Bu satırlar, günümüzden 183 yıl öncesine ait. 1840’ta, Osmanlı’da yerel meclis (muhasıllık meclisi) üyelerinin nasıl seçileceğini anlatan yönergenin ilk maddesinden. Buna göre, seçilecek adaylar “akıllı ve sözden anlayan” halkın karşısına çıkarılacak; adayı seçenler bir tarafa, istemeyenler ise diğer tarafa ayrılacaktır.
TARAFINI SEÇ
Buna “açık oylama, açık sayım” desek yanlış olmaz. Yani ortada bir sandık, pusula, zarf falan yoktur. Adaylar ve seçmenler, aynı mekânda bir aradadır. Böyle bir oylamada seçmen, mecazi değil hakiki anlamda “tarafını seçmek” durumundadır: “İsteyen takım bir tarafa, istemeyenler diğer canibe.” İkiye ayrılan seçmenlerin kimler olduğu ayan beyan ortadayken “oy gizliliği” diye bir şey olamaz haliyle.
1877’de açılan ilk meclis
*
Peki ya herkes tarafını seçtikten sonra eşitlik var diyelim, o zaman ne olacak? Neyse ki düzenlemeyi yapanlar bunu da düşünmüşler: “İki taraf dahi adeden müsavi (sayıca eşit) olduğu halde kura atılıp (kura çekilip) hangisinin reyi çıkar ise öylece icra oluna.” Yani eşitlik halinde seçimin galibi kurayla belirlenecektir.
İLK ADIM
Günümüz için son derece basit bir seçim yöntemi değil mi? Çocukların oyuna başlamadan önce karşılıklı “
Cumhuriyet’in ellinci yıldönümü kutlanıyor; televizyonda ve radyoda sık sık -bizim kuşağın zihninde yer eden- 50. Yıl Marşı çalınıyordu: “Müjdeler var yurdumun, toprağına taşına / Erdi Cumhuriyetim elli şeref yaşına.” Ancak kutlamalar dışında iki çok mühim dönemeç daha vardı: 1973 Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve 1973 Genel Seçimi.
15 TURDA SEÇİLEN CUMHURBAŞKANI
12 Mart 1971’de verilen muhtıra ile parlamenter düzene bir askeri müdahale gerçekleşmişti ve etkileri halen sürüyordu. O koşullarda Meclis çatısı altında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi ancak 15. turda sonuçlanmış, emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Fahri Korutürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin 6. Cumhurbaşkanı seçilmişti.
YENİ DÜZEN VAADİ
Sırada, 14 Ekim’deki genel seçimler vardı. Genel Başkan Bülent Ecevit, “ortanın solu”, kavramıyla CHP’ye yeni bir anlayış getirmeye çalışıyor, kuracakları düzenle “komünizmi de faşizmi de” önleyeceklerini vaat ediyordu. İşte bu süreçte CHP’nin hedeflerini en açık şekilde anlatan belge, 1973 Seçim Bildirgesi’dir.
Çünkü sosyal medyada gördüklerimizin gerçekliği başlı başına bir sorun artık. Yapay zekâ aracılığıyla hazırlanan Donald Trump’ın “temsili” tutuklanma/arbede fotoğrafları mesela... Elbette o görüntülerin gerçek olmadığı baştan açıklandı. Peki ya gerçekmiş gibi servis edilseydi? Hele de yanında “deep fake” (derin sahtecilik) ürünü sesler ve görüntüler eşliğinde yayılsaydı... İşin doğrusu anlaşılıncaya kadar çıkaracağı toplumsal tepkiyi ve kargaşayı düşünsenize.
YÜZYILLARIN TECRÜBESİ
“Yanıltıcı-yanlış haber” deyince aklımıza öncelikle sosyal medya gelse de esasında yeni bir olgudan söz etmiyoruz. İnsanlık, yalan haber üretiminde çağımıza gelene kadar çoktan ustalaşmıştı zaten! Örneğin antik Roma’da Octavius iktidarı paylaştığı Antonius’u saf dışı bırakmak için onun Romalılığa ihanet edip Kleopatra’nın oyuncağı olduğu propagandası yürütmüştü. Rakibini alt ettiğindeyse Roma’da Cumhuriyet devri, yerini Octavius’un imparatorluğuna bıraktı. Takvimler M.Ö. 31’i gösteriyordu...
*
Tarih boyunca bu tür
İlim ve irfan ile mücehhez (donanmış) bir kavim[in] her nevi felakete, tabiattan gelse bile çare bulabileceğine işaret olan bu nevî teberruunuz (bağışınız) bütün milletçe takdire şayeste (övgüye yaraşır) manadadır.”
KİTAPÇIYA GİDEN TELGRAF
Deprem bölgesinden 8 Ekim 1924 tarihli bu telgrafı gönderen kişi “Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal” Atatürk’tür. Bu mesajı gönderdiği kişiyse “İstanbul’da Babıali Caddesi’nde, Kitapçı İbrahim Hilmi Bey”. Gazi’nin teşekkür telgrafının sebebiyse 1924 Pasinler/Erzurum Depremi ardından İbrahim Hilmi Bey’in felaket bölgesindeki çocuklara bağışladığı kitaplardır.
ÖZEL BİR MESAJ
Şu noktayı vurgulamakta yarar var: Bu mesaj, cumhurbaşkanlığı makamından deprem yardımlarına teşekkür için gönderilen standart bir metin değil. Öyle ki Atatürk, depremzedelere yardımda bulunan Fransa’nın cumhurbaşkanına diplomatik nezaket içinde olağan bir cevap verirken kitap bağışı için İbrahim Hilmi Bey’i özel, kişisel bir metinle tebrik etmiştir. “Doğal felaketlere karşı çareyi ilim ve irfanda” gören Atatürk’ün bu özeni, hiç şüphesiz ‘takdire şayeste’dir.
Büyük depremlerden sonra ortaya yağmacılar, fırsatçılar çıkarken, aynı sırada iyilik peşindekiler, hayranlık uyandıran yardımlar gerçekleştiriyorlar. Bu güzel gönüllü insanları şu anda Kahramanmaraş’ta, Malatya’da, Hatay’da ve diğer illerde görmek mümkün.
*
İyiliğin katlanarak arttığı bir dönem de tabii ki ramazan ayı. Müslüman toplumlarda, fakiri, dara düşeni, ihtiyaç sahiplerini doyurup onlar için bağışta bulunmak, yüzlerce yıldır ramazanın temel özelliklerinden biri.
RAMAZAN DEPREMLERİ
Ramazan ve deprem bir araya geldiğindeyse hafızalarda farklı izler bırakmıştır. Mesela 1766 İstanbul Depremi’nin güçlü artçılarından biri, tam da müezzinler 1767’deki ramazan ayının başladığını halka duyurdukları sırada gerçekleşmiştir. Görgü tanıklarına göre “Tam müezzinler ramazan hilalinin göründüğünü ilan ederken bir deprem oldu... Ve minaredekilerin korkudan ödleri patladı.” Neyse ki bu olayda büyük bir sıkıntı yaşanmamış, hatta önceki depremde yıkılan Fatih Camisi’nin iki minaresi yeniden inşa edilip ramazan mahyalarına yetiştirilmiştir.
*
1898 ramazanındaki Balıkesir Depremi, şehrin âdeta yeniden kurulmasını gerektirecek kadar yıkıcıydı. Ne var ki afetin büyüklüğüne oranla can kaybı az sayılır. Bu da “öncü” deprem sayesinde olmuştur. Halk, bu öncü sarsıntıda binalardan dışarı kaçtığı için 7.0 büyüklüğündeki asıl depremde kayıpların azaldığı tahmin edilmektedir.
24 Mart 1933’te, Alman Parlamentosu kabul ettiği yasayla, yürütmenin başı Adolf Hitler’e çok önemli yetkiler tanıdı. Bunu izleyen süreçte tek parti düzenine geçilecek; böylece sadece Almanya’yı değil tüm dünyayı etkileyen, yıkıcı Nazi Dönemi tam anlamıyla başlayacaktır.
TOPLUM DIŞINA İTİLENLER
“Yetki Yasası”nın kabulünden sonra Almanya’da Yahudiler gündelik hayatın her alanında “safkan” Almanlardan ayrıştırılmaya başlandı. Önce kamu görevlisi olmaları ve birtakım meslekleri yapmaları yasaklandı. 14 Temmuz’da ise vatandaşlık hakları ellerinden alındı. Bu sistematik nefretin ardında, Almanya’nın I. Dünya Savaşı’ndaki başarısızlığı ve 1929 Büyük Buhran ardından ülkenin içine düştüğü derin ekonomik ve siyasi kriz vardı. Nazi üyeleri, tüm bu yaşananların aslında bir Yahudi komplosu olduğunu savunuyor, bu ırkçı propagandayı tüm topluma dayatıyorlardı.
‘İSTENMEYENLERİN’ SIĞINAĞI
Almanya’da bunlar olurken aynı yıl Türkiye’de, Üniversite Reformu Kararnamesiyle, modern bir üniversitenin, yani İstanbul Üniversitesi’nin kurulması öngörülüyordu. Bu doğrultuda Türkiye, Almanya’da vatandaşlıktan çıkarılan Yahudi profesörlerin bir kısmını, aileleriyle birlikte Türkiye’ye davet etti. Bir kısmı da Ankara’da görevlendirildi. Bazıları bölüm kurucusu, bazıları kürsü başkanı olan bu nitelikli isimler, Türkiye’deki akademik eğitimin ve tıp hizmetlerinin gelişiminde roller üstlenmiş, bilimsel ilerlemeye katkı sağlamışlardır.
HAYRANLIK VE
1889 yılında, Balıkesir Havran’ın sonradan Çamlık adını alacak olan Manastır isimli köyünde, bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Takvimler 1915’i gösterirken pek çok genç gibi o da Osmanlı ordusunun bir askeri olarak cephedeydi. Görev yeri, doğup büyüdüğü memleketinin yanı başı sayılabilecek Çanakkale’deydi. Mecidiye Tabyası’nda bir topçu eriydi artık. Eğer o er, çok zor koşullar altında 276 kiloluk dev bir mermiyi tek başına kaldırıp topa sürmeseydi... Ateşlenen o top mermisi, düşmanın en önemli savaş gemilerinden birine isabet edip onu batırmasaydı... Biz 26 yaşındaki o askerin adını muhtemelen hiç bilmeyecektik. Bugün Edremit Körfezi’ne doğru inerken sizi “Seyit Onbaşı” anıtı karşılamayacak, yaşadığı Çamlık köyü günümüzde onun adıyla anılmayacaktı. Yani verilen o cansiperane mücadeleyle Çanakkale Savaşları kazanılmasaydı, “Seyit Onbaşı” diye bir simge isim olmayacaktı.
BİR LİDERİN DOĞUŞU
Eğer Çanakkale olmasaydı, sadece Seyit Onbaşı değil başka kahramanların hayat hikâyeleri de çok farklı şekilde yazılacaktı. Bunlardan biri de cepheye “yarbay” rütbesiyle gelip ayrılırken “Anafartalar Kahramanı” olarak tanınacak Mustafa Kemal’di. Onun saygınlık kazanmasında, Çanakkale’deki dirayetli liderliğinin ve başarılarının etkisi büyüktür. Fırsatını bulup da Conk Bayırı’na giden herhangi bir ziyaretçi, askerlik hakkında hiç bilgisi olmasa bile bu tepenin stratejik önemini kolayca kavrayabilir. O noktadaki göğüs göğüse mücadele, savaşın kazanılmasında hayati rol oynamıştır. Elbette Mustafa Kemal, koşullar ne olursa olsun zekâsı, yetenekleri ve vizyonuyla, eninde sonunda yükselirdi. Ama Çanakkale, bu başarılı askerin “Atatürk” olmasına giden yolda çok kritik bir basamaktı.
*
Yukarıda kısaca andığımız bu iki tarihi örnekten de anlaşılacağı üzere, Çanakkale erinden, onbaşısından komutanına kadar yüzbinlerce askerin hayatını değiştirdi. Ve tabii cephe gerisinde mücadele edenlerin, kadınların, öğrencilerin... Kazanılan savaşta niceleri şehit, niceleri gazi oldu. Ama zaferin değiştirdiği sadece cephedekilerin değil dünya tarihinin akışıydı aynı zamanda.
YOKSA ABARTI MI
Yukarıdaki satırları okuyup “Canım, tek bir savaşın sonucu dünya tarihine bu kadar etki eder mi?” diyen çıkabilir. Nitekim Çanakkale Zaferi’nin abartıldığını, anlatıldığı kadar kritik olmadığını öne sürenler oldu. Onlara göre bu sadece bir savunma başarısıydı ve Osmanlı üç yıl kadar sonra yenilmiş; düşman gemileri kurşun bile atmadan Çanakkale’den geçmişti. Ve nihayetinde İstanbul işgal edilmişti. Yenilgiyle sonuçlanan bir süreçte, geçici bir askeri başarı, ne kadar önemli olabilirdi ki?
MİLLİ MÜCADELENİN KİLİDİ
Ziyaret edenleri hayran bırakan göz alıcı binalar, güneş altında pırıl pırıl parlayan mermerden caddeler, muhteşem bir kütüphane... Manzaraya hâkim yamaç evler, çeşmeler, hamamlar... İşte o muhteşem şehre gittiğinizde, binlerce kişilik görkemli amfiteatrı arkanıza alın... Keyifle yürüyeceğiniz o ferah Liman Caddesi’nin sonunda denize varacak, uzak kentlerden gelip kıyıya yanaşmış gemileri göreceksiniz...
*
Daha doğrusu, görürdünüz... Çünkü bugün orada deniz yok! İnsanlık tarihinin en güzel şehirlerinden, “dünya harikası” Efes’ten bahsediyorum. İnanmak zor gelse de bugün ‘tarlaların ortasında’ yer alan, sahilden 5 kilometre kadar içerideki Efes şehrinin bir zamanlar denize kıyısı vardı! Ama şehre ulaşan suyolunun toprakla (alüvyonla) dolması sonucunda denizle bağlantısı kesildi.
Efes'in, 19. yüzyıla tarihlenen, hayali bir görünümü. Şehrin hemen yanı başında iç liman görülüyor.
*
Elbette bu değişim, ticarete ve şehir hayatına büyük darbe indirdi. Ayrıca yaşanan istilalar ve ayaklanmalar, kitlesel can kayıplarına neden oldu. İnsanlar zamanla şehri terk edip yakın-uzak başka beldelere göçtüler. Ve görkemini yitiren Efes, kimsesiz kalıp “