin Marmara Denizi’nden Akdeniz’e Yunan karasularına girmeden geçme imkanı kalmayacaktır. Türkiye böyle bir durumu kabul etmeyeceğini, bunun bir “savaş sebebi” olacağını Yunanistan’a duyurmuştur.
Ege Denizi’nde Yunanistan’ın uluslararası kurallara ters düşerek 10 millik bir hava sahası ilan etmesi başka bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Yunanistan 1931 yılında aldığı bir kararla Ege’deki hava sahası uzunluğunu tek taraflı olarak 10 mile çıkartmıştır. Halbuki uluslararası kurallar ülkelere karasularının genişliği kadar hava sahası alanı tanımaktadır. Ege Denizi’nde halen karasularının genişliği 6 mil olduğuna göre Yunan hava sahası da 6 mille sınırlıdır.
Türkiye, Yunanistan’ın 4 millik ek hava sahası iddiasını tanımamakta, Türk askeri uçakları bu 4 millik sahaya her girdiğinde Atina, hava sahası ihlali iddiasıyla ortaya çıkmaktadır. Ege Denizi üzerindeki hava sahasını ilgilendiren diğer bir sorun da Yunanistan’ın sivil havacılığın sorunsuz bir şekilde işlemesi için oluşturulan Uçuş Bilgi Bölgesi (FIR) uygulamasını yanlış bir şekilde yorumlamasından ve uygulamaya kalkışmasından kaynaklanmaktadır.
1952 yılında FIR bölgeleri oluşturulurken, Türkiye Ege Denizi üzerindeki FIR denetim sorumluluğunu Yunanistan’a bırakmıştır. Yunanistan tamamen sivil uçaklara uygulanacak bu denetim sorumluluğunu, şimdi askeri uçaklara da uygulamak istemekte ve Türk askeri uçaklarının Ege FIR hattına her girişlerinde Atina’nın bilgilendirilmesi talebiyle Türkiye’nin karşısına çıkmaktadır.
Halbuki bu konuda uluslararası kurallar çok açıktır ve FIR hizmetleri sadece sivil uçakları kapsamaktadır. Türkiye’nin Ege Denizi üzerindeki açık deniz alanlarında serbestçe uçma ve askeri uçaklarını Yunanistan’ı önceden bilgilendirmeden Ege FIR sahasına sokma hakkı bulunmaktadır. Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi hava sahası konusunda süren bu anlaşmazlıklar geçmişte istenmeyen olaylara ve iki ülkenin de askeri pilot ve uçak kaybına neden olmuştur.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki diğer önemli bir sorun, uluslararası anlaşmalarla Yunanistan’a bırakılan Türkiye kıyısındaki adaların Atina tarafından silahlandırılmasıdır. Lozan ve Paris Anlaşmaları Türkiye kıyısındaki bu Adaları silahlardan arındırılması şartıyla Yunanistan’a bırakmıştır. Yunanistan ise bu Anlaşmaları açıkça ihlal ederek 1970’li yılların ortalarından beri Adalara silah yığmakta, bu Adaların silahlardan arındırılması şartını yerine getirmemektedir.
Ege Denizi’nde çok sayıda ada, adacık ve kayalık bulunmaktadır. Ege Denizi 15. yüz yıldan 19. yüzyıla kadar bir Osmanlı iç denizi olmuştur. Ankara’ya göre uluslararası bir anlaşma ile ismen Yunanistan’a bırakılmayan bütün ada, adacık ve kayalıkların mülkiyeti de Türkiye’ye geçmiştir. Bu çerçevede Ege Denizi’nde ismi uluslararası bir anlaşmada geçmeyen bütün ada, adacık ve kayalıklar “gri bölgeleri” oluşturmakta; bu ada, adacık ve kayalıkların kime ait olduğu hususunun Türkiye ile Yunanistan arasında görüşülmesi gerekmektedir.
Görüldüğü gibi Ege Denizi’nde iki kıyı ülkesi Türkiye ile Yunanistan arasında çok ciddi sorunlar yaşanmakta; Yunanistan’ın genellikle Adaların deniz yetki alanları konusundan kaynaklanan bu sorunları ve aşırı, maksimalist tutumunu şimdi Ege’den Akdeniz’e de kaydırdığı izlenmektedir. Yunanistan’ın Dünya’yı inandırmaya çalıştığının aksine uluslararası hukuk Ege ve Doğu Akdeniz konularında Yunan tutumunu da desteklememektedir. Esasında Ege Denizi’ndeki bütün sorunların bir bütün halinde Türkiye ile Yunanistan arasında varılacak ortak bir metinle Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmesi teklifini de reddeden Atina’dır.
İsrail Dışişleri Bakanı Katz’ın Türkiye-Libya Mutabakat Muhtırasına karşı olduklarını, ancak bunun Türkiye ile çatışma istedikleri ve bölgeye savaş gemileri gönderecekleri anlamına gelmediğini söylediği basında bildirilmektedir. Esasında Türkiye başından beri çevresindeki denizlerden kaynaklanan sorunların görüşmeler yoluyla çözümlenmesini istediğini bildirmektedir. Temelde Ankara’nın istediği bölgedeki hiçbir işbirliği modelinin Ege ve Akdeniz’e çok uzun kıyısı olan Türkiye’yi dışlayarak uygulamaya konulamayacağının, denizden kaynaklanan sorunların çözülemeyeceğinin, başta Yunanistan olmak üzere, herkes tarafından anlaşılmasıdır.
Paylaş