Paylaş
Malatya doğumlu Mehmed bin Ali, genç yaşta içine düşen Allah aşkıyla hakikat ilminin peşinde Diyarbekir, Mardin, Kerbela, Şam derken Mısır’a varır ve medrese eğitimini orada, Camiü’l-Ezher’de tamamlar. Sonrasında “Mısri” mahlasıyla anılacak olması bu sebeptendir.
Evvelce gördüğü mananın etkisiyle genç Mısri, aksi azgın bir köpek suretinde aynasına vuran nefsini zincirleyip kendisini rahatlatan zat-ı muhteremi aramaya devam etmek üzere, Kahire’de kendisine teklif edilen tarikat hilafetini de geri çevirerek yeniden yola revan olur.
İskenderiye, İstanbul, Bursa… ve nihayet Uşak’ta, rüyasında görmüş olduğu gönül kalaylayıcısı, vaktin kamili Halveti Şeyhi Ümmi Sinan Hazretleri’ne kavuştukta sene 1647, Mısri de 29 yaşındadır.
Ümmi Sinan Hazretleri’ne derviş olan Mehmed Mısri Efendi, Elmalı’daki 9 yıllık manevi eğitimi boyunca zorlu bir nefs mücadelesi içinde riyazat(nefsini hevesattan men), zikir ve erbain(çile) ile meşguliyetin yanı sıra hizmet için de “tıpkı Hz. Yunus Emre gibi sırtında tekkeye odun, buğday veya su taşıma vazifesini üstlenir. Öyle ki sırtı, elleri, ayakları hep yara olur fakat ‘elbette bu da manevi feyzimizin husulüne sebeptir’ diyerek sabreder, asla şikayet etmez”.
Türlü sınav, yüzleşme ve mücahede sonrasında Mısri, 101 günlük son halvetinden ihvanın tekbirleri arasında “saçı, sakalı ağarmış, latif ve nurani bir hal ile fevkalade değişmiş olarak” meydana çıkar ve hilafete nail olur.
İlk önce Uşak’ta vazifelendirilen Niyazi Mısri Hazretleri yoğun ibadet ile erbaine devam ettiği süreçler neticesinde pek çok ledünni sırların mazharı olmuştur. Daha sonraları Çal, Kütahya, Bursa… ve Hz.Pir, Şeyhi Ümmi Sinan’ın “söyle, korkma!” hitabıyla nutkunun açılmasından beri gerek gördüğü yerlerde hesapsızca “Hakikat-i Muhammedi”yi kendi yüksek edebi zevkiyle nefes etmiş, bu haliyle nice gönlün uyanmasına vesile olmakla beraber bazı din uleması ve kimi siyasi nüfuz sahiplerini de rahatsız etmiştir.
Bağlılarının artmasıyla, bilhassa ‘din adına söz söyleme hakkı’nı yalnız kendilerinde gören ve halkı kendi anlayışlarına mahkum etmek, bu şekilde de siyasi nüfuz kesbetme niyetinde olan, o devirde Padişah’ın çevresinde etkili “Kadızadeliler” zümresinden, tekke ve tasavvuf düşmanı “Vani Efendi”, bir yerde Niyazi’nin “Molla Kasım”ı olmuş, Hazret defalarca sürgün yemiş, kitaplarının yağmalanması, zehirlenme dahil türlü eziyetlere katlanmak zorunda bırakılmış, buna karşın asla yolundan dönmemiştir.
“Sevdim seni hep varım yağmâdır alan alsın / Gördüm seni efkârım yağmâdır alan alsın // Aldın çü beni benden geçdim bu cân u tenden / Aklım dahi her varım yağmâdır alan alsın // Ben varlığımı atdım dost varlığına yetdim / Her assılı bâzârım yağmâdır alan alsın // Geçdim ben ad u sandan çıkdım ben o dükkândan / Hep ırz ile vakârım yağmâdır alan alsın / Geldi dile dildârım buldum gül-i gülzârım // Şimden geri hep varım yağmâdır alan alsın // Sen gâib ü hâzırsın her hâlime nâzırsın // Ahvâl ile etvârım yağmâdır alan alsın // Çün buldu gönül yârim terk eyledim ağyârım / İmân ile zünnârım yağmâdır alan alsın // Mısrî'ye vücûb imkân bir oldu kamu ayân / Tâat ile ezkârım yağmâdır alan alsın”
Avcı Mehmet, Sultan Mustafa ve II.Ahmed dönemlerindeki siyasi çalkantılardan nasibini alan Hz.Mısri bazı çıkar çevrelerinin menfi etkisiyle bu padişahlar döneminde devlet ricali tarafından çoğunlukla yanlış anlaşılmış ve zulüm görmüştür. Halbuki Osmanlı’nın kurucu geleneği devlet ricalinin manevi ricale tabi olması şeklinde idi. Bu gelenek tersyüz edilince, ihtiyar yaşında iftiraya uğrayarak, ayağına adi suçlu gibi bukağı takılarak gönderildiği son Limni sürgünü yolunda Hazret de, denir ki “semanın 4. katına kendisinden başkasının çıkaramayacağı bir kazık çakmış”, bu tarihten sonra Osmanlı hızlı bir çöküşe doğru gitmiştir. (not: Erenlerin “rical-i gayb” içinde görevli olabileceğini düşünmek gerekir)
Nitekim ayağımıza bukağı olan “Mondoros Mütarekesi”nin bu adanın Mondoros limanında imzalanmış olması da ayrıca manidardır. Anlaşılan kendisi vefatından önce tüm bu hanedanı affetmiş olsa da, yapılanlar gayretullaha dokunmuştur. Bu düşünceyle Sultan Abdülmecid ve Sultan II.Abdülhamid Hanlar, Hazret’in türbesini ihya ettirerek iade-i itibar gayretinde olmuşlarsa da Limni elimizden gittikten sonra Niyazi Mısri’nin adını taşıyan mescid/tekke, türbe ve adadaki çoğu Osmanlı hatıratı aşamalı olarak yerle bir olmuştur.
Bugün Hazret’in mezarı, hazirenin üzerine inşa edilen bir bina ve süpermarketin arasındaki beton yolun altında kalmış, adeta yaşamında kendisine reva görülenleri resmetmektedir. Bu manevi büyüğümüzün aynasından kendimize bakmaya gönlümüz dayanırsa, görünenlerin nasıl içler acısı bir manzara oluşturduğu anlaşılır. Sevenleri olarak, Hazret’in de müsadesiyle inşaallah bu durumun en kısa zamanda düzeltilmesi niyazındayız.
Niyazi Mısri Hazretleri’nin manevi ve edebi mirasına sahip çıkılması ise ayrı ve aslında kültürümüz açısından çok önemli bir husustur. Keza Mısri Hazretleri’nin şaheser dili “İbn Arabî'nin irfânî zevkiyle Hazret-i Mevlânâ'nın aşkını Yûnus tarzıyla” anlatmakla hem “Türkçe Tasavvuf dilinin zirvesidir” hem de “Türk Musikîsi tarihinde Yûnus Emre'den sonra en fazla bestelenen ilâhîler de Mısrî Hazretleri’ne aittir”.
“Onun şiirlerine olan ilgi bugün de aynı şekilde devam etmektedir. Hazret-i Pîr'in bu mübârek nefeslerini, cem ve fark idrâkini birlikte yaşattığı ve pek çok ledünnî müşkilleri hâllettiği için bütün Tasavvuf sâliklerinin okumasına ve tefekkür etmesine izin verilmiştir. Bu sebeple de onun dîvânı en fazla istinsâh edilen, basılan, yaygın bir şekilde okunan, nazireleri yazılan dîvân olmuştur”. Hasılı “Hazret-i Mısrî'nin kudsî nefeslerinin meyvesi olan mübârek dîvânları bir tarîkat ilmihâlidir”…
"Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş / Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş // Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü / Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş // Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem / Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş // Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin / İnsân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş // Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin / Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş // Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn / Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş // Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır / Mürşidi kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş // Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur / Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş // İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün / Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş”
Bu mücahid ruhlu, cezbeli, “Ehl-i Beyt-i Resulullah” aşığı arifibillah atamızın -doğum gününün bir kaynakta “6 Şubat 1618” olarak verilmesinden hareketle- dünyaya teşrifinin bu 400. sene-i devriyelerinde kendisini anmak boynumuzun borcu ve fakirane iftiharımızdır. Bu kutlu zatı fakire tanıtan ve sevdiren, pek çok eserinin bestekarı ve izdeşi “Derviş Baba”m ile birlikte, Hazreti kitlelere tanıtmada emsal olan ve bu yazıyı yazmam için değerli yardımlarını esirgemeyen “Mustafa Tatcı” Hoca’ya ne kadar teşekkür etsek azdır.
Nitekim bilhassa tırnak içerisinde makaleye dahil ettiğim alıntı cümleler ve de yazıda yer vermeye çalıştığım bilgilerin tamamına yakını Tatcı Hoca’nın gönderdiği notlardan ve kitaplarından derlenmiştir. Haftaya da nasipse Tatcı Hoca ile yapacağım görüşmeden hareketle, Niyazi-i Mısri Hazretleri’nin kendi satırları ile bazı Tasavvufi meselelere bakışını yansıtmaya gayret edeceğim. Bu yazımızı da Hazret’in kendi sözleri ve niyazıyla noktalayalım;
“Allah’ın seçtiği Hasan ve Hüseyin’e razı olmayan; bilakis Hüseyin’i(Allah’ın salat ve selâmı ona olsun) katledenlerden razı olan kimse Allah’ın en büyük düşmanıdır. Ve bugün bu mezhebin reisi Sihirbâz Vanî’dir. Allah bizi ve sizi Muhammed(sav) evlâdının sâdık dostlarından eylesin”… Hu
Paylaş