Paylaş
Meydanın orta yerindeki devasa manifaturacılar çarşısı turistik eşyaların satıldığı bir pazaryerine dönüşmüş, buna karşılık gotik kiliselerle eski belediye binasından yadigâr kırmızı tuğlalı kule çok eski, güngörmüş bir kentte olduğunuzu anımsatıyor. Bu yapı kalabalığına rağmen meydan öylesine büyük ki, üniformalı sürücülerin güdümündeki faytonlar turistleri rahatça gezdirebiliyor. Ve Polonya’nın eski başkenti Krakovi, Avrupa’nın en büyük meydanına sahip olmakla övünedursun, gümüş koşumlu Lehistan katanalarının nallarından kıvılcımlar fışkırıyor.
İstanbul’a bakan heykel
Hayatı boyunca Polonya’nın bağımsızlığı için savaşmış ulusal şair Adam Mickiewicz’in heykeli de burada, Krakovi’nin kalbinden İstanbul’a selam gönderiyor. Üstat bronz mantosuna bürünmüş, uzaklara, sürgünde yaşadığı Sen-Petersburg ve Moskova’ya, arşınlamaktan bıkmadığı Avrupa kentlerine, demir attığı Paris’e ve hayata veda ettiği İstanbul’a bakıyor. Sol eli redingotunun düğmelerinde, sağ elinde bir kitap var. Çoğumuz ‘Polonezköy’ü’ biliriz de, Polonya’nın haritadan silindiği, ülkenin komşuları tarafından paylaşıldığı yıllarda Ruslara karşı savaşmak amacıyla İstanbul’a gelen bu büyük şairin kentimizde koleradan öldüğünü bilmeyiz. Heykelin basamak biçimindeki mermer kaidesinde vatan, kahramanlık, şiir ve bilimi temsil eden kadın yontuları, bu yontuların kucağında öpüşen sevgililer, romantik şairin acılı dünyasının bir parçası gibi.
Chopin, Paris’te intihara yeltenen Mickiewicz’i piyanosundan çıkan eşsiz ezgileriyle teselli etmeye çalışmıştı, Krakovi kentiyse yüzüncü doğum yıldönümü dolayısıyla 1898’de anısını yaşatmak için bu heykeli dikmiş.Polonya’nın da, tüm eski sosyalist ülkeler gibi, Marksizmin babalarıyla yöneticilerin heykellerini meydanlardan kaldırdığını, buna karşılık sanatçılarına ve krallarına hemen her köşede yer verdiğini belirtmeliyim. Kazimir ve Jagellon hanedanlarının lahitleriniyse, kemikleri İstanbul’dan Paris’e, oradan da Krakov’a getirilen Adam Mickiewicz’inki de dahil, Wavel şatosunun kilisesinde görebilirsiniz.Vistül Irmağı’nın kıyısındaki tepenin yamacına tünemiş şatonun, kuleleri, mazgal delikleri ve surlarıyla eski kente meydan okur gibi bir duruşu var ama bu görünüm sizi yanıltmasın. Tepeye tırmanıp içeriye girdiğinizde Rönesans döneminden kalma bir mimariyle karşılaşıyorsunuz. Belli ki İtalyan ustaların eli değmiş bu mimariye, Sigismond’un eşi kraliçe Sforza sayesinde İtalyan Rönesans’ının etkisi buraya dek ulaşmış. Avlu, küf yeşili kulelerle kırmızı tuğlalı duvarların ortasında bir Akdeniz mucizesi gibi parıldıyor.
‘Sansarlı Kadın’ı için bile gidilir
Krakovi Avrupa’nın en eski üniversitelerinden birine de ev sahipliği yapmış. Kopernik’in heykeli bu kentin ortaçağdan beri bir bilim ve kültür merkezi olduğunun en somut kanıtı. Bu üniversitenin Türkoloji bölümündeki hocalar ve öğrencilerle tanışmaktan, onlarla ‘Boğazkesen’ romanımı tartışmaktan onur duyduğumu belirtmeliyim. Ama Krakovi’de en çok ilgimi çeken, kentin mimari dokusunun yanı sıra Czartoryskich Prensleri Müzesi’ndeki Leonardo da Vinci’nin ‘Sansarlı Kadın’ tablosu oldu. ‘La Joconde’den sonra Leonardo’nun en çarpıcı yapıtını, portre sanatının doruğu olarak tanımlayabileceğimiz bu eşsiz tabloyu görmek için bile Krakovi’ye gelmeye değer. Ressam, Milano Dükü Ludovic Sforza’nın genç sevgilisini tasvir ederken genç kızın yüz çizgilerini en ince ayrıntısına dek yansıtmakla yetinmemiş, iç dünyasına da nüfuz edebilmiş. Kucağında tuttuğu hayvanla bütünleşen beyaz teni, ne renk olduklarını çözemediğimiz gözleri ve incecik dudaklarıyla ilk bakışta kendi dünyasına çekiyor izleyeni. Ve siyah fondan fışkıran ışıkta el değmemiş bir bakireyi andırıyor. Oysa belli ki upuzun parmaklarıyla okşadığı yalnızca bir sansar değil, cinselliğin ta kendisi. Yolunuz Krakovi’ye düşerse, Czartoryski Müzesi’nin duvarından ‘La Joconde’unki gibi masum gülümsemesiyle ziyaretçileri süzen bu genç kızla (adı Cecilia) tanışmanızı öneririm.
Öldürülen ejderha, kurulan şehir
Krakovi’de yalnızca kralların değil, çağdaş tiyatroya yeni bir anlayış getiren, oyunları dünyanın hemen her ülkesinde, bu arada Türkiye’de de sergilenen ‘Ölü Okul’un unutulmaz yaratıcısı Tadeuz Kantor’un da mezarı var. Sanatçının mezar taşı, kendisi gibi biraz tuhaf ve şaşırtıcı. Kantor afacan bir öğrenci edasıyla sınıftaki sıralardan birine oturmuş ziyaretçilerini kabul ediyor.Polonya’nın yirminci yüzyılda başına gelenleri unutmamak gerekir diye düşünüyorum. Krakovi’nin müzelerini, birbirinden alımlı kiliselerini, bu kiliselerdeki sanat yapıtlarını, çarşı ve parklarını dolaşırken Yahudilerin acı akıbetini düşünmekten de kendimi alamadım.
Nazi işgali sırasında gettolarına hapsedilen, toplama kamplarına gönderilip orada saçlarından sicim, derilerinden abajur yapılan insanların cellatlarına neden boyun eğdiklerini, neden silaha sarılmadıklarını sordum kendime. Krakovi’nin kuruluş efsanesinde kent halkını dize getiren bir ejderden söz ediliyor. Bu canavarın hakkından bir ayakkabıcı gelebilmiş, ona kükürtlü kuzu postları yedirerek. İnsanlığın başına bela olan diktatörlerin hakkından da hilenin, kurnazlığın değil, demokratik güçlerin gelebileceğini biliyoruz artık. Bunca masum insanın kanı boş yere akmadı, kıyımlar başka kıyımları izlese de. Bugün Avrupa Birliği’ne üye Polonya’nın ‘makûs talihi’ Heraklitos’un deyimiyle ‘aynı ırmakta iki kez yıkanılmayacağını’ anımsatıyor bize. Vistül Irmağı bulana durula akadursun, bu coğrafyada yaşanan acılar dünyanın başka yerlerinde de artık son bulsun diyelim.
Paylaş