Nedim Gürsel

Çeşmeleriyle ünlü kent: Fribourg / İsviçre

6 Mart 2017
Kar sularıyla beslenen İsviçre’deki Fribourg’un çeşmelerin ününü duymuştum ama onları yakından görmenin, hikâyelerini bilmenin, serinliklerini hissetmenin keyfi başkaydı. İşte çeşmeleriyle ünlü Fribourg gezi rehberi...

Nazım Hikmet sürgün yıllarında yazdığı yolculuk şiirlerinden birinde şöyle söz eder İsviçre’den: “Geçiyor İsviçre camdan/ güneşli bir akvaryumdan/ geçen bir balık gibi/ çok renkli bir balık/ Bakıyorum vagondan/ kederli/ alaycı/ öfkeli biraz da alık.” Gerçekten de, bir tren penceresinden bakıldığında, karlı dağları, dik çatılı evleri, yemyeşil vadileri, çayıra yayılmış inekleri ve gölleriyle insanı alıklaştıran bir görünümü vardır İsviçre’nin.

Yine de, şairin ‘alık’ı ‘balık’la kafiye düşürmek için kullandığını varsayabiliriz. Isviçre göllerinin en derini, en mavisi, heybetli dağlar sayesinde kanımca en güzeli olan Leman Gölü boyunca Alpler’in ihtişamına ‘alık alık‘ baktığım çok oldu. Lausanne-Fribourg treninde, kıyıya kat kat inen bağların içinden geçen trende yalnız değildim. Ama bu kartpostal manzarayı kanıksamış yolcular içinde Fribourg’un çeşmelerini merak eden sanırım yalnızca bendim. Kar sularıyla beslenen bu çeşmelerin ününü duymuştum ama onları yakından görmenin, hikâyelerini bilmenin, serinliklerini hissetmenin keyfi başkaydı.

Çeşmeleriyle ünlü

Bu yıl Fribourg Üniversitesi’nde bir dönem ders verdim. ‘Le bolz’ diye adlandırılan yerel Roman lehçesi de dahil, Almanca ve Fransızcayla birlikte üç dilin konuşulduğu bu kasaba, güneşli kış günlerinde bağrına bastı beni, hani ne derler, Paris’in gürültüsünden, telâşlı kalabalığından sonra ‘ilâç’ gibi geldi. Zaten, biliyorsunuz, İsviçre yalnızca çikolataları ve saatleriyle değil ilâç sanayisiyle de tanınmıştır. 

Yazının Devamını Oku

Goethe'nin izinde Buchenwald / Almanya

2 Şubat 2017
Neden çıktım bu yolculuğa? Goethe’nin Weimar’da izini sürmek için mi? Bir bakıma evet. Ünlü şair hayatının büyük bölümünü, çok kısa bir dönem Almanya’nın başkenti de olmuş Buchenwald geçirdi çünkü. Ama asıl amacım Weimar yakınındaki Nazi toplama kampı Buchenwald’a dek uzanıp, Jorge Semprun’un Türkçeye ‘Büyük Yolculuk’ adıyla çevirdiğim ünlü romanından tanıdığımız ölüm kampını ziyaret etmekti. İşte size Buchenwald gezi rehberi…

Çok soğuk Berlin günlerinden sonra güneş açtı, hava ısındı. Derken, ben yola çıkmadan önce yine kar başladı. Epeydir böylesine yoğun bir kar yağışı görmemiştim. Yine beyaza kesti dünya, kar kaldırımlarda birikti, çatıların, beton yapıların üzerine yağdı ama yollar kapanmadı. Şimdi trenin penceresinden bakıyorum kara; kayınların arasından geçiyoruz, çelik köprülerle buz tutmuş kanalların üzerinden. Yalnızca, casus filmlerinden aşina olduğum kayınlar hâkim değil manzaraya, çamlar da var. Ve elbette fabrika bacaları... Beyaz gözlerimi kamaştırmıyor artık, düz ovaya, çıplak ağaçlara ve kapalı gökyüzüne bakabiliyorum. Gördüğüm engebesiz bir coğrafya, toprağın derinliklerine kök salmış, su yolları kadar yaşlı ağaçlar. Ve zaman. Zamana yaptığım bir yolculuk bu aslında. Yirminci yüzyılın en büyük soykırımının gerçekleştiği bu topraklarda, aradan bunca zaman geçmişken, eski acıların peşine düşmek ne getirebilir? Belleğin önemini hiç kuşkusuz, tarihle yüzleşme bilincini. Ama bir daha yaşanmasın diye, o günleri asla geri getiremez. Kar altında yatan, çoktan toprak olmuş, suçsuz ölüleri de.

Pencereden giren bir avuç hava

Tren kayıp gidiyor rayların üzerinden. İnter-City’nin rahat koltuğunda tek başınayım. Kompartıman neredeyse bomboş… Bahçe içinde tek ya da iki katlı şirin evlerin, çam ve kayın ormanlarının arasından geçiyoruz. Doğa bembeyaz, gök kapalı ve alçak, üzerimize kapanacak sanki. Ve her şey bir eski zaman düşünde yitip gidecek. Ama bu sakin doğa, şirin evlerin sıcak odalarında yaşanan huzurlu yaşam, çok değil geçen yüzyılın ortasından çıkıp gelen acıları, yıkımı, gözyaşlarını unutturmuyor. Az ötedeki toplama kampında gaz odaları tam kapasiteyle çalışır, çoluk çocuk demeden binlerce, yüzbinlerce insan yok edilirken, evlerinde mutlu yaşayan, olan bitenlerle ilgisiz insanlar da vardı. İşlerinde güçlerindeydiler, Nazilerin görev başındayken taşıdıkları sorumluluk bilinci, bir bakıma onlarda da vardı.

Yazının Devamını Oku

Hüzünlü bir Ortaçağ güzeli: Polonya

26 Ocak 2017
Ortasından nehir geçen tüm Avrupa kentleri gibi Krakovi’nin de ortaçağdan kalma bir meydanı var. Bütün yollar ve eski evlerin sıralandığı dar sokaklar, kemerli sütunlarla çevrili bu meydana çıkıyor. Ve burası Avrupa’nın en büyük meydanı…

Meydanın orta yerindeki devasa manifaturacılar çarşısı turistik eşyaların satıldığı bir pazaryerine dönüşmüş, buna karşılık gotik kiliselerle eski belediye binasından yadigâr kırmızı tuğlalı kule çok eski, güngörmüş bir kentte olduğunuzu anımsatıyor. Bu yapı kalabalığına rağmen meydan öylesine büyük ki, üniformalı sürücülerin güdümündeki faytonlar turistleri rahatça gezdirebiliyor. Ve Polonya’nın eski başkenti Krakovi, Avrupa’nın en büyük meydanına sahip olmakla övünedursun, gümüş koşumlu Lehistan katanalarının nallarından kıvılcımlar fışkırıyor.

İstanbul’a bakan heykel

Hayatı boyunca Polonya’nın bağımsızlığı için savaşmış ulusal şair Adam Mickiewicz’in heykeli de burada, Krakovi’nin kalbinden İstanbul’a selam gönderiyor. Üstat bronz mantosuna bürünmüş, uzaklara, sürgünde yaşadığı Sen-Petersburg ve Moskova’ya, arşınlamaktan bıkmadığı Avrupa kentlerine, demir attığı Paris’e ve hayata veda ettiği İstanbul’a bakıyor. Sol eli redingotunun düğmelerinde, sağ elinde bir kitap var. Çoğumuz ‘Polonezköy’ü’ biliriz de, Polonya’nın haritadan silindiği, ülkenin komşuları tarafından paylaşıldığı yıllarda Ruslara karşı savaşmak amacıyla İstanbul’a gelen bu büyük şairin kentimizde koleradan öldüğünü bilmeyiz. Heykelin basamak biçimindeki mermer kaidesinde vatan, kahramanlık, şiir ve bilimi temsil eden kadın yontuları, bu yontuların kucağında öpüşen sevgililer, romantik şairin acılı dünyasının bir parçası gibi.

 

Chopin, Paris’te intihara yeltenen Mickiewicz’i piyanosundan çıkan eşsiz ezgileriyle teselli etmeye çalışmıştı, Krakovi kentiyse yüzüncü doğum yıldönümü dolayısıyla 1898’de anısını yaşatmak için bu heykeli dikmiş.Polonya’nın da, tüm eski sosyalist ülkeler gibi, Marksizmin babalarıyla yöneticilerin heykellerini meydanlardan kaldırdığını, buna karşılık sanatçılarına ve krallarına hemen her köşede yer verdiğini belirtmeliyim. Kazimir ve Jagellon hanedanlarının lahitleriniyse, kemikleri İstanbul’dan Paris’e, oradan da Krakov’a getirilen Adam Mickiewicz’inki de dahil, Wavel şatosunun kilisesinde görebilirsiniz.Vistül Irmağı’nın kıyısındaki tepenin yamacına tünemiş şatonun, kuleleri, mazgal delikleri ve surlarıyla eski kente meydan okur gibi bir duruşu var ama bu görünüm sizi yanıltmasın. Tepeye tırmanıp içeriye girdiğinizde Rönesans döneminden kalma bir mimariyle karşılaşıyorsunuz. Belli ki İtalyan ustaların eli değmiş bu mimariye, Sigismond’un eşi kraliçe Sforza sayesinde İtalyan Rönesans’ının etkisi buraya dek ulaşmış. Avlu, küf yeşili kulelerle kırmızı tuğlalı duvarların ortasında bir Akdeniz mucizesi gibi parıldıyor.

‘Sansarlı Kadın’ı için bile gidilir

Yazının Devamını Oku

Chambord’da sürek avı (Fransa)

22 Aralık 2016
Fransa'daki Loire kıyıları bir zamanlar Fransa krallarının oturduğu, kendilerine özgü mimarileriyle ilk bakışta insanı büyüleyen, alıp bir masal alemine götüren yapılardır. İşte Fransa'daki Loire kıyıları ve muhteşem şatoların hikayesi...

Fransa’nın merkezindeki Massif Central dağlarından çıkan Loire Nehri kuzeye doğru yönelip geniş bir yay çizdikten sonra, Saint-Nazaire’de Atlas okyanusuna dökülür. Akışı ağır, yatağı geniş, bir kesimi ulaşıma elverişli bir suyoludur. Orleans’dan itibaren, yemyeşil kıyı boyunca birbirinden alımlı şatolar sıralanır. ‘Loire Şatoları’nın tümünün, bölgeyle birlikte UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer aldığını söylememe bilmem gerek var mı?

Yolum bir kaç kez düştü Loire kıyılarına. Nehrin gümüş rengi ışığından, üzerindeki taş köprülerle içinden geçtiği tarihsel kentlerden her defasında çok etkilendiğimi belirtmeliyim. Bu etkinin izlerini bazı kitaplarımda, özellikle de ‘Derin Fransa’yı anlatan Hatırla Barbara’da bulabilirsiniz. Ama beni asıl büyüleyen, belki de Rimbaud’nun ‘Ey mevsimler şatolar, Deyin kusursuz kim var!’ dizelerini sıkça mırıldandığımdan, şatolar ve onların efsaneleri oldu.

Çeşitli vesilelerle Chinon’u, Chenonceau’yu, Amboise’ı, Azay le-Rideaux’yu, Château Royal de Blois’yı gezdim. Hepsinin Fransa tarihiyle özdeşleşen bir öyküsü, efsanesi vardı. Loire kıyısından az içerde, ormanlık arazinin tam da orta yerine başka bir gezgenden gelip konmuş gibi duran Chambord Şatosu’na da yolum düşmüştü bir zamanlar. Ama bu şatoya yeniden geleceğimi, Fransa’nın en değerli tarihçileri ve ünlü gazetecileriyle burada, görkemli ve samimi bir ortamda akşam yemeği yiyeceğim aklımın ucundan geçmezdi.

Blois’da her yıl gerçekleşen ve medya kuruluşlarıyla tarihçileri buluşturan bir toplantıya katıldım. Sonrasında akşam yemeğine Chambord’a götürüldük. Girişte harıl harıl yanan şöminelerin bulunduğu geniş alanda, şatonun üçüncü katındaki kral dairesine dek çıkan ve başlı başına bir sanat abidesi sayılan, Rönesans tarzında inşa edilmiş merdivenin hemen altındaydı şampanya servisi.

Konukları karşılayan tören alayı ise avluda boru çalıyordu. Diyeceğim, avdan dönen krallar gibi, boru sesleri ve köpek havlamalarıyla karşılandık. Ve ‘Av Salonu’na geçtik yemek için. Köşedeki şöminenin alevleri tavanda dans ediyordu. Duvarlar boydan boya, sürek avını tasvir eden devasa tablolarla kaplıydı. Bir ceylan ya da yaban domuzu kaçıyor, uzun kulaklı, azgın köpekler kovalıyordu. Derken avın üzerine saldırıp zavallı hayvanı parçalıyordu köpekler.

İşte ceylanın gözleri

Doğrusu iştahım kaçtı. Ne avdan haz ederim ne de avcılardan. Hayranı olduğum Hemingway’in bile av tutkusunu yerden yere vuran bir yazı yazmıştım. Ne var ki Chambord, XVI. yüzyıldan beri, hatta bu tarihten de önce, müstahkem bir kaleyken, Fransa krallarına av mekânı olmuş. Görkemli kuleleri, terasları, arduvaz çatıları, gizli dehlizleriyle bir eski zaman düşünü çağrıştırmıyor yalnızca, günümüzdeki şiddet ortamından da, sembolik anlamda, nasibini almışa benziyor. Şatoyu yaptıran I.François yalnızca kadınlara ve iyi şaraba değil, ava da düşkün bir kraldı.

Yazının Devamını Oku

Assisi, Papa ve Kızıl Melek

7 Ekim 2016
Assisi, kanımca İtalya’nın en güzel bölgesi olan Umbria’da adı Fransızken tarikatının kurucusu Aziz Francesco’yla (1182¬1266) özdeşleşmiş bir kent. Dik yamaçlı, yemyeşil bir tepeye tünemiş ve ortaçağda nasılsa öyle kalmış. İnişli çıkışlı sokakları, kemerli sur kapıları, kırmızı kiremitli çatıları, kuytu avluları, çan kuleleri, taş evleri, manastır ve kiliseleriyle eski mimari doku neredeyse olduğu gibi korunmuş. Burası Hıristiyanlar için bir hac mekânı aynı zamanda.

Assisi, tepeden aşağıya, Tiber Irmağı boyunca uzayıp giden geniş vadiye, bodur zeytinlerle endamlı servilere, çam ve çınarlara ‘buranın hâkimi benim’ der gibi biraz kibir, daha çok da azametle bakıyor. Oysa Aziz Francesco her türlü güce, servete, bencilliğe, ille de debdebeye savaş açmış, alçak gönüllü ve yoksul bir aziz, ‘bir lokma bir urba’yla yetinen ermişlerdendi. Onun nice ders çıkartabileceğimiz yaşam öyküsüne ‘Bana İtalya’yı Anlat’ kitabımda yer vermiştim. Yolunuz Assisi’ye düşerse bu öykünün başlıca merhalelerini Giotto’nun fresklerinde de görebilirsiniz. Azizin kendisine bir melek suretinde görünen İsa’nın yaralarını nasıl kendi gövdesine nakşettiğini, kent halkına musallat olan canavarı evcilleştirip yalnızca insanlara değil tüm canlı varlıklara da vaaz verdiğini, giysilerinden sıyrılıp neredeyse çıplak yollara düştüğünü, inancını başka dinlere mensup insanlarla da paylaşabilmek için Mısır’a dek giderek sultanla görüştüğünü adım adım izleyebilirsiniz. Ben de öyle yapmıştım Assisi’ye ilk gelişimde, Giotto ustanın hünerini, eşsiz mavileriyle gerçekçi figürlerini o zaman da okurlarımla paylaşmıştım. Bu kez bir başka konuya değinmek, yine aynı telden ama daha değişik bir tarzda çalmak istiyorum.

Sant’Egidio adlı kurumun otuzuncu kuruluş yıldönümü vesilesiyle, dinler ve kültürler arasında köprüler oluşturmak amacıyla dünyanın dört bir yanından buraya gelen ruhani liderlerle birlikteydim. Yalnızca üç semavi dinin temsilcileri değil, budizm ve şintoizm gibi Asya kökenli dinlere mensup kanaat önderleri de aramızdaydılar. İçinde yaşadığımız çatışma ortamında, Tanrı adına masum insanların katledildiği dünyamızda barış ve kardeşlik çağrısı yapan Sant’Egidio’nun toplantısına İtalya Cumhurbaşkanı ve Papa Francesco’nun da bizzat teşrif etmeleri doğrusu çok anlamlıydı. Yalnızca Papa değil Fener Patriği Bartolome ve İslam dünyasından önemli şahsiyetler de Assisi’deydiler.

Nazım'la Papa’nın ortak yönü

Barış meşalesini birlikte yakıp ayrı dillerde ama hep birlikte dua ettiler. Burada Papa ile tanışıp konuşma fırsatım da oldu. Kendisi alçak gönüllü, bilgili, karizmatik bir kişiliğe sahip! Ona İtalya’da geçen ay ‘Angelo Rosso - Kızıl Melek’ adıyla yayımlanan şeytan, melek ve komünisti, kutsal kişiliğine yakışır bir ithafla hediye ettim. ‘Kızıl Melek’in bildiğimiz melek değil, komünist şair Nâzım Hikmet olduğunu söylemedim ama. Eğer zahmet edip okursa nur yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesinin silinip silinmeyeceğini merak ediyorum. Yoksulların, mağdurların, ezilenlerin yanında yer alan, eşitsizliğe karşı duran Papa’nın Nâzım Hikmet’i benimseyeceğinden eminim. Özellikle barış konusunda anlaşacaklarını da tahmin edebiliyorum. Yoksa ‘Kızıl Melek’i, konuşmasını “Tanrının istediği barışı hep birlikte hayata geçirmeliyiz” diye bitiren Aziz Peder’in mübarek ellerine teslim etmezdim. Soğuk Savaş döneminde barış mücadelesini yürüten komünistlerden bu meşaleyi günümüzde katoliklerin devralmış olmaları da tarihin öngörülemeyen cilvelerinden olsa gerek.
Assisi’de bu kez yalnız değildim. Dinler arası diyaloğu savunan, bu diyaloğun gerçekleşmesi için ellerinden geleni yapan barışseverlerle birlikteydim. Manastırın bağlarında özel olarak üretilen şarapla dolu kadehlerimizi insanlığın mutlu geleceği ve barış için kaldırdık ama şarabın buruk tadı damaklarımızda kaldı. Savaşın bölgemizi halâ kasıp kavurduğunun bilincindeydik.

Yazının Devamını Oku

Milano’da bütün yollar ‘sanata’ çıkıyor

16 Eylül 2016
Yolunuz Milano’ya düşerse Breira Müzesi’nde oryantalizmin başyapıtlarından Bellini kardeşlerin hünerini görmenizi çok isterim. Çünkü ben gördüm... Milano’nun simgesi sayılan Duomo’ya gelince, onu görmemeniz zaten mümkün değil.

Milano, bildiğiniz gibi, ulusal birliğini öbür Avrupa ülkelerine göre daha geç gerçekleştirmiş İtalya’nın kültür ve sanat merkezi. Modanın vitrini olduğunu da ekleyebiliriz. Bu kente ilk gelişimde ünlü Duomo’yu bile yeterince gezmeye vakit bulamamıştım. İtalyan yayımcımla buluşup bir sözleşme imzaladıktan sonra Roma’ya dönmek zorundaydım.
Bu kez, Atlasglobal Hava Yolları’nın Milano seferlerini başlatması vesilesiyle yolum yeniden düştü Lombardiya’nın merkezine. Ve bu sayede yalnızca Duomo’yu değil, Resimli Dünya romanımda ayrıntılarına yer verdiğim, anlatının yan unsurlarından birini, hatta başlıcasını oluşturan bir tablonun aslını görme imkânım oldu.

Tüm yollar Duomo’ya çıkıyor

Fatih’in portresini yapan Venedikli ressam Gentile Bellini’nin başlayıp onun ölümünden sonra kardeşi Giovanni Bellini’nin bitirdiği “Aziz Marco’nun İskenderiye Vaazı”. Oryantalizmin başyapıtlarından birisi olan Bellini kardeşlerin hünerini, yolunuz Milano’ya düşerse, mutlaka görmenizi öneririm (Breira Müzesi’nde). Milano’nun simgesi sayılan Duomo’ya gelince, onu görmemeniz zaten mümkün değil. Çünkü Milano’da bütün yollar Duomo’ya çıkıyor. Katedral kent merkezindeki malta taşı döşeli, kral II. Emmanuel’in atlı heykelinin de bulunduğu çok büyük bir alanın ortasına inşa edilmiş. Milano’nun en eski, dünyanın en fazla ziyaret edilen anıtlarından. Giriş kapısında uzun kuyruklar hiç eksik olmuyor. Yapımına XIV. yüzyılda başlanmış ve tam altı yüzyıl boyunca eklenen taşların, sütunların, heykellerle vitrayların bir türlü sonu gelmemiş. Beyaz mermerden duvarları, sundurmalarından sarkan canavar biçimindeki olukları ve kabartmaları, ‘ok’ diye adlandırılan çok sayıdaki sivri kuleleriyle benzersiz bir estetik duygusu uyandırıyor. Hem çok etkileyici hem de ezici bir yapı.

Hâlâ yaşıyormuş gibi

Gördüğüm gotik katedraller içinde kuşkusuz en büyüğü. Paris’teki Notre-Dame’ı saymazsak, belki de en güzeli. İçerisi de öyle, mekânın derinliği ve loşluğu, mermer ve taşın uyumu, adımınızı atar atmaz alıp götürüyor sizi. Önünüzde Tevrat ve İncil’deki hikâyeleri tasvir eden rengârenk bir kitap açılıyor. Vitraylardan süzülen ışıkta, duvarlarda, her köşe başında, İsa’nın, Meryem’in, aziz ve azizelerin sonu nedense hep kötü biten serüvenlerine tanık oluyorsunuz. Bu kutsal kişilerin arasında Aziz Barthelemy’nin özel bir yeri var. Marco d’Agrate’nin yonttuğu heykel tuhaf görünüşüyle ilk bakışta dikkat çekiyor. Alışageldiğimiz Rönesans heykellerinden çok farklı bir yapıt bu, derisi tümüyle soyulmuş ama halâ yaşıyor izlenimi veren bir insanın anatomisini, kaburgalardan kaslara en ince ayrıntılarıyla dışa vuruyor. Hem itici hem merak uyandırıcı bir görünümü var.

Gizli bağ

Yazının Devamını Oku

Etna Yanardağı ve Taormina

20 Nisan 2016
Cenova’dan güney denizlerine doğru demir aldık. Ama bir limandan değil, Mermoz’dan yola çıkarak anlatmaya başlamalıyım. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce derme çatma uçağıyla Atlantik’te kaybolan Fransız havacının adını taşıyan gemiden. Pilot Mermoz denize çakıldığında otuz beşindeydi, Dante’nin deyimiyle “Hayatın ortasında”. Onun adını taşıyan gemiyse yola devam ediyor hâlâ. Bana gelince, Mermoz’un yaşını çoktan geçtim ama yolculuklardan vazgeçmedim.

Homeros’un deyimiyle ‘şarap rengi deniz’in üzerinde yol alıyoruz, rotamız Sicilya. Sonra başka adalara, limanlara da uğrayarak Kırım’a dek gideceğiz. Kuşadası’nda ilk konferansımı vereceğim, İstanbul Boğazı’nı geçerken de ikincisini. Üç boğaz var önümüzde, üçü de tehlikeli. Messina Boğazı’nın girişinde iki deniz canavarı, Kharybdis ile Skylla bizi bekliyor, Karadeniz’in çıkışındaysa çarpışan kayalar. Bunu ben söylemiyorum, Yunan mitolojisi uzmanı, gemideki öbür konferansçı söylüyor, antikçağdan bu yana insanların denizden nasıl korktuklarını, ama bir anlamda ona mecbur olduklarını örnekleriyle göstererek. Sabaha karşı Messina Boğazı’ndan geçerken basık tavanlı kamaranın dar yatağında uyanıktım. Ama ne ‘Çizme’nin ucunu, yani Calabria kıyılarını görebildim ne de Messina Limanı’nı. Gün ağarmamıştı henüz. Başucu kitaplarımdan Odissea’nın anlattığı, bu boğazın iki yakasında yaşayan deniz canavarları Kharybdis ile Skylla düştü aklıma. Poseidon’un obur kızını, Sicilya’yı İtalyan yarımadasından ayıran kayalıkların önüne sere serpe uzanmış, gelen geçen gemileri tayfalarıyla birlikte yutarken hayal ettim. Demek ki, bu doymak bilmez kadının midesini boylamak da vardı kaderde. Ama çok şükür gemimiz ‘hasat vermez engin’de yoluna devam etti. Homeros’un anlattığı korkunç fırtınalara inat deniz çarşaf gibiydi. Skylla da köpeklerini salmadı üzerimize.

 

Etna, üç bin metreyi aşan yüksekliğiyle Sicilya manzarasının tek hâkimi.Yörenin bolluk bereketi de  efsaneleri de tarih boyunca bu dağdan fışkırmış.

 

HÂKİMİYET ETNA’NIN

Güverteye çıktığımda sular külrengiydi. Giderek açıldılar, önce beyaza, sonra maviye kesti ortalık. Ve sağda, kıyının ötesindeki tepelerin ardından, tüm görkemiyle Etna göründü. Üç bin metreyi aşan yüksekliğiyle manzaranın tek hâkimiydi. Bir söylentiye göre, ilk kez, Sicilya’da ticaret kolonileri kuran Fenikeliler uydurmuş Etna hakkındaki korkunç efsaneleri. Başkaları da bu güzel iklimden, adanın ticarete elverişli konumundan yararlanmasınlar diye, insan eti yiyen tek gözlü canavarların Etna’nın mağaralarında barındıkları söylentisini yaymışlar. Onlardan biri de Odissea’nın unutulmaz kahramanlarından Polyphemos, nam-ı diğer Tepegöz. Bizim Dede Korkut’ta da Homeros’un anlattıklarına çok benzer bir öykünün yer alması, Basat’ın Tepegöz’ü, tıpkı Odisseus gibi, koyun postuna girerek aldatıp gözünü kör etmesi, nasıl açıklanabilir? Dede Korkut Asya kökenli, Odissea Akdeniz. Birbirine çok uzak coğrafyalar. Ama onları birleştiren bir şey var: İnsanoğlunun hayal gücü.

 

Yazının Devamını Oku

Orvieto’daki cennet ve cehennem

1 Nisan 2016
Orvieto, hiç kuşkusuz Umbria bölgesinin en ilginç, en güzel, abartmadan söylüyorum, en ‘çarpıcı’ kenti. Çok özel bir konumu var. Kayaların içinden göveren yeşille, bağlar ve servilerle bütünleşmiş. İtalya tarihinin bütün dönemlerine tanıklık etmiş. Ama Orvieto’ya en belirgin biçimde damgasını vuran sanatçılar olmuş. Çünkü onlar bağcıyı dövmektense üzüm yemeyi seçmişler.

Görmüş geçirmiş bir kent Orvieto, ama bugünkü mimari dokusu ortaçağda oluşmuş. Ve o zamanlar nasılsa öyle kalmış. Bu nedenle kentin sokaklarında dolaşır, birbirlerine taş kemerlerle bağlanan yapılar boyunca yürürken kendinizi bir geçmiş zaman düşünün içinde buluyorsunuz. Parke döşeli dar sokaklar ‘palazzo’larla (saray) çevrili alanlara çıkmıyor yalnızca, uçurumlara da açılıyor. Kayalarla birbirine karışmış evlerin duvarlarında eskinin izleri var. Surlar hâlâ ayakta. Kiliselerle kuleler de... Bu kulelerin içinde ‘Torre del Moro’ kırmızı tuğlaların yoğun istifi ve dikdörtgen biçimiyle ilk bakışta dikkat çekiyor.

SANAT ESERİ KATEDRAL 

Ön cephesi başlı başına bir sanat harikası olan Orvieto Katedrali İncil’de geçen olayları ayrıntılarıyla tasvir eden heykelciklerden taş kabartmalara, göz kamaştıran altın sarısı mozaiklerden dantel gibi dokunmuş yuvarlak penceresine varıncaya dek her ayrıntısıyla benzersiz bir yapı.

Kentin en önemli, en değerli, hep ‘en’lerle devam etmem gerekirse en fazla turist çeken yapısıysa katedral. Orvieto’nun kiliseleri içinde İtalyan gotik mimarisinin en özgün, sanat tarihi açısından en zengin örneğini sunuyor. Yalnızca bakan değil, gören, görmesini bilen gözler için.

Katedralin ön cephesi başlı başına bir sanat harikası... Kapısındaki bronz kabartmalara, İncil’de geçen olayları ayrıntılarıyla tasvir eden heykelciklerden taş kabartmalara ve göz nuru, alın teriyle dantel gibi dokunmuş yuvarlak penceresine varıncaya dek Orvieto Katedrali’ni başka türlü tanımlamak da mümkün değil. Uzaktan bakıldığında bile parıldayan, göz kamaştıran altın sarısı mozaikler yapıya benzersiz bir görünüm kazandırıyor.

CENNET VE CEHENNEMLİKLER

Yazının Devamını Oku